Ana Sayfa Röportaj Merve Yakut ile Godard Makinesi

Merve Yakut ile Godard Makinesi

Merve Yakut ile Godard Makinesi

İlk soruya kitabın yazım tekniği ile başlayalım. Kitapta da değinildiği gibi sinemadaki Fransız sinemasındaki Yeni Dalga Akımının konu serbestliği ve özgünlüğü, sinemanın ana akım yapım ve içeriklerin dışına çıkıp sokağa ve geniş kitlelere hem teknik hem de içerik olarak yaklaşması ilkesini romanın yazımında da hem biçemsel hem de içerik olarak kendini belirgin olarak hissettirmiş. Sinemanın size ve romanınıza yansıması nasıl oldu? Örneğin romanınızda “atlamalı kurgu”yu kullandınız diyebilir miyiz?

Godard Makinesi‘ni yazarken tam olarak bunu amaçladım: Kelimelerle film yapmayı. Bu film de kuşkusuz bir Fransız Yeni Dalga Akımı örneği olacaktı. Atlamalı kurguyu elbette kullandım; romandaki olay akışı çok hızlı bir tempoda seyrediyor. Bir olayı takip ederken, hop, bir başka olayla karşılaşıyor okur. Romanım uzunca bir dönemde geçiyor: Hikâye, 1977’te başlayıp 2014’te bitiyor. Daha doğrusu 2014’te başlayan roman, bir sonraki bölümde, bir flashback’le 1977’ye, Cemşit’in gençliğine gidiyor. Tıpkı flashback kullanımı gibi, zoom’lar, yatay ve dikey kadraj gibi, sinemanın pekçok olanağını/tekniğini romanda kullanmak bilhassa seçtiğim bir yöntemdi. Biçimi oldukça önemsiyorum. Godard Makinesi‘ni yazarken biçime çok kafa yorduğumu söylemeliyim.

Romanda “Zaten ben hep filmlerle düşünürüm.” diye bir cümleniz var. Bunu kurgusal akışta net olarak görmekteyiz. Nitekim yarattığınız karakterler Türkiye sinemasının gerçek karakterlerinin isimleri olarak okumaktayız. Godard Makinesi’ni yazarken nasıl bir izlek kullandığınız ve süreç nasıl gelişti?

Evet, Godard Makinesi‘nde biçimle beraber içerik de sinemayla dolu. Cemşit, filmlerle düşünen, filmlerle nefes alan bir yönetmen olarak romanın başkişisi. Cemşit’in izlediği, etkilendiği filmleri daha sonra izlemek üzere listeyen, romanı bir tür “film rehberi” gibi okuyan okurların varlığından haberdar oldum. Bu benim için sevindirici. Çünkü bir metnin içine giremezseniz, o metinde sözü geçen eserleri pek de merak etmezsiniz. Godard Makinesi‘nde adı geçen filmlerin hepsi Yeni Dalga Akımı’na dâhil değil; Umut, Muhsin Bey, Barry Lyndon, Taxi Driver gibi. Bunun sebebi, Cemşit’in ayırt etmeksizin, ulaşabildiği bütün filmleri izlemesi. Hatta evinde Star Wars filminin afişi bile var.

Bizdeki ve yurt dışındaki sinemacıların adlarını kullanmaktan kendimi alamadım açıkçası, bu bir dürtüydü. Belki kurguya katarak, onları bir anlamda kendimce ölümsüzleştirmek istedim.

Romanda karakterlerin yaşayışlarına paralel olarak işlenen bir diğer içerik ise o dönemin yaşanmış toplumsal olaylarına değinme de var. Merve Yakut için edebiyatın amacı biraz da gerçekliğe tanıklık ve toplumsalı işlemek mi? Tıpkı Jean-Luc Godard gibi?

Doğru. Godard gibi ben de siyasete temas etmeden duramadım. Bir dönemi anlatırken, o dönemde toplumu etkilemiş olaylardan bahsetmeden geçemiyorum sanırım. Bunlar romanımda bir fon oluşturdu aslında. Örneğin 1 Mayıs 1977, 1980 Askeri Darbesi, Gezi Parkı Direnişi; Godard Makinesi‘nde yer alan siyasi olaylardan bazıları. Fakat bunların hiçbirini uzun uzadıya anlatmadım. Çünkü Cemşit’in meseleleri değil bunlar. Cemşit’in solcu bir birey olarak kuşkusuz etkilendiği olaylar, ancak karakterin esas meseleleri sinema ve Jülide. Hâliyle, siyaset de romanımda dengeli biçimde yerini aldı.

Godard Makinesi’nde ana karakter Cemşit aracılığıyla film sektörünün metalaşmasına ve toplumun bu meta kültürü ile beslendiğine dair söylemleriniz var. Peki günümüz Türkiye edebiyatı için düşünceleriniz nedir? Cemşit Somel edebiyat için ne düşünürdü?

Cemşit, sinema dünyasındaki değişimlere ayak uyduramıyor ve bu değişime tepkili, doğru. Eğer Cemşit günümüz Türk Edebiyatı için bir iki kelam edecek olsaydı, öncelikle, gruplaşmalardan nefret ederdi. Hatta onlar için “çete” tabirini kullanırdı ki Godard’ınBande à 

Part filmi de bizde Çete adıyla gösterime girmiştir. Döneminin sinema çevresiyle uyuşamayan Cemşit, günümüz edebiyatçılarıyla da anlaşamaz, yine çemberin dışında olmayı tercih ederdi. Bu bir anlamda benim de tercihim. Kendimi hiçbir gruba, hiçbir çevreye, hiçbir edebiyat topluluğuna, hiçbir milliyete ait hissetmiyorum. Bu durumdan gayet hoşnutum. Benyalnızca Enrique Vila-Matas’ın deyimiyle “Edebiyat cumhuriyetinin başkenti Paris’e” inanıyorum, ruhumun ait olduğu şehir de orası. En büyük hayallerimden biriGodard Makinesi‘nin Fransızca diline kazandırılması. Romanımın Gallimard Yayınevi tarafından yayımlanması. Dünyanın en güzel kitapçılarından, benim de Godard Makinesi‘nin bazı kısımlarını üst katında yazmış olduğum, Shakespeare and Company’de kitabımı imzalamak. Hayal, hayal… Ben de Cemşit kadar hayalci olmasam, roman yazmakla uğraşır mıydım?

Kuşkusuz sinema tekniğin sonucudur. Bilimsel verilerin sağladığı teknolojik yapı sinema gibi bir alanı doğurdu. Peki sizce edebiyat neyin sonucudur?

Edebiyat, sinemadan çok önce varoldu. Bazı edebiyat tarihçileri, Cervantes’in 1605’te yayımlanan Don Quijote romanını dünyanın ilk romanı olarak kabul ederken, bazıları da Japon yazar Murasaki Şikibu’nun 1010 yılında kaleme aldığı Genji Monogatari‘yi yazılmış ilk roman olarak tanımlıyor. Tarihler arasında uçurum olsa da değişmeyen bir gerçek var: İnsanoğlu yüzyıllardır yazıyor, kurguluyor, karakterler yaratıyor. “Edebiyatın tam olarak neyin sonucu olduğu” konusunda keskin bir görüşüm yok, edebiyatın doğduğu o devirde yaşamadım. Çünkü her yazarın yazma nedeni de farklıdır. Bana göre edebiyat, dış dünyanın çirkinliklerinden bunalarak başka bir dünya kurma isteğinin sonucudur.

Fransa’da kaldığınız süre boyunca edebiyat dair gözlemleriniz ne oldu? Bunu Fransa’da okuma/okur bağlamıyla ilintilendirip söyleyebilir misiniz?

Fransa’da beni en etkileyen şey, okur yazar oranının yüksekliğiydi. Toplu taşıma araçlarında, kafelerde, parklarda çok fazla okuyan insan görürdüm. Bu durum, insanı ister istemez imrendiriyor. Kendi ülkemde de bunu görmek isterdim. Yazık ki bizde akıllı telefonların hakimiyeti, kitapların önüne geçmiş durumda. 

Paris’in beni çok etkileyen bir başka özellik, şehrin bir tür “yazarlar açık hava müzesi” olması. Şehrin hemen her sokağında bir yazarın izine rastlamak mümkün: “Oscar Wilde, 30 Kasım 1900’de bu otelde öldü.”, “Balzac, Parfümcü César Birotteau’nun Yükselişi ve Düşüşü adlı romanını bu apartmanda yazdı.”, “Baudelaire bu otelde x-x yılları arasında bu otelde yaşadı.” Paris, yazarları kucaklayan bir şehir. Yalnızca kendi yazarlarını değil, yabancı yazarları da kucaklıyor üstelik. Fransa dışından Dante, Dostoyevski, James Joyce, Ernest Hemingway, Scott Fitzgerald, Oscar Wilde, George Orwell, Samuel Beckett, Ezra Pound, Julio Cortazar, Jorge Luis Borges, Carlos Fuentes, Pablo Neruda, Gabriel Garcia Marquez, Sadık Hidâyet, Henry Miller, Milan Kundera ve daha nice yazarın; bizden Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik Abasıyanık, Onat Kutlar, Ferit Edgü, Demir Özlü, Nedim Gürsel ve nicelerinin yollarının Paris’e düşmesi tesadüf değildir.Henry Miller’ın Yengeç Dönencesiadlı romanında yazdığı şu pasaja tümüyle katılıyorum: “Rastlantı değildir bizim gibi insanları Paris’e üfüren… Zola’nın, Balzac’ın, Dante’nin, Strindberg’in ve bir şeyler olabilmiş herkesin nerede yaşadığını duvarlarda okuyabilirsiniz. Herkes bir dönem yaşamıştır Paris’te. Kimse ölmez burada.”

Paris’te gezdiğim hemen her kitapçıda Orhan Pamuk’un romanlarına rastlardım. Fransızlar, özellikle Kara Kitap‘ı çok seviyorlar. Kara Kitapbenim de tüm Pamuk romanları arasında en sevdiğimdir. Pamuk’un kitaplarını Paris kitapçılarının raflarında her görüşümde gülümser, kendi kitaplarımı görmüş gibi sevinirdim.

Fransızların yazma eylemine epeymeraklı olduklarını da belirtmek istiyorum. Ben açık alanda, kafelerde yazarım genellikle. Paris’teki kafelerde yazarken, yan masamda oturan kişi uygun bir vakit bulduğunda, ne yazdığımı mutlaka sorardı. Salt “muhabbet açma” amaçlı sorulmazdı o sorular. Tanıştığım kişilerle, yazının kurduğu ruhdaşlıktan olacak, uzun uzun konuşurduk. Alman yazar Phyllis Kiehl ile Les Deux Magots kahvesinde tanışmış, yazmak üzerine çok güzel sohbet etmiştik. Yazarın -dilimize çevrilmemiş- üç romanı var.

Merve Yakut neden yazar? Amacı, düşünüşü nedir?

Bu sorunun yanıtını aslında yukarıda verdim. Ben dış dünyanın kaba gerçekliklerinden, dünyadaki çirkinliklerden bunaldığım için başka dünyalar kurmak istiyorum; bu dünyayı romanlar aracılığıyla kurabileceğime inanıyorum. Dışarıdaki hayatlar, kitaplardaki hayatlardan daha çekici değil bence. Godard Makinesi‘nde Jülide’nin dediği gibi: “Belki de kurgu, gerçekten daha gerçektir.”

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl