Ana Sayfa Kritik Meclis: 21’inci Yüzyılda Yeni ‘Prens’i Oluşturmak

Meclis: 21’inci Yüzyılda Yeni ‘Prens’i Oluşturmak

Meclis: 21’inci Yüzyılda Yeni ‘Prens’i Oluşturmak

“Spinoza’nın dediği gibi, toplumsal bünyenin zorba kellesini uçurmakla yetinirsek, parçalanmış bir toplumun cesediyle baş başa kalırız. Yapmamız gereken, reddin çok ötesine geçen bir projeye girişmek, yeni bir toplumsal beden yaratmaktır. Bizim kaçış çizgilerimiz, çıkışımız kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır.”

(Hardt ve Negri)

Ne yapmalı? Nasıl örgütlenmeli? Nasıl bir liderlik yaratmalı?

Örgütleri ve kurumları toptan bir kenara atmadan bu sorulara nasıl cevap verebiliriz?

“Eski tip” yapılarda, sözgelimi partilerde, merkez komitelerinde, politbürolarda, “kişi olarak” liderlerde hâlâ ısrarcı olunmalı mıdır? Yoksa yeni örgütlenme biçimleri mi yaratılmalıdır? Liderliği kişi, parti, “profesyonel devrimciler” vs. olmadan da tahayyül edebilir miyiz? Kısaca “Ne yapmalı?” ve “Nasıl yapmalı?” sorularına, yaşadığımız çağın verili koşulları da gözetilerek tutarlı şekilde nasıl bir “cevap” verilebilir?

Kuşkusuz ki insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; ama kendi seçtikleri koşullar içinde değil, içinde yer aldıkları verili koşullarda tarihlerini yaparlar. Ama “tarih yapmak” her zaman için “nasıl yapmalı?” ve “hangi araçlarla yapmalı?” sorularıyla da doğrudan ilintilidir. Şüphesiz insanlar kendi tarihlerini belli bir örgütsel biçim ve eylem tarzları ile yaparlar. Şu halde, yalnızca dünyayı değiştirme isteği yetmez; bunu nasıl ve ne biçimde yapmamız gerektiği üzerine de düşünmek zorundayız.

Hardt ve Negri, yazdıkları Meclis kitabıyla bizleri bu “can alıcı” soru/n üzerine düşünmeye davet ediyor. Kuşkusuz yazarların görüşleri tartışmaya açıktır; ama yine de liderlik meselesi üzerine konuşmak ve tartışmak için bizlere bir imkân yaratmış oluyorlar. Bu açıdan çabaları küçümsenemez.

Bu kısa yazıda, Meclis’te yazarlarca dile getirilen ve önerilen temel politik noktaları özetlemeye çalışıyorum. Kitabın okunması ve tartışılması için ufak da olsa bir ilgi uyandırabilirsem ne mutlu.

Nasıl bir liderlik?

Kışkırtıcı bir tezle başlıyor yazarlar: Politik bir öncü kuvvetin kitleler adına iktidarı başarıyla alabildiği günler geride kalmıştır.

Hardt ve Negri’ye göre liderliğin iki temel işlevi vardır; a) karar almak ve b) birleştirmek. Bu iki işlev merkezi bir yönetimi şart koşmaz, diyorlar, aksine çoğunluğun demokratik katılımı ile önderliğin iki temel işlevi yerine getirilebilir. Ve bir “uyarı”da bulunuyorlar: Liderlik, diğerlerine emir vermemeli; onların adına hareket etmemeli; onları temsil ettiğini dahi iddia etmemelidir. Peki, ne yapmalıdır? Liderlik, diyorlar, kendi kendisini örgütleyen ve müşterek zenginliği üretmek için aralarında özgür, eşit koşullarda işbirliği yapan çoğunluk içinde sadece bir meclis düzenleyicisi olmalıdır.

Liderliğin reddi mi? Yazarlar bu soruya “hayır” cevabını veriyorlar; çünkü örgütlenmeyi reddeden toplumsal hareketler hem etkili olmazlar hem de kendileri ve başkaları için tehlike arz ederler.

Hardt ve Negri liderlik konusunda günümüzün sorununu kısaca şöyle ortaya koyuyor; a) hiyerarşi olmadan örgütün nasıl inşa edileceği ve b) merkezileşme olmadan kurumların nasıl yaratılacağı. Şu halde hiyerarşi-siz ve merkezileşme-siz bir liderlik nasıl oluşturulabilir? Yazarların ilk çağrısı: “Strateji hareketlere, taktikler önderliğe”.

Merkezî, stratejik politik kararlar söz konusu olduğunda “tek kişi” asla karar vermemelidir, diyorlar, kararları çoğunluk almalıdır.

Hardt ve Negri’ye göre insanların neyi nasıl yapacaklarını öğrenmek için parti çizgisine ihtiyaçları yoktur. Maruz kaldıkları baskının farkına varma ve ne istediklerini bilme potansiyelleri vardır.

Bugünün dinamik ve yaratıcı toplumsal hareketlerine merkezi bir otoriteyle geleneksel önderliği dayatmak imkânsızdır, diyorlar; çünkü yazarlara göre, politik mantık ve politik eylem artık tamamen toplumsal ve ekonomik yaşamın katmanları içine gömülüdür. Bu yüzden politik projelerin zemini toplumsal yaşam içinde kurulmalıdır, tezini öne sürüyorlar.

Hardt ve Negri’nin çokluğa bir diğer çağrısı ise “iktidarın farklı bir şekilde ele geçirilmesi” şeklinde. Bununla kastettikleri de kişileri değil ilişkileri değiştirmek: İktidarın belirlediği ve dolayısıyla iktidarın kendisini dönüştüren ilişkileri kökten değiştirmek.

Tek tip bir direnişçi özne yaratmak yerine, diyor yazarlar, mevcut koşulların (finansal) sermayeye direnen farklı toplumsal özneler arasında koalisyonlar yaratma potansiyelini görmemiz gerekir. Karşı iktidarların koordinasyon halinde bir araya toplanması ve mevcut iktidar sisteminin içinde ama ona karşı konumlanmış bir ikili iktidarın yaratılması gerektiğini düşünüyorlar.

Yazarlar Machiavelli’den mülhem yeni bir Prens yaratmamız gerektiğini söylüyorlar; ama bu Prens bir “kişi” ya da bir “parti” olmayacak diye de ekliyorlar. Margaret Atwood’dan hareketle yeni Prens’i bir “kurtçuk sürüsü”ne benzetiyorlar: Onları tekmeleyen ve yere gömen botların arasında acı çeken, ama sessizce tabandan yükselip her yeri işgal eden ezilmişler.

***

Buraya kadar, Hardt ve Negri’nin liderlik konusundaki temel görüşlerini özetlemeye çalıştım. Ama bir konu eksik kaldı. Yazarların liderlik üzerine görüşleri maddi hayatın üretim ve yeniden üretim koşullarıyla doğrudan ilintili olarak inşa ediliyor. Bu yüzden liderlik tezini (yeni Prens) daha iyi anlayabilmek için aşağıda Hardt ve Negri’nin günümüz kapitalizmine dair görüşlerine kısaca yer vermek istiyorum.

Hangi koşullarda liderlik?

Hardt ve Negri yaşadığımız çağı “toplumsal üretim çağı” olarak kavrıyor. İçinde bulunduğumuz bu çağın temel çizgilerini ise şöyle sıralıyorlar:

– Hiç durmak bilmeyen ve uyumayan küresel sistemin 7-24’lük zamanı içinde üretim ve tüketim yapmaktayız.

– Mutlak ya da göreli artık değerden farklı olarak biyopolitik artık değer üretimi söz konusudur.

– Önceki dönemin endüstriyel sömürü ve sömürgeciliğinden farklı olarak müşterek varlıklara (commons) el konulan bir dönemdeyiz.

– Zanaat emeği ya da endüstriyel emeğin bilimsel tarzda örgütlenmesinden farklı olarak, emek gücünün bileşimi yönünden, çağımızda toplumsal ve bilişsel emek öne çıkar.

– Halk mücadeleleri ya da işçi sınıfı mücadelelerinden farklı olarak çağımızda sınıf mücadelesinin formu biyopolitik sınıf mücadeleleri ve toplumsal grevlerdir.

– Eski dönemin loncaları ya da parti ve sendikalarından farklı olarak politik örgütlenme formu olarak toplumsal koalisyonlar öne çıkmakta.

– Yönetim tarzı olarak da eski dönemin sömürgeci monarşileri ya da emperyalist oligarşilerden farklı olarak çağımıza damgasını vuran imparatorluk ve biyopolitik denetimdir.

Temel çizgileriyle Hardt ve Negri’nin günümüz kapitalizmini kavrayışı bu şekilde. Şimdi bu noktaları biraz açmaya çalışalım.

Yazarlara göre, kapitalist üretimin ağırlık merkezi bugün geniş ölçekli sanayi emeğinin sömürülmesinden doğal ve toplumsal zenginliklere kapitalistlerce (finansal araçlar dolayımıyla) el konmasına kaymaktadır.

Burjuva-proleter dikotomisinden farklı olarak yazarlar çokluk-finans dikotomisinin belirleyici olduğunu söylüyorlar. Bir yanda, diyorlar, muazzam bir işbirliği içinde müşterek zenginliği üreten çokluk diğer yanda da bu zenginliğe el koyan finans vardır. Ve finans toplumsal değere el koymaktadır.

Bu temel gerçeklikten hareketle yazarların politik çıkarımı ise şu: Bugün zenginlik bireyler tarafından değil de kapsamlı ve işbirliğine dayalı toplumsal ağlar içinde üretiliyorsa, bir bütün olarak o üretici ağların mülkiyeti toplumun tamamına ait olmalıdır. Mülkiyet mülk olmaktan çıkmalı, zenginlik müşterek bir varlığa dönüşmelidir.

Bu açıdan müşterek varlıklara dolaysız erişim için mücadele politik mücadelenin başat konusu olmalıdır. Yazarlar bugün bunu gerçekleştirecek potansiyele sahip olduğumuzu söylüyorlar: Zenginliği paylaşmanın eşitlikçi ve herkese açık yollarını kurma, toplumsal zenginliğin erişimi, kullanımı, idaresi ve dağıtımıyla ilgili kararları demokratik yollarla birlikte alacağımız kurumları yaratma potansiyeline sahibiz.

Kendi kendini örgütleyen çokluk

Hardt ve Negri, toplumsal üretim çağında, maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminin çokluğun denetiminde olduğundan hareketle çokluğun kendi kendisini örgütleyebileceğini söylüyorlar. Yazarlara göre, işçiler artık sermayenin doğayı dönüştürmek ve meta üretmek için kullandığı araçlardan ibaret değildir. İşçiler: Üretici araçları ve bilgiyi zihinleriyle bedenlerine katmalarıyla dönüşüm geçirmişler ve giderek sermayeye yabancılaşıp ona karşı özerklik kazanabilecekleri bir potansiyele erişmişlerdir.

Ayrıca şunu da ekliyorlar: Emek işbirliği içinde sermayeden giderek soyutlanır; özellikle makineler karşısında üretimi özerk bir şekilde örgütleme becerileri çok yüksektir. Ama hâlâ sermayenin değere el koyan mekanizmalarının tahakkümü altındadırlar. Buna rağmen, diyorlar, emek kendisine dayatılan değer biçme tarzlarını reddetme ve böylece tahakküm altındayken bile kendi özerkliğini geliştirme potansiyeline sahiptir.

Müşterek varlıklara dolaysız erişimde olduğu gibi, üretim sürecinde de emekçiler kendi yarattıkları sabit sermayeyi geri almalıdırlar, çağrısında bulunuyorlar: Sabit sermayeye el koymak, en başta bizim yarattığımız fiziksel makineleri, akıllı makineleri, toplumsal aygıtları ve bilimsel bilgi birikimini geri almak, bu mücadelede başlatabileceğimiz cüretkâr bir adımdır.

Çokluğun böyle bir potansiyeli olduğunun altını çizen Hardt ve Negri, bu şekilde üretici işbirliğinin oluşturulup hayata geçirilmesinde çokluğun giderek daha çok özerkliğe kavuşacağını söylüyor.

Müşterek zenginliği ve sabit sermayeyi yukarıdan herhangi bir emir gelmeksizin tabanda toplumsal işbirliği içinde üreten çokluk bu şekilde herhangi bir partiye ya da lidere ihtiyaç duymaksızın kendi kendisini örgütleyebilir; çokluk günümüzde böyle bir potansiyele sahiptir: Artık işçileri toplumsal üretimin savaş alanlarına mevzilendirecek generallere ihtiyaç yoktur. İşçiler kendilerini örgütleyip yönlerini çizebilmektedirler.

Hardt ve Negri’ye göre, üretim süreçleri toplumsaldır; üretim yalıtık değil işbirlikçi ağlar tarafından kolektif gerçekleştirilir. Ayrıca nasıl işbirliği yapacağımızı, birbirimizle üretken bir şekilde ilişki kuracağımızı belirleyen kurallar ve alışkanlıklar eğilimsel olarak artık tepeden dayatılmamakta, tabanda üreticiler arasındaki toplumsal ilişkiler içinde açığa çıkmaktadır.

Sonuç

Hardt ve Negri’nin toplumsal üretim çağının devrimci öznesi olarak “yeni Prens” tezi kişi olarak “lider” ve kurum olarak “parti” formundan çok farklı. Çokluğun kendini örgütleme kapasitesine vurgu yapmaları başlı başına verimli bir tartışmanın kapısını açacaktır.

Burada yazarların liderlik tezinin eleştirisine girmek gibi bir niyetim yok. Bunun yerine dünyada ve Türkiye’de çokça okunan tarihçi Harari’nin “sapiens”i ile Meclis’teki devrimci-yaratıcı özne “çokluk”u kısaca karşılaştırıp yazımı sonlandırmak istiyorum.

Harari Sapiens adlı eserinde insan türünün tabiatı gereği “katliamcı” olduğu tespitinden harekete liberal bir kötümserliği “türsel” temelde inşa etmekte. Buna mukabil Hardt ve Negri Meclis’te çok daha farklı bir “hikâye” ile karşımıza çıkmaktalar: İnsanlar arasındaki kolektif yaratıcılık müşterek zenginliği üretir; bu da müşterekçe üretilen zenginliğin yine müşterekçe sahiplenilmesi yönündeki devrimci politikanın materyalist zeminini kurar. Yani Hardt ve Negri’de insan “kötücül” değildir, tersine devrimci yaratıcılığa sahiptir; dahası ortak zenginliği müşterekçe yaratan bir öznelliğe de sahiptir. Harari’nin liberal kötümserliğine karşı Hardt ve Negri’nin yaratıcı çokluğu geleceğe dair çok daha umut veriyor. Üstelik Harari doğal ontoloji içinde bir “tür soyutlaması” yaparak sosyal ontolojiden kaçarken Hardt ve Negri’de bunu göremezsiniz; onlar çokluğun yaratıcı öznelliğini sosyal ontoloji içinde inşa ederler ve kurtuluşu da tekil (kişi ya da parti) değil çoğul (kendi kendini örgütleyen çokluk) düzeyde görürler. Bu yönüyle Sapiens’in reddi olarak da okunabilecek devrimci bir “manifesto”dur Meclis.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl