Ana Sayfa Litera METİN TURAN’DAN ÖYKÜLER: SİYAH GÖKKUŞAĞI

METİN TURAN’DAN ÖYKÜLER: SİYAH GÖKKUŞAĞI

METİN TURAN’DAN ÖYKÜLER: SİYAH GÖKKUŞAĞI

Metin Turan’ı Grup Ekin ve Grup Yorum’un solisti olarak tanıyan pek çok kişi vardır. Kendisini tanımamış olsak bile, pırıl pırıl akan sesinden bilenlerimiz çoktur. Şimdi Bafra Cezaevi’nde. Artık çok az gören gözleriyle ama dünyaya hakim bakışıyla öykü ve roman çalışmaları var. İlk öykü kitabı “Siyah Gökkuşağı” 2018 yılında Favori Yayınları’ndan çıktı. Ardından ilk romanı “Her İnsan Bir Zamandır” ve gene bir öykü kitabı “Ama Bir Gün Bir şey Olur“… 2019 yılında “Öbürkü” adlı öyküsüyle Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülüne layık görüldü. Politik nedenlerle geçirdiği soruşturmalar ve aldığı cezalar sonucu 20 yılı aşkın süredir hapishanede. Bir süre önce Gaia Dergi’yle yapılmış bir röportajını okudum ve uzun yıllar sonra karşılaşmam böyle oldu Metin’le. Bunca yıl geçmişken öyküleri aracılığıyla da olsa sesini duymak beni hem heyecanlandırmış hem de duygulandırmıştı. Birçok kişi gibi ben de nerede, hangi durumda olduğunu, gözünün durumunu öğrenmiş oldum. Bir çırpıda da “Siyah Gökkuşağı”nı edinip okumaya başladım. Okudukça da hem Metin’le hem de okurla paylaşma isteğim arttı. Aslında amacım Metin’in yazdıklarını değerIendirmek değil, cümlelerinin bende yarattığı duyguları paylaşmak arzusu. Belki bu sayede kendisini göremesem, sesini duyamasam bile görüp duymuşçasına bir özlem giderme olur dedim kendi kendime.

Metin Turan, röportajında da sık sık vurguladığı gibi bizim “dışarıda” neredeyse teslim olduğumuz, uyumlu olduğumuz verili zamanı “içeride” evirip çevirmiş, eğip bükmüş ve fizik dışı boyutunun kendine özgü zamanı haline getirmiş. Öykülerinin hemen hepsinde bu zamanın geçmiş şimdiki gelecek halleri, düşünce sınırlarımızın ötesinde duygu halleriyle bezeli.

Pek çok öyküsünde ama özellikle “Siyah Gökkuşağı”nda hikâyenin içine direk değil, yavaş yavaş giren bir anlatımı var. Bu da okudukça merak duygusunu besliyor. Sık sık yaşadığım gibi, gecenin bir yarısında aniden uyanmış ve yatakta dönüp dururken, sabahın altısında elime aldım kitabını. Kendisinin de vurguladığı “sessizliği” kendimce yaşarken “iyi ki uyuyamamışım” dedirten bir sürpriz gibiydi ilk öykü.

“Bir saat sadece bir saat değildur hapishanede…”. Onlarca filozofun, düşünürün elinden değil de, bir hapishane memurunun güngörmüşlüğünden duymak böyle bir cümleyi, o cümlenin anlamını başka bir boyuta taşımış; salt güzel bir cümle olmaktan kurtarmış. Bu boyutun sadece dörtduvarla sınırlı olmadığını anlıyor insan okudukça. Okudukça cümleler mahpusluktan çıkıyor, “yaşamak” isteyen herkesin cümlesine dönüşüyor: “Aslında bu lanet yerde, bir şekilde seni hayatla buluşturan hatta seni hayata bulaştıran her anı değerlendur evlat…”,”… yağmurda ıslan. Karda biraz üşü. Biraz güneş yaksun seni…”.

“Ufak bir adımımın yankısıyla sessizliğin o anki büyüsü bozulacak diye adımlarımı erteliyordum.” diyor öyküdeki mahpus. O mahpus hayalimde önce Metin, sonra tanıdık tanımadık birçok insan yüzüne dönüştü. Şu “dışarısı” denilen koca dörtduvar içinde bir o yana bir bu yana savrulurken koşaradım, nefeslerimiz tıkanırken bu koşuşturmacada, sessizliğin büyüsünü yaratmak mümkün mü acaba? Sessizlik, tıpkı yalnızlık gibi bir ihtiyaca dönüşebiliyor bazen. Hapishane Çağı diye bir kitap okumuştum, Işık Ergüden’in. Kitabın bir yerinde “Yalnızlığın” içine sürüklendiğimiz değil, ihtiyaç duyup kullanabildiğimiz, kendimize ait bir tasarruf olması gerektiğini söylüyordu özetçe. Öyküdeki mahpusun, bu tasarrufu yaratma sürecine de tanık oluyor insan hikâye sürdükçe; tüm hırpalanmışlıklarına rağmen.

Şist… şşiişştt… Benim abim!” diyerek mahpusa seslenen Yurtsuz Selim, bugünün insanoğlunun “alabildiğine yorgun, alabildiğine kırgın, alabildiğine küskün, ezik ve alabildiğine kanayan, kanatan” yanı gibi hikâyeye dâhil oluyor; her birimizin bir yanı gibi. Vücudundan ter boşalması yerine, vücudunun ter boşaltması, sadece bir cümle oyunu değil, Selim’i tarifleyen bir cümleye dönüşmüş. Yurtsuz Selim, “Ne olur bana güzel bir şey söyle!” derken Mahpus’a, keşke biz de kaldırabilsek başımızı gökyüzüne, yaratabilsek ve değdirebilsek gökkuşaklarımızı birbirimizin hırpalanmış, küskünleşmiş içlerine.

İkinci hikâyenin kahramanı Ender, polisten kaçıp bir transseksüelin evine bodoslama dalarken, ben de daha ilk satırlarla birlikte, nedense Turist Ömer filmlerinden fırlamış bir Sadri Alışık tavrıyla ve sesiyle girdim “Bir Çay Daha Alayım O Zaman” öyküsüne. Kaçıp kovalamaca, helikopterler, sis duman arasında nefes nefese haller içinde Ender, Leydi Meydi ve trans Ceyda hikâyeye dâhil olurken, bu dehşet haline hiç de aykırı kaçmayan bir mizahi dil ise sürükleyicisi oluyor hikâyenin. Şehir, içinde türlü insanların ve hallerin yaşandığı değil, basbayağı yaşayan bir şehir olarak merkezde duruyor. Evin kapısı bile yaşıyor: “Evin zavallı kapısı hala dövülüyordu.” Hikâyenin kahramanı bir “sıradışılık” içinde şaşkın ördek durumundayken ve “öteki” birinin karşısında halden hale girerken, tüm bu saftirik halleri sadece “kâbusla” nitelendirilseydi, okuyanın da önyargısı işler hale gelebilirdi. Sadece ”rüyayla” nitelendirilseydi, bir çelişki iki satırda kolaycılıkla çözümlenmiş gibi olabilirdi. Oysa kitaplar devirmiş birçoğumuz “öteki” olana karşı hala çelişkilerle doluyuz; tıpkı hikâyenin kahramanı Ender gibi. Ender’in kendine sorusu da çelişkisindeki yerini buluyor: “Hala inanamıyorum. Rüya mı yoksa kâbus muydu bu?” Ender bir zamanlar Adanalı Nejat olan Ceyda karşısında kalın kafalılığını, “erkek”liğini “Bir çay daha alayım o zaman!” diyerek kırmaya çalışırken, “umarım” dedim kendi kendime, “şekerli ya da şekersiz çaylar içeriz karşılıklı her ‘öteki’ denilenle.” Belki o zaman hayatı da Sadri Alışık sesiyle ve keyfiyle karşılarız.

Hayatımızdaki ötekileri sadece farklı milliyetler, azınlıklar, mezhepler, cinsiyetler olarak bırakmamış öykülerinde Metin Turan. Bugün kaba sabalıkla, güvensizlikle, korku ve kuşkuyla, çıkarcılıkla örülü hale gelmiş ilişkilerimiz, çok uzak olmayan geçmişimizin nezaketle, anlayış ve paylaşımla, karşılıksız yardımla, şefkat ve vefayla ifadesini bulan dostluklarını, komşuluklarını ezip geçmiş durumda. Metin’in öykülerinin neredeyse tamamında artık öteki haline gelmiş güzellikler, asaletli bir dille önümüze seriliyor:

“Burda Hayat Var”da Emekli memur Vedat Bey, yitirdiği eşi Maide’yle hala sohbetler ediyor bu “ötekileşmiş” yaşamında. “Hayat” kanat çırpıyor ve Maide daha çok hayat buluyor Vedat Bey’in zihninde, yüreğinde.

“Eskiden Leylak Kokardı Evleri”nin Çınarlı Sokak’ında “içi dışı bir zamanlar fulya, altın sarısı zerrin, sümbül, şebboy, begonya, fesleğen ve menekşe, akşamsefası ve kasımpatılarla bezeli bu evlerden ikisine de bahar mor salkım ve leylaklarla gelir; çiçekli kokular tüm sokağı sarardı. Sokakta boylu boyunca çocukların baharlı kahkahaları yankılanır; kemerli, basamaklı kapıların gölgesinde âşıklar öpüşür; çınarın altında kahve höpürdetip söyleşenlerin kahkahaları, pencereden pencereye bağrışan kadınların sesine karışırdı” Daha çocukluklarında birbirlerini koruyup kollayan Aynur’la Madam Eleni, kazandıkları bu görgüyü ilerleyen yaşlarında da adeta inatla sürdürüyorlar. Yaşamın asaletli hali öykülerin dilini de sarıp sarmalıyor. Bazen de dinamik bir film tadında okutuyor kendini. Madam Eleni’nin evden çıkıp Aynur’a gitme sürecini sanki tek planlık bir film karesi gibi anlatımına yansıtmış yazar.

Benzer dinamiklikteki anlatım dili “9 No’lu Gişe”de de kendini gösteriyor. Öyküsünde ele aldığı ofis yaşamının tasvirinde, tıpkı hayatlarımız gibi hızla, soluksuz bırakırcasına akıyor kelimeler; uzunca bir süre noktasız, duraksamadan. Sanki bir şarkının sözlerini es geçip sadece müziğini dinler gibi, öykü okunan değil dinlenen oluyor adeta.

Asıl olarak detaylar değil midir hayatımızı özet olmaktan, cv’lere sığdırmaktan kurtaran? “Ense Traşı”nda iş görüşmesine yetişmeye çabalayan delikanlının paniği, ayaküstü girdiği berber dükkânında sakinleşiyor, dinginleşiyor, nefes buluyor. Çok şeyin rahatlıkla konuşulduğu berber dükkânı, fabrika, devlet dairesi, atölye, ofis yaşamlarının ve yollarının kaosundan çekip çıkarıyor delikanlı gibi bizleri de; içtenliğin dünyasına sokuyor.

Metin Turan’ın, öykülerinde yaratmış olduğu ve öz benliğiyle sarmaladığı kendine özgü zaman ya da zamansızlık “Tozu Gitsin Yalnızlığımın”da olduğu gibi okuru da çekiveriyor içine. Bildiğimiz zamanla birkaç dakikayı geçmeyecek bir süre, önceki yaşanmışlıkların izleriyle dolu ayları yılları içeriyor. Hesap kitapla dolu zihnimize rağmen, hele ki niyetliysek, kendi sokağımızın yalnızlığına içerleyip, “bu kez de yüksek sesle Merhaba!” diyebiliriz biz de in cin top oynayan Kuş Sokak’larımızda. “Kirloş’un Aynası” öyküsündeki gibi biz de bir köpekle sahibi olma güdüsüne girmeden sevgi akışında olabiliriz. “Mavili Beyazlı”da olduğu gibi savaşın ve tükenmişliklerin dünyasında biz de çocukluk hallerimizin saflığından yararlanıp yeniden yaratabiliriz iç dünyalarımızı. Biz de kendimizle ve geçmişlerimizle konuşmayı becerebilir, bugünümüze ve yarınlarımıza umutla bağlanabiliriz.

Kişisel geçmişimizi yalnızca yaşımız kadar geriye giderek açıklamak, zihinsel bir hastalık gibi geliyor bana. Albümlerimizin bile evimizin hangi köşesinde olduğunu unutmuşken, eski ve soluk fotoğrafların “Benim Avare Gölgelerim” diye tanımlanmış olması, köklerimize muhteşem bir saygı duruşu gibi… Hayatlarımız, “öldüğümüz zaman pazara düşmesin” diye, solgun fotoğrafların arkasına düşülen notlarla zaman bu biçimde birbirine “teyellenirken”, öykünün dili gene yüreğimizi sarıyor.

“Ölemeyecek kadar yaralı” haller içindeyiz. Ya ellerimiz kulaklarımızda kalacak ve “çayı tazeleme” gücünden yoksun bırakacağız kendimizi, ya da “Bir Çay Daha Alacağız O Zaman”. O zaman hayat Metin Turan’ın öykülerindeki unutulmuş kadim bir lisan gibi yalansız bir dilden akacak.

Şimdi merakla “Her İnsan Bir Zamandır’ın romandan yoluna koyulacağım. Ne yalan söyleyeyim, hiç de kaygı duymuyorum gecenin bir yarısı sıçrayarak uyanıp sabahı dar etmekten, koskoca bir roman bekler durur yanıbaşımda.

Siyah Gökkuşağı… Öykü… Favori Yayınları… 1. Basım: Temmuz 2018

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl