Küçük sandalın yarı çürümüş omur yumrularına tutturulmuş, birbirinden ayrık farş gövde tahtalarının üzerine kıvrılmadan önce, tersane çıkması çöpçü ceketimi katlayarak yastık yaptım. Uzandım. İki elimi başımın altına koyup yıldızları seyre daldım.
Bir yıldız kaydı. Dilekte bulundum, çakmak çakmak oldu gözlerim. Ellerimi başımın altından kurtararak, uçan bir kelebeği yakalamak istercesine karanlığın içinde gezdirdim. Çizgiler oluştu karanlık gökyüzünde, yıldızların kuyrukları sandığım… Yıldızlarla aramda sonsuz uzaklık olmasına rağmen bu hareketim boşlukla, güzel ve gizli uyumu gösteriyordu.
Arada hülyalara dalarak bir yerlere gitmenin, gündüzleri uyanıkken bile düş görmelerimin, uyurken kulağıma kadar gelen, çağrılar yapan, konuşan, kimi sahipli kimiyse sahipsiz seslerin ve takip edilmelerimin dışında, şimdi mutlu ve çoşkuluyum.
“Ne güzel gündü?..” dedim kendi kendime.
“Vay be!..”
Ses, başımın altından, bir yerlerden geliyordu.
Doğruldum. Başımı uzattım. Sesin geldiği yere göz attım. Kimsecikler yoktu. Yine gaiplerden biriydi konuşan. Belki de kendi kendime konuşmuştum. Gülmeye başladım.
Başımı tekrar ceketin üzerine koydum. Kulağıma gelen bu sesle içime yeniden bir yaşama sevinci doldu. Her ne şekilde olursa olsun yalnız değildim!
Ay ışığı altında gümüş tozuna batırılmış martılar havada pike yapıp daireler çiziyordu. “Hey martılar” diye bağırdım onlara, “Bakın ne kadar mutluyum!..”
Tekrar doğruldum. Katlanmış çekerimi yakasından tutarak, silkeledim. Cebinden cıgara paketini çıkarttım. Paket ezilmiş, cıgaralar yamulmuştu. Olsundu! Mutluydum ya bu duruma canım sıkılmadı. Birini düzelttim, yaktım. İlk nefesi derin derin içime çektim. Ciğerlerime giren dumanın bir kısmını ağzımı şişirerek tuttum, keyifle karanlık denize üfürdüm. Cıgaramın dumanı denizin üzerinden yıldızlara karıştı.
Ceketi yeniden katladım. Parmaklarımın arasında cıgarayla uzandım. Gözlerim daldı. Dumanı içine çeken yıldızlar üzerime düştü!
“Üzerimden kalk… Canımı acıtıyorsun… Yoksa fena olur!..”
Sıçrayarak doğruldum. Yine aynı sesti.
“Üzerimden kalk yoksa kötü olur!..”
Gözümün önünde oynaşan yıldızlar gökyüzüne yapıştı. Denizin felekler üstünden eski yalı temellerine çarparak çıkardığı sesler kesildi.
Korka korka, sordum: “Kimsin?”
“Maviden!..”
“Maviden mi? O da kim?”
“Altındaki üzerine yatak niyetine keyifle yattığın sandal.”
“Nasıl olur? Sen bir sandalsın ahşaptan yapılan, nasıl dillenir de konuşursun?..”
“Sen öyle san. Bir canlıdan yapıldım. Tahtalarımın bir zamanlar canlı olduğunu unutma. Şimdi işim bitik ama karaya savrulmuş bu halime bakıp da sakın aldanma…”
“Alla alla!..”
“Burada böyle mahzun durmamın sebebi, artık benimle kimsenin ilgilenmemesi. Bugüne kadar üç sahip değiştirdim. Üçüne de ekmek yedirdim denizden. Uzun seneler denizin üzerinde özgürce salındım durdum. Şimdi yaşlandım. Küpeştem, vernikten boyaya dönüştü.”
Güzel konuşuyordu. Sesi ilk cümleleri gibi sert değildi. Şaşkınlığımı üzerimden çabuk atarak rahatlamıştım.
“Acı mı çekiyorsun?”
“Ha şunu hileydin. Ne kadar da zekisin!..”
Konuşmasına mantarlaşmış yaşlı iki ahşabın sürtünmesinden çıkan sesiyle devam etti: “Acım derindir. Karaya alındığımdan bu yana hiç ilgilenmediler benimle.”
Hücre hapsi yatmış bir insanın konuşma açlığıyla teklemeden konuşmasına devam etti: “Yıllar yılı gündüzleri güneşle yanıyorum, akşam ayazı iliklerime kadar işliyor. Yağmur, kar, boran, ayaz… Artık içimde yosunlar çıkmaya başladı, canım yanıyor, iskeletim iyice açıldı. İçimden dışarısını çok iyi görebiliyorum. ‘Karadaki sandala binilmez’ kuralı artık benim için geçerli değil. Her gece bir evsize barınak oluyorum. İnsanların sıcaklığı beni ısıtıyor ama canım da acıyor.”
“Bu taşlar bana mı?” diyerek gülümseyerek sordum.
“İster alın, ister alınma. Ben zaten bitiğim. Geçen gün iki kişi, ‘Bunun içinde ne güzel maydanoz yetişir, yarısına kadar toprak doldurup, saksı yapalım da bari işe yarası’ demez mi? Sanki tahtaları mı koparıp mangallarını tutuşturan onlar değil!.. Denizin engin bağrında mutlu günlerimde denizden, kıyıda yanan ateşleri görüp de ‘Yanmak nasıl?’ diye düşünür merak ederdim. Düşünüp de işin içinden çıkamadığım ilk tutuşma, harlama ve yanma; karaya alındığımda başıma geldi. Bu kışı ancak çıkartabilirim. Gelecek kışı, üşüyen balıkçı ve sandalcıların gaz tenekelerinin içinden, yüzlerini yalayarak seyredeceğim gibi geliyor bana. İşin hüzünlü yanı, böyle bir sona adım adım yaklaşmak ve karşı koyamamak.”
Gevezeliğine canım sıkılmıştı. “Kısa kes!” dedim, “Yeter artık, uykum var…”
“Keyfin gıcır!.. Şimdi iyisin bakalım. Unutma… Her başlangıcın bir sonu vardır…”
“İyi de ne yapayım şimdi? Kalkıp üzerinde amuda mı kalkayım?”
“Sen bencil bir adamsın. Ben de seni yıldızlarla konuştuğunda adama benzetmiştim. Ben sana acımdan söz ediyorum, sense dalganı geçerek, kısa süren günlük mutluluğuna seviniyorsun.”
Gülerek, “Amuda mı kalkayım. Bunu mu istersin!..” diye tekrar ettim.
“Yaratanın seni ıslah etsin, yüzsüz adam!..”
Kapadığım göz kapaklarımı aralamadan, “Omurlarının altındaki su bol olsun, hadi bakalım Allah’ın kurtarsın!” dediğimde, mecali kalmamış bir insanın ağzından çıkabilecek bir pelteklikle, “Cık… Cık…” hayıflanması umarsız döküldü.
Dalmak üzereydim. Bir yıldız kaydı, karanlık yıldızların kaybolduğu gökyüzünün içinden. İçimden, ‘Acaba ben de yaşlanacak mıyım?’ diye geçirdim.