Ana Sayfa Litera MICHEL LEIRIS’İN ÇOK ESKİ DÜŞÜ

MICHEL LEIRIS’İN ÇOK ESKİ DÜŞÜ

MICHEL LEIRIS’İN ÇOK ESKİ DÜŞÜ

Her zaman ölüden yana olmak gerek.”

Gabriel García Márquez

Ölmek istemeyen adamdı;
Ellerini koparamadılar
Güneşte kızarmış elma dalından
Yoldan çeviremediler
Gölgeli asfaltta uçan ayaklarını”

Cahit Sıtkı Tarancı

Michel Leiris’in kırk iki sözcükten oluşan Çok Eski Düş adlı küçürek öyküsü (1), tiz ve etkili bir çığlık anının insanın yüzüne çarpmış biçimidir. Bireyselliğin yanında toplumsal nitelikleri de göze çarpan öyküsünde Leiris, “Sokakta kalabalığın önünde”, topluma açık olan bir uzamda infazların gerçekleştiği bir anı kahraman anlatıcı olarak okurun gözleri önüne serer. Böylece bireysel olan bir durum, toplumsal kalıba dökülür.

Çok Eski Düş” başlığı, okuru ilk elden anlatının kurmaca olduğu gerçeğini unutmaması konusunda uyarır. “Sokakta gerçekleşen bir dizi infaz”, metin yazarı Leiris’in yahut Çok Eski Düş’ü aktaran, anlatıcı-kahramanın bir düşü müdür?

Okur, anlatının dolambaçlı labirent(ler)ine girmeye başlar. Yazarın, dolayısıyla anlatıcının oyun daveti, nitelikli okur adına çoktan kabul edilmiştir.

Yaratıcı için gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz. Yaratım, insanın, iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulma imkânını sağlayan, sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir (sanat, din, vs.) (Winnicott 2013: 32).

Ara deneyim bölgesinin karmaşık labirentine giren okur düşün, oyunun ve gerçekliğin (realite) karşısında duran bir özne olarak vardır şimdi. Düş, “çok eski” olmasıyla, “bir dizi” kalabalığın içine sızmış varlıktır; ete kemiğe bürünmüş bir şekilde, soğuk ve öz gerçekliğiyle karşımızdadır.

Leiris, Oğuz Atay’ın o meşhur söylemi “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” (Atay 2014: 196) diyerek okurun karşısına çıkar bir anlamda; nesnel dünya ile bağlarını koparır, okuru metne davet eder. Çözülmüş bir hayat; rüya görme, fantezi kurma ve yaşamla bağlantılıdır fakat yerin ve dünyanın, eskimiş olan düş ile şimdinin ortasında, hayalî düzeyde keşfin yaratıcı ve parçalı öznesidir.

Fantezi görme (kurma), rüya görmeden oldukça farklı, şizofrenik ve patolojik sonuçları olan, psikoloji ve psikanalitiğin doğrudan inceleme alanında yaşayan bir olgudur. Winicott, rüyayı gerçek dünyada nesnelerle ilişki kurmaya uygun (Winicott 2013: 48) bulurken fantezi kurmayı ve düşü statik olarak tanımlar. Rüyalar, yaşama ait değerleri temsil ederken, fantezi kurma kendi başına bir olgu olarak kalır. Rüyaların büyük bir kısmı bastırılır buna karşın fantezi kurma (kendi başına) bastırmadan çok çözülme mekanizmalarıyla ilgilidir (Winicott 2013: 47) Sanata eğilimli olan, kendiliklerini var etme/gerçekleştirme biçimlerini sanatsal eserlerde bulan yaratıcı özneler, çözülmüş ve anlamdan/parçadan kopmuş modernizm sonrası (post-modern) dünyada, düşlere daha fazla sığınma gereği hissederler.

“Eski” sözcüğü, bir nitelik ve bir sıfat olarak yeni olan değer(ler)in karşısında olmayı temsil eder. Bu, bir anlamda eskinin mite dayandığını gösterir. Mit, yeni olanın karşısında geleneksel olanı, yerleşik/ yerleşmiş olanı imler. Yeninin karşısında, köhneleştiği ve saf biçimleriyle kabul görmediği için eskimiştir. Fakat mitler, yeninin içerisine yerleşerek, dönüşerek; nihayet biçim değiştirerek yaşarlar.

Rastlantısal olarak birarada fırlatılıp atılmış nesnelerden oluşan dünya; mitin etkisine girdiğinde, anlamsızlıktan çıkarak yaşayan, eklemli bütünlüğü olan, anlamlı bir kozmosa dönüşür; sonuçta dünya dil olarak belirir, insan ile kendi öz varolma biçimi, kendi yapıları ve kendi ritimleri aracılığıyla konuşur (Eliade 2001: 181). Sanatçının varolma biçimi de eserini ortaya koymasıyla olumlanır. Düşler ya da fanteziler, “çok eski” veya görece yeni de olsalar, bu mitlerle birlikte alırlar. Mitin etkisine giren dünya şu halde anlamsızlıktan çıkar, dil olarak belirir. Ölüm nasıl sonsuzluğu ve karanlığı imliyorsa mit de düşü imler. Dil olarak beliren mitsel dünya, onun en rahat yaşayabildiği uzam olan sanatta ve edebiyatta varlığını bulur.

Leiris’in üzerinde durduğu ve anlatısını şekillendirdiği ölüm temi, diğer taraftan ölümün bireysel oluş’una işaret eder. İnfazın, üstelik “sokakta”, kalabalığın önünde gerçekleşen infazın yöneldiği özne, anlatıcıya, dolayısıyla biz olan okurun karşısında olan bir ötekine karşı yönelen eylem biçimidir. Dolayısıyla anlatıcı kahraman ve yazar, öteki’ne, eylemin yöneldiği diğer bedene yönelerek, (o) insanların arasında olduğunu, bir kahraman, bir gerçeklik olduğunu okura göstermeye çalışır. Çünkü der Jose Ortega y Gasset, bedenimiz, tüm öteki şeylerin de bir beden olmasına yol açar (Gasset 1995: 84).

Bu anlamda öbür insan ya da öteki olacak kişinin bedeni, bizim için zengin mi zengin bir anlatımsallık alanıdır (Gasset 1995: 120). Yazar anlatıcı, bu anlatımsallık alanının sonsuz kaynağından beslenen bir yaratıcıdır.

Bir özgürlük sorunu olan ötekileştirme, ontik ve epistemolojik kökenlidir. Çok Eski Düş’te ötekileştirilen/ dıştalanan, infazı izleyen kalabalık ve infaz edilen kişilerdir. Fakat bu kişiler, tamamen pasifize edilmişlerdir. Eylemden uzaktırlar. Tepki vermezler. Sıra kendisine geldiğinde dehşete düşen anlatıcı kahramandaki “endişe”, onlarda yoktur. Leiris, öyküsüne bir dekor/yığın/ pasifize edilmiş görünüm olarak yerleştirdiği kalabalığın herhangi bir kıpırtısını okura aktarmaz. Öteki olan bu hissiz ve hareketsiz yığın, düşünce ve eylemlerinde kendine özgülüğünü yitirmiş, başkaya dönüşmüş ve başkaya batmış, kaybolmuş Ben’dir (Korkmaz 2008: 18). Sonunculeyin şeyleşmiş, düşünsel anlamda duygusuz ve yitik bir nesneye dönüşmüşlerdir.

Bu insanların arasında olan anlatıcı kahraman/anlatıcı yazar, bir dizi infazın gözleri önünde gerçekleşmesinin ardından iktidarı temsil eden karşıt değerin, son tahlilde bir başka ötekinin kendisine yöneldiğini, özneye (anlatıcıya), olumsuzluğa yönelen öznenin kendisine yönelmesiyle infazların kendisini ilgilendirdiğini “…ve bu beni son derece ilgilendiriyor” cümlesiyle belirtecektir. Cellat ve yardımcılarının anlatıcı kahramanın yanına gelmesi bu ilişki ve eylem biçimini doğrulayacaktır.

Cellat ve yardımcıları, küçüreğimizde iktidarı temsil eder. İktidar, mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesidir (Foucault 2011: 74). Özgür özneleri kendinde bulunan baskı mekanizmaları ve araçlarıyla hâkimiyet altına alan iktidar, özgür öznelere yönelerek varolurlar (Foucault 2011: 75). Bu anlamda infaz eylemini gerçekleştiren iktidar ve onu anlatıda temsil eden cellat ile yardımcıları, özgür öznelere yönelmiş, iktidarı temsil eden baskı araçlarıdırlar. Ellerinde bulundurdukları güç, ölümdür ve yetke görünmeyen, soyut bir iktidardan oluşmuştur. Burada okurun aklına gelebilecek sorulardan biri, infazın nedenidir. Yazar, anlatıda bu infazın ne’liğinden ve nedenselliğinden hiç bahsetmez. Çünkü ölüm, mutlak anlamda kesin bir olasılıktır; her olasılığı olası kılan olasılıktır (Levinas 2011: 50).

Dünyaya bir seçimle, bir yetkeyle gelmeyen insan, varoluşçuların ifadesiyle özgürlüğe mahkûmdur. Özgürlüğe mahkûm olan insanoğlu soluk alıp vermeye başlamasından itibaren ölümü kabul etmiş sayılır. Bilince sahip, sağlıklı (zihinsel bağlamda) yaşamlarda olabilirliğin en uç noktasını oluşturan/ var eden ölüm, insanın en büyük ve en derin kırılmasıdır. Bu nedenle insan türü ölüme karşı çaresizdir (Korkmaz- Deveci 2011: 121). İşte bu çaresizlik, neredeyse ilk insandan beri ölüme karşı gelme, ona karşı bir savaşıma girme fikrini doğurmuştur.

Kral Gılgamış, Lokman Hekim, Dede Korkut gibi mitsel anlatı, menkıbe ve hikâyeler; ölüm karşısında ontik uyumsuzluğa ve yıkıma uğrayan insanın epistemolojik bağlamda ölümsüzlük bilgisinin peşinden koşmasını simgeselleştirirler. Kendi varlığını dünyada ebedileştirmek için ölüme karşı yaşayan insan, onun kesin ve kaçınılmaz gerçekliğinin gölgesinde varolmak zorundadır. Ölümü kendisine yakıştıramayan insan, ruh-beden düalitesinin araf’ına sıkışarak ölümden sonra diriliş, başka bir bedende yeniden dünyaya gelme cennet/cehennem gibi inançları benimsemiştir. Böylece, dünyada yaptığı eylemlerin anlamlandırmalarını ona göre şekillendirme gereği duyar. Kuşkusuz salt ölümden sonrasını konu etmeleri bağlamında inançlar, ölümü, o değişmez gerçekliğin karanlığını ve kesinselliğini yumuşatma, mantığa bürüme eğilimini her zaman taşırlar.

Ölüm, Levinas’a göre varlığın sonsuzla ilişkisidir (Levinas, 2011: 23). Benim yokoluşumu, kabaca Ben’in, Benler’in yok oluşunu belirtir. Öteki’nin ölümü, Ben’im ölümümü kapsamaz ve benim için bir son ifade etmez. Fakat insan, ötekinin ölümüyle ölümü tanır. Kendi ölümü, onun yaşamının sonudur ve varlığın kıyametidir. Heidegger bunu, Dasein analitiğinde orda-varlığın otantikliği ya da bütünselliği içinde kavranıp bütünselliğinden emin olma çabasıyla güdülenir; orda-varlığın tamamlanmasına özellikle damgasını vuran ölüm, Dasein’in son birkaç anına damgasını vuran şey değil, insanın kendi varolma tarzını niteleyen şeydir (Levinas 2011: 15) şeklinde tanımlar.

Sırası gelen kahraman anlatıcı (anlatıcı kahraman), ölümün bu önlenemez gerçekliği karşısında dehşete düşmekten başka bir şey yapamayacaktır. Ölüm düşüncesi bilinmezliği beraberinde getirir. İnsanın tarih boyunca büyü ve fala böylesine ilgi göstermesi boşuna değildir. Çünkü insan bilmek, hâkim olmak ister. Bilgi güçtür. Bilgiye sahip olan özne güçlüdür fakat ölümün karşısında öznenin tüm anlamlandırma çabaları yok olur. Boşlukta dağılıp giden bir köpük baloncuğuna dönüşür. İçe çekilen birey bu sebeple benlik duvarlarına çarpa çarpa ruhunu yaralar. Sonuç hiçliktir.

MICHEL LEIRIS’in portresi. Francis Bacon

Çok Eski Düş, mekânsal bağlamda şu şekilde incelenebilir:

Klasik tanımların kolaycılığına kaçan okur için Çok Eski Düş’ün geçtiği mekân olan “sokak”, açık bir mekân olarak kabul edilebilecektir. Cellat ve onun yardımcıları tarafından infaz edilmek istenen anlatıcı- kahraman için sokak, bir huzursuzluk mekânıdır. Dolayısıyla kahraman, ontik bağlamda huzursuz ve sıkıntılıdır, endişelidir; çünkü şiddet, acımasız araçlarıyla anlatıcı-kahramana yönelmek üzeredir. Ramazan Korkmaz, Romanda Mekanın Poetiği başlıklı çalışmasında (Korkmaz 2007: 399-415) mekanın, edebi yapıtta göreli varlığına vurgu yaparak, “olgusal mekanlar” olarak değerlendirdiği labirentleşen dünya ya da kapalı dar mekanların fiziksel anlamda kapalı ev, apartman, hastane, köşk vs. gibi anlaşılmaması gerektiğini belirtir. Zira der Korkmaz, olgusal mekan anlayışında fiziksel boyutlar değil anlatı karakterinin o andaki ruhsal durumu, bağlamı ve mekanı nasıl algıladığı belirleyici unsurdur (Korkmaz 2007: 403).

Çok Eski Düş ele alındığında sokak, anlatıcı-kahramanla birlikte varolan bir uzamdır; anlatıcının ruhsal durumu kaygılı, dehşetli ve endişeli olduğundan labirentleşen dünyayı, yani kapalı dar mekanı imler. Korkmaz ve Deveci, küçürek öykülerde mekanın konumlandırılma biçimi için mekan(ın) insanın diğer insanlarla ilişkilerinde kendiliğini ortaya koyduğu yerdir (Korkmaz- Deveci 2011: 47) der.

Çarpıcı bir anı keskin ve tiz bir çığlıkla okura taşıyan Çok Eski Düş, bakış açısı ve anlatıcı sorunsalı bağlamında da söyleyecekleri olan bir metindir. Kısaca anlatıcının/yazarın, olayları nakletmek ya da anlatmak için kendine seçtiği konum olarak tanımlanabilecek bakış açısı (Korkmaz- Deveci 2011: 21), anlatıcının metnin ve kurgunun neresinde olduğunu, neleri hangi açıdan görüp hangi kiple anlattığını bize gösterir (Korkmaz- Deveci 2011: 21). Kahraman anlatıcı/ben anlatıcı, başkişisi olduğu öyküleri naklederken bazı küçürek öykülerde yazar hem öykü anlatıcısı, hem yazar hem de kahramandır (Korkmaz- Deveci 2011: 23). Çok Eski Düş’te varlığı iyiden iyiye hissedilen yazar, ilkin bir dizi infazın sokakta, bir kalabalığın önünde gerçekleşmesini şimdiki zamanda ve hâkim bakış açısıyla çekimliyor. Öykünün devamında, o “insanların arasında” görünen yazar, cellat ve yardımcılarının yanına gelmesiyle bir anda kahraman-anlatıcıya dönüşüyor. Dolayısıyla Leiris, Çok Eski Düş’te hem yazar hem kahraman hem de anlatıcıdır.

KAYNAKLAR

Atay, Oğuz, Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.

Eliade, Mircae, Mitlerin Özellikleri (Çev. Sema Rifat), Om Yayınevi, İstanbul, 2001.

Foucault Michel, Özne ve İktidar (Çev. Osman Akınhay, Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011.

Gasset, Jose Ortega y, İnsan ve “Herkes” (Çev. Neyyire Gül Işık), Metis Yayınları, İstanbul, 1995.

Korkmaz, Ramazan, “Romanda Mekanın Poetiği”, Edebiyat ve Dil Yazıları Mustafa İsen’e Armağan, Grafiker Yayınları, Ankara, 2007, s. 399-415.

Korkmaz, Ramazan, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme Sorunu ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yayınları, Ankara, 2008.

Korkmaz, Ramazan- Deveci, Mutlu, Türk Edebiyatında Yeni Bir Tür Küçürek Öykü, Grafiker Yayınları, Ankara, 2011.

Levinas, Emmanuel, Tanrı, Ölüm ve Zaman (Çev. Işık Ergüden), Dost Yayınları, Ankara, 2011.

Winnicott, D.W., Oyun ve Gerçeklik (Çev. Tuncay Birkan), Metis Yayınları, İstanbul, 2013.

Anılan küçürek öykü şu şekildedir: “Bir dizi önemli infaz, sokakta bir kalabalığın önünde gerçekleşiyor. Ben de o insanların arasındayım ve bu beni son derece ilgilendiriyor. Ta ki cellat ve yardımcıları yanıma gelene kadar, çünkü benim sıram gelmiş, bunu pek beklemiyordum ve [bu] beni dehşete düşürüyor.”

Utku Özbay:  Ardahan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Ana Bilim Dalı, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi

utku.ozbay@gmail.com

Kapak Görseli: Sabahattin Tuncer

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl