Ana Sayfa Manşet Meral Saklıyan’ın Covid19 Günlüğü: Bana Yaklaşma!

Meral Saklıyan’ın Covid19 Günlüğü: Bana Yaklaşma!

Meral Saklıyan’ın Covid19 Günlüğü: Bana Yaklaşma!

Bir öykü okuru olarak Meral Saklıyan’la asıl tanışıklığım ikinci kitabı Uzağa Gidemem sayesinde oldu. Kurmacanın enginlerinde yol alan öykülerin farklı okurlar tarafından da genellikle olumlu karşılandığını dönütlerden biliyorum. Ne var ki Meral Saklıyan’ın ilk kitabı olan Yaşar Kemal biyografisini de hesaba katarak yazarlık serüvenine dair “kurmacadan kopamaz, muhtemelen yeni bir öykü kitabıyla döner” biçiminde tahminler yürütüyordum. Öyle olmayacağını ne ben bilebilirdim ne başkası. Hayır, kimse bilemez, hatta kendi de öngöremezdi.

2020’yle başlayan ve hâlâ süren Covid19, o kadar öngörülemez şeyler yaşattı ki herkese, benim yanılmamın kıymetiharbiyesinden ne çıkar! Pandemi, koronavirüs, cerrahi maske, N95 maske, yüz koruyucu siperlik, dezenfektan, sosyal mesafe, entübe hasta… Bu sözcüklere, sözcük öbeklerine bu süreçte aşina olmasak hayatımızda bir karşılıkları var mıydı? Olağan zamanlar yaşamadık, hâliyle yaşadığımız olağanüstü zamanların olağanüstü koşulları anlatılmalıydı. Bunu bazen yazarlar yapsa da Covid19 pandemisinde bilimin rolü öncelikliydi.

Bir tıp doktoru, hem de yoğun bakım uzmanı olan, bir daha dünyaya gelse yine bu mesleği yapmayı arzulayan Meral Saklıyan da bu olağanüstü dönemi bizzat yaşayanlardan. Bu süreçte yaşadıklarının unutulmasına gönlü elvermeyenlerden… Dolayısıyla yazacaktı, buna mecburdu; öyle ya, yazılmasa hatıralar hangi dala tutunabilirlerdi ki? Covid19’a yakalanıp da sağ kalanların şaşkınlığını, ölümlerin yarattığı yıkımı, görünenin ardındakini, yaşamın ötekini yüzünü, zamanın ruhuna uygun olarak anlatmalıydı. Hâl böyle olunca Meral Saklıyan hastanede hastalarının başında, evindeyse yazılarının başındaydı. Aynı sorumluluk bilinciyle kâh doktor ya da hasta kâh yazardı. Tarihi olmayan şeylerin tarihçisi oluyor, hafızalarımızın kaydını tutuyordu. Edebiyatın şifasıyla tuttuğu yoğun bakım günlüklerinden doğdu, Bana Yaklaşma. Şöyle diyordu kitabında: “En büyük amacım, film, hikâye ya da roman olmayan, her şeyiyle gerçek olan Covid19 pandemisini bizden sonrakilere anlatmak ve yazılı kayıt altına alarak olanları zaman çizelgesi üzerinde ileriye taşımaktır.”

Sürecin başını kim ne kadar anlamıştı ki? Eğlenelim mi dertlenelim mi bilememiş, feci kafa karışıklığımızla hastalığın yerleştiğini de fark edememiştik. Öyle ki ekranlarda az mı seyrettirdiler sokak ortasında yığılıp ölen insanları, virüse yakalananların ulu orta öldürülmesini… Çoğumuzun aklında dönüp duranlar benzerdi: İnsanların canhıraş çığlıklarla son nefeslerini vermeleri, ha bir de şu yarasa hikâyesi…

2020’nin Nisan ayına geldiğimizde ülkemize tüm sıkıntısıyla çökmüştü, Covid19’un kâbusu. Hastanelerde boş yatak kalmamış, ölen hastanın yerine hemen bir başka hasta yatırılmış, ağır ve kahredici sahneler sıradanlaşmış, hastalığın değişken seyrinde hekimler dahi bildiklerini şaşırır olmuşlardı. Tüm ülke, bir televizyon yüzü haline gelen Sağlık Bakanının ağzından çıkanlara bakıyor, hastalığın tahribatına dair rakamları pürdikkat dinliyordu. Evlerimizde yaşadığımız tecritle öbür dünyaya gidip gelmiş gibiydik ve yaşa bakılmaksızın herkese verilen bir dersti artık, yalnızlık bilgisi. Neticede insanî cephede ölüm kalım mücadelesi, büyük resimdeyse biyolojik savaş sürerken şöyle sesleniyor Bana Yaklaşma’nın yazarı: “Kim olduklarını bilmesek de bu savaşın kahramanlarını sağlık çalışanları oluşturmaktadır. Bu açıdan bakınca, bu savaşın yiğitleri de hastalardır. Savaşı kazansalar da kaybetseler de yiğitlik onların hakkıdır. Bu hikâyede acı çeken, hüzünlü olan tarafsa bütünüyle insandır. Gerçek silahlarla yapılan savaşlarda yok olmaya, acı çekmeye ve yanıp kavrulmaya razı olduğumuz toprak, ağaç, kuş, doğadaki tüm hayvanlar, tüm bitkiler ve denizler… bu görünmez savaşın galibidirler. Mutluluk artık onların hakkıdır. Göğün tepesinden ya da cehennemin dibinden, nereden bakılırsa bakılsın, milyonlarca yıllık bir tahribatın, yok etmenin, yıkmanın rövanşı gelip çatmıştır.”

Hiç kuşkusuz ki doktorluk bir vicdan mesleği. Hele de o doktor, hastalarının tek tek öldüğüne tanık olmuşsa… Bu ruhsal tahribatın feci boyutlara ulaşan yıkıcı etkileri tahmin edilebilir. Dahası sadece yaşlıları ve kronik rahatsızlıkları bulunanları değil, gencecik insanları da kaybettiler. İşte o gencecik hastalardan biri de yaşadığı hastane süreciyle okuyanın yüreğini dağlayan, Covid19’un öngörülemez vakalarından olan Kadir’dir. Muhakkak beyin ameliyatına alınması, bunun içinse Doktor Meral’in aileden izin alması gerekir. Zayıf da olsa herkes umutlara tutunur. Mecburen… Ondan sonra bisturi, matkap… Ameliyat biter, zaman geçer… Günler sonra gözbebekleri büyür Kadir’in… Kötü haberi aileye iletmek yine doktorun görevidir.

Ateş, Covid19 sürecinde düştüğü yeri sahiden yaktı. Oysa dünya hepimizindi, yaşam hepimizindi. Öyle değil miydi? Unuttuğumuz, belki de sosyalleşmemiz gerekirken iyice bireyselleştiğimiz bir dönemin içinden geçtik, geçiyoruz. Herkes o kadar kendi rolüne odaklanmış bir durumdaydı ki dünyanın bir ortaklaşma alanı olduğunu, bir bütün olduğunu unutuvermiştik. Yaşamın birer parçası -evet, sadece parçası- olduğumuzun farkına bile varamıyorduk. Kendi rolümüzü eda edip bir kenara çekilmekle kalıyor, sahneden iner inmez sahneyle bağımızı kesiyorduk. Eve döner dönmez ellerimizi yıkıyor, duşumuzu alıyor, oyuna ara veriyorduk. Oysa oyun sürüyordu sahnede. Sonuçları hepimizi etkileyen bu tekdüze, karanlık, korkunç, distopik oyunun bir parçasıydık. Başımızı önümüze, gözümüzü kendi ömrümüze çevirmek yetiyor sanıyor, ateşin bize değmemesiyle avunuyorduk. Bilmiyorduk anbean tükendiğimizi. Oysa yine Covid19 sürecinde duymuştuk “tükenmişlik sendromu”nu. Keyifsiz, yılgın, sürekli stres yüklü kişilere dönüşmüştük. Niteliklerimizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor, uzaklaştıkça tükeniyorduk. Ölümün sıradanlaştığı kimi meslek grupları için bu tükenmişliği düşünmek kolaysa da başını kişisel siperinden çıkaran herkes görüyordu ateşin her yeri tutuşturduğunu. Nitekim beterin beteri hep vardı. Sağlık kuruluşları sahra hastanelerini, yoğun bakım servisleri savaş cephelerini andırıyordu.

Çift maskemizi, çift eldivenimizi, gözlük ve bonemizi takıp ekipmanımızı kuşandık. Kendi aramızda yaptığımız işbölümü çok işe yaramıştı. Aynı anda çok sayıda hastaya yetişmek için büyük bir çaba içindeydik. Kırmızı alan, sarı alan, yeşil alan… Dört ambulansın aynı anda acil servisin önüne sirenler çalarak hasta indirdiğini gördüğüm gece, kıyamet bugün koptu, diye düşündüm. Oturma banklarının hepsi zor nefes alan hastalarla doluydu. Sedye üzerinde yatan hastaların çoğu konuşacak durumda değildi. Günler ve geceler, amansız bir kovalamacanın içinde hızla akıyordu. Beterin beteri varmış, denilen günler ne kadar yakınmış meğer. Her başlayan gün bir öncekini arattıkça, kıyametin koptuğu düşüncesi sık sık kendini hissettirmeye başladı. Hangi hastaya bakacağımızı şaşırdığımız anlar o kadar çoğaldı ki. O görüntüler hiç aklımdan gitmiyor. Bütün hastalar aralarında yemin etmiş gibi aynı cümleyi tekrar ediyordu: “Hiç nefes alamıyorum.” Hastalar, yaş bakımından değişkenlik gösterse de üç gün geçmeden, akciğerlerini kaplayan buzlu cam görüntüsü hepsinde aynıydı. Akciğerler kısa sürede beyaza kesiyor, birdenbire yaşlı, kronik hastalıklı birinin ciğerine dönüşüyordu. Kısa sürede yoğunbakımlar dolup taşmaya başladı.

Arsız ayrık otu gibi her mevsim ve koşulda yeşeren virüs Covid19’la mücadele sürerken sağlık cephesinde Prof. Dr. Hasan Taşçıoğlu ilk kayıp olarak kayıtlara geçiyordu. Ne var ki Hasan Hoca son olmayacak, onun akıbetini nice sağlık çalışanı yaşayacaktı. Kayıp hangi meslek grubundan olursa olsun, eksilen insanlığımızdı. Öyle ki ölümlerin sayısı bir anda pik yapınca yoğun bakım servislerine gönderilen yüzlük ceset torbaları gibi niceliğe indirgenmişti insan hayatı da. Heyhat! Çarçabuk tüketiliyordu torbalar. O halde fermuarı çekilen ceset torbalarından mı ibaretti insanlığın geleceği? Sahi, biz eskiden nasıl yaşıyorduk? Şöyle diyor Meral Saklıyan Bana Yaklaşma’da: “Bu kısa zaman diliminde o kadar çok acı yaşanmıştı ki geçmişte yaşanmış tüm güzel anıların üzerini örtmüş, onları da sıradanlaştırmıştı.” Oysa nice hayat anı varken ölüm anı tekti ve ister hasta psikolojisiyle isterse doktor psikolojisiyle bakılsın -ne yazık ki- ölüm adildi. Ölümün acıyla birleşmesi korkunç olsa da insan ölümlere dayanabiliyordu. Hatta öyle anlar yaşanıyordu ki annesi, babası hayatta olmadığı için ilk kez memnun olabiliyordu; Covid19’la mücadele ederken hastalığa yakalanan, virüsü tüm hücrelerinde deneyimleyen Meral Saklıyan gibi. “İkisi de yaşlanmış olacaktı ve Covid19 virüsü nedeniyle belki ben onları kaybedecektim, belki onlar beni kaybedip bu yaşta evlat acısı çekeceklerdi. Gereksiz bir duygu seli içindeyim. İlginç bir şekilde içimde kötü bir his yok. Endişeliyim sadece, bir de kızgınım. Kendime elbette. Acil vakalara girerken daha dikkatli olabilirdim. Neyse. Olan oldu. Velhasıl kimseyi korkutmaya gerek yok. Kalabalık bir ailem var. Bizimkiler bire bin katıp ağıt yakmaya başlarlar sonra. Adana’daki herkes başıma toplanır. Doktor arkadaşların işleri aksar. Olayları doğal seyrine bırakmak gerek. Güvendiğim herkes burada nasılsa, emin ellerdeyim, içimde en ufak bir korku kıpırtısı dahi yok. Her şey olması gerektiği gibi olacak, eksiksiz, tam. O zaman yatağına uzan ve kendini onlara teslim et. Şu anda doktor değilsin artık, sadece hastasın, kovid hastası, bu kadar. Gerçi arkadaşlarım benden daha kaygılı görünüyorlar ama neyse.”

Doktorun hastalık süresince güç kazandığı yegâne zamanlar, hastalığın yenildiği zamanlardı. Söz gelimi bir gece nöbetinde ansızın servise gönderilen tek dal beyaz orkideyle güzelleşiyordu yaşamak. Umutla doluyor içimiz. Hele çiçeğin yanında bir de mektup bırakılmışsa ve o mektupla dünya zarafet kazanıp sağlıkçıyı motive ediyorsa… Yoğun bakımda “Sadece bir yatağım var, bir hasta alabilirim” diyen doktorun sesi bir hastanın bilincinde ne şekilde yankılanır, o hasta o yatağı kapmak için nasıl çırpınır, neler düşünür… Covid19’u yenen hastalarının gözüyle de bakıyor Meral Saklıyan.

 

Neticede yıllarımıza mal olan bu salgından tamamen kurtulabilecek miyiz? Mazi daha dün gibi belleğimizde dururken bugünümüzü dünümüze benzetebilecek miyiz? Bu soruların belirgin bir cevabı yok, en azından şimdilik yok. Ne var ki bu günlerin travmasının ileride fiziki ve ruhsal dünyamızda yavaş yavaş kendine yer bulacağı ve zaman içinde yerini sağlamlaştıracağında hemfikiriz. Peki, ya yarınımız, özgürlüğümüz, dünyamızın bütünlüğü? Onları da “beraberce” gözetmeliyiz. Dünya denen sahne hepimizin. Şöyle diyor Meral Saklıyan: Peki bu koşullar altında özgür bir yaşamdan söz etmek mümkün mü? Korku enerjisi dağı, taşı, kuşu ve herkesi kuşatmışken elbette bu mümkün değil. Reçetesini yazacak olan da insanın ke ndi bilişidir. İnsan-ı kâmile, etiğe, doğanın muhteşemliğine, eşitliğe, barışa yükselen değerler olarak bakıldığında, insanlık belki bir yol bulmanın eşiğine gelmiş olacaktır. Çünkü biz gezegen sakinleri, yani canlılar ve cansızların tümü, aynı ağacın yapraklarıyız, aynı denizin dalgalarıyız ve aynı gezegenin duvarlarını oluşturan bütünün tuğlalarıyız. Birileri kendi gücünün zehrine kanıp bu duvardan bir tuğla çekmeye kalkıştığında, herkesin ve her şeyin onun altında kalacağını kesinlikle bilmelidir.

Meral Saklıyan, bizi soluksuz bırakan Covid19’u her yönüyle Bana Yaklaşma’da kayda geçerken tarihimizi tutuyor, hafızamızı kolluyor ve doğrusu soluksuz okunuyor.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl