Ana Sayfa Manşet Mike Davis İle Sosyalizm ve Kapitalizmin Suçları Üzerine

Mike Davis İle Sosyalizm ve Kapitalizmin Suçları Üzerine

Mike Davis İle Sosyalizm ve Kapitalizmin Suçları Üzerine

RÖPORTAJ: Meagan Day

Onlarca yıldır sosyalizmin sadece bir « ceset sayımı » olduğunu duyduk. Mike Davis, Stalin, Mao ve on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin en parlak döneminin sarsıcı soykırımlarını tartışıyor.

Bu yaz seçim dalgası ABD sosyalist soluna alışıldıktan çok daha büyük bir izleyici kitlesi kazandırdı. ABD sosyalist solu, sadece siyasi fikirleri için olağanüstü geniş bir dinleyici kitlesi kazanmakla kalmadı, aynı zamanda ideolojik rakiplerinin retorik cephaneliğini de tüketerek onları korkutmayı başardı.

İdeolojik rakiplerinin argümanlarının çoğu tanıdık. Stalin’in Rusya’sında ve Mao’nun Çin’inde meydana gelen vahşetlerin altını kalın siyah çizgilerle çizmek, sosyalistlerin altını oymanın en popüler yöntemlerinden biri olageldi.

Büyük Çin Kıtlığı ve Stalin yönetimindeki Sovyet kıtlığı gibi olaylar, sosyalizmin asla işe yarayamayacağının ve çok tehlikeli bir distopya olduğunun kanıtı olarak gösteriliyor. Buradan hareketle, insanlığın, kapitalizmle daha iyi durumda olduğu ileri sürülüyor.

Mike Davis’in Geç Viktorya Dönemi Holokostları adlı kitabı bu savın altını önemli ölçüde oyuyor. Zira kapitalizm kendi başına muazzam bir mezarlığı anımsatıyor. Kıtlıklar, küresel bir ekonomik sistemin uygunluğunu ölçmek için kullanılan bir ölçütse, kapitalistlerin yanıtlaması gereken çokça soru bulunuyor.

Davis’le, kapitalizmin tarihsel suçlarının sosyalizminkinden nasıl farklılaştığını, her zamankinden daha vahşi bir kapitalizm çağında bunlar arasındaki farkları ve sosyalist sol için olası yeni açılımların ne olduğu hakkında konuştuk.

  • Bana 1870’lerin Hint kıtasının kıtlıklarından bahseder misiniz ?

Güney ve Doğu Asya’nın büyük toprak sahiplerinin üretime katılımı kesinlikle bir felaketti. Hikaye yerden yere farklılık göstermesine rağmen, tarımdaki bu yeni yapılanma, açlığın sebep olduğu ölümleri yüksek oranlara ulaştırdı.

Hindistan bu köylülük felaketinin en dramatik örneğini teşkil ediyor. Bu yeniden yapılanma kısmen İngiliz liberalizminin gözetiminde meydana gelmişti. 1870’lere gelindiğinde, İngilizler, ihraç tarımsal ürünlerin, iç tarım bölgelerinden kıyılara taşınması için, kanallar ve demiryolları inşa ettiler. İngilizler, demiryolu ağı nedeniyle, Hindistan’da artık kıtlık yaşanmasının mümkün olmadığını iddia ediyorlardı.

ABD İç Savaşı’nın yol açtığı pamuk kıtlığı ve buna müteakip, acil hale gelen talebi karşılamak için büyük ölçekli sulama projeleri geliştirdiler.

Hindistan’da geçmişte şiddetli kıtlıklar vardı, ancak Çin’de olduğu gibi, ülkenin başka bir yerinde üretilen mahsullerle telafi edilemeyen, bir kıtlık asla olmamıştır.

İngilizler, demiryoluyla, tahılı, fazla üretimin olduğu bölgelerden kuraklık veya selden etkilenen bölgelere taşıyacaklarına inanıyorlardı.

1876’da, art arda iki muson felaketi meydana gelmişti ve Batı ve Güney Hindistan’da kıtlık yaşanmaya başlamıştı. İşte tam bu noktada, demiryolları, kıtlık bölgelerine tahıl ulaştırmak için işlevsel bir rol oynadılar.

Ancak yerel tahıl piyasası büyük ölçüde özelleştirilmiş olduğundan, tahıl tüccarları, tahılı kıtlık bölgelerinden çekip, fiyatların yükselmesini beklemek için demiryolu istasyonlarında stoklamaya başladılar.

Yüzyıllarca süren kuraklık, köy ve kasaba düzeyinde, küçük rezervuarlar şeklinde, yerel su depolama sistemlerinin ataerkil feodal ilişkiler ve imece yoluyla inşa edilmesine yol açmıştı.

Bu yüzden, Babür Hanedanlığı döneminde [1526-1857] kıtlıklar meydana gelmesine rağmen, on dokuzuncu yüzyılın devasa kıtlığı ölçeğinde bir insan kırımı meydana gelmemişti.

İngilizler geldiğinde, yerel su depolama sistemini tamamen görmezden geldiler.

İngiliz sömürgeciliği yerel aşiretlerin çoğunu yerlerinden ettiler. Köylerde güç hiyerarşisi, tüccarlar ve tefeciler lehine değiştirildi. Tüccar ve tefeciler ordusu, tahılı ucuza satın alıp pahalıya satarak iktidarlarını ekonomik anlamda tahkim ettiler. Tefeciler ve tüccarlar, kıtlık kapıya dayandığında, aç köylüleri doyurmaktansa tahılda vurgunculuk yapmaya daha yatkın yarı feodal bir sınıftı.

Bununla birlikte, ne olursa olsun, piyasanın işleyişinin engellenmemesi gerektiğine dair fanatik, dogmatik bir İngiliz inancı mevcuttu. Piyasa nihayetinde kıtlığı gidermek için çalışan dinamik bir bünyeydi. Bu, 1840’larda İrlanda’da uyguladıkları politikanın aynısıydı ve bu piyasa fetişizmi, İrlanda nüfusunun yaklaşık beşte birinin açlıktan ölümüne yol açmıştı.

İrlanda’nın sığır ve at gibi büyükbaşı ihraç ettiği bir zamanda, ülkenin batısındaki insanlar açlıktan yamyamlığa mahküm edildiler.

Hindistan’daki sömürge İngiliz yönetimi içindeki radikal eleştiriler sayesinde, insanların çalıştığı yerde beslenmeleri, gönülsüzce mümkün kılındı.

Ancak, insanların yiyeceğe ulaşmaları, demiryolu inşaatı ve kanal kazma projeleri gibi, ağır işçilik gerektiren yardım alanlarına yürümelerini ya da bu şantiyelerde bizzat çalışmalarını gerektiriyordu.

İnsanlar yiyeceğe ulaşmak için evlerinden bazen yirmi beş, otuz, bazen de kırk mil yürümek zorunda kalıyorlar ve yol boyunca sinekler gibi telef oluyorlardı. Zaten kötü beslenmişlerdi ve ne bu büyük mesafeyi yürüyebilecek ne de ardından ağır işlerde çalışabilecek durumda değildiler. Yardım bölgelerine ulaşanların bir çoğu sonra şantiyelerde öldüler.

Bu, Afrika kolonilerindeki zorla veya angarya çalıştırma şekillerine ya da Nazilerin II. Dünya Savaşı sırasında genellikle Yahudilere reva gördükleri, ‘ölene dek çalıştırma’ sistemine çok benziyordu.

Burada, Hindistan’ın Britanya İmparatorluğu’ndaki rolüne dair bir zaman kesitinden söz ediyoruz.

Hindistan, on dokuzuncu yüzyıl Britanya ekonomisi için kesinlikle çok önemli bir bölgeydi. İngiltere dünyanın diğer bölgelerinde ithalat lehine ticaret açığı verirken, bunu, ancak Hindistan’dan yaptığı ihracatla telafi ediyordu.

İngiliz profesyonel ordusu çok küçüktü. Hindistan büyük asker rezervi sayesinde, İngilizlerin, Asya’da, Afrika’da ve nihayetinde I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da hacimli bir ordu bulundurmasını sağladı.

Silah altına alınan askerlerin ihtiyaçları, bir tür keyfi vergilendirme yoluyla karşılanıyordu. Köylerden alınan keyfi vergiler, ne yerel su depolama rezervuarlarının inşasına, ne tarım aletleri ve makinalarının yenilenmesine ne de eğitime yatırım için harcanıyordu.

Bunu, aynı dönemde ilköğretime oldukça etkileyici bir şekilde yatırım yapan Tayland örneğiyle karşılaştırdığımızda, Tayland’ın, okur yazarlığa yaptığı yatırım sayesinde, sömürgecilik belasından kurtulduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz.

Kuraklık, tahıl pazarının özelleştirilmesi, gönülsüzce işleyen, yıkıcı bir yardım sistemi ve tarımın yeni yapılanmasından sonra köylerin artık eski altyapıya veya kaynaklara sahip olmaması gibi, tüm bu faktörlerin birleşiminden oluşan, bir kıtlık felaketi, sekiz ila on iki milyon arasında insanın ölümüne sebep olmuştu.

Ve sonra aynı felaket 1890’ların sonlarında, birincisinden daha büyük bir ölçekte tekrarlandı.

Bu sefer olay yerindeki Amerikalı muhabirlerden biri, piyasalara koşulsuz güven duyan İngiliz politikasının, açlık olan bölgelere yiyecek göndermek konusundaki isteksizliğinin, yine milyonlarca insanın açlıktan kırılmasına nasıl yol açtığını ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu.

1870’ler ve 1890’lardaki kıtlık felaketleri nedeniyle bazı bölgelerde nüfus artışı dramatik bir şekilde yavaşlamış ve 1948’deki bağımsızlığa kadar toparlanamamıştı.

Hindistan her ne kadar kalabalık bir ülke olsa da, bu büyük ölçekli felaketlerin yol açtığı nüfus kaybı ile üretken kaynakların yok edilmesi, Ortaçağ Avrupa’sındaki Kara Veba dönemi ve Moğol istilalarına eşdeğer özellikler gösterir.

Üstelik bunlar, modernitenin en güçlü sanayi ulusunun gözetiminde ve bilinçli politikalarıyla gerçekleşen felaketlerdi. Hintlilerin kendi vergileriyle karşıladığı modernleşme, sıradan Hintliler için çok az şey yaptı ya da hiçbir şey yapmadı. Aslında, modernleşme, tahılda spekülatif bir pazarı doğurması, çevresel bir olayı toplu ölüme neden olan bir kıtlığa dönüştürmesi bakımından, yıkıcı etkilere sahip bir olgudur.

Pasifik Okyanusu’ndaki rüzgarların ve yüzey sıcaklıklarının dalgalanmasından oluşan ve El Nino olarak da bilinen çevre felaketi, Çin’de 1876’da başlayan bir kıtlığa yol açmıştı.

Bu kıtlık milyonlarca insanın ölümüne yol açtı. Geç Viktorya Dönemi Holokostları, bu kıtlığın bazı tüyler ürpertici tasvirlerini içeriyor.

Örneğin, açlık, bir çok Çinlinin hırsızlık yapmasına neden oldu. Ancak yetkililer, aç hırsızları, yavaş yavaş açlıktan öldükleri, “çile kafesleri” denen demirden kafeslere kilitliyorlardı. Bir deri bir kemik kalmış insanlar nihayet yere yığıldıklarında, canlı canlı yenmek için köpeklerin önüne atılıyorlardı. Öyle ki, sokaklarda artık açıktan açığa insan eti satılıyordu. Ebeveynler kendi çocuklarını öldürmeye ve yemeye dayanamadıkları için çocuklarını başka bir aç çiftle değiştiriyorlardı.

  • Bu korkunç açlığa yol açan sebepler nelerdir ?

Çin, on sekizinci yüzyılda kesinlikle bir istisna teşkil ediyordu. O, sadece dünyadaki en kalabalık toplum değildi, aynı zamanda köylülerin yaşam hakkının, az çok devlet tarafından garanti altına alındığı tek ülkeydi.

Çin, Hindistan’da da olduğu gibi, her zaman bir bölgede tahılda üretim fazlası verildiği, diğerinde tahıl açığının olduğu bir ülkeydi.

Mesela, güney Çin genellikle sel felaketinin kurbanı bir bölgeyken, Çin’deki çevre sorunlarının çoğu Kuzey’de, Sarı Nehir havzasında yoğunlaşıyordu.

Çinliler, işte bu acı eşitsizlikle başa çıkmak için, muhtemelen Çin Seddi’nden daha fazla insan emeğine mal olan, Büyük Kanal’ı inşa ettiler.

Büyük Kanal, Orta Çin’in Yangtze bölgesini Kuzey Çin’e, Sarı Nehir havzasına, bağladı.

Bu bağlantı, kıtlık zamanlarında, pirincin Güney’den Kuzey’e gönderilebileceği anlamına geliyordu. Güney’in kıtlık sorunları varsa, darı ve buğday artık Kuzey’den Güney’e rahatlıkla sevk edilebiliyordu.

Tahılların nakliyatı sayesinde, on sekizinci yüzyıldaki kuraklığın büyük ölçekli bir kıtlığa dönüşerek milyonlarca potansiyel cana mal olması engellenmiştir.

Çinliler, İngilizlerin Hindistan’da yaptıklarının tam tersini yaptı. İngilizlerin, açlıktan ölmek üzere olan insanları şantiyelere kilometrelerce yürüttüğü yerde, Çinliler, herkesin evde kalmasında ısrar ettiler ve insanların bulundukları yerde, hiçbir işe gerek duymaksızın, gıda yardımı almalarını sağladılar.

Ayrıca, Çin’deki her ilçede bir tahıl depolama deposu mevcuttu. Tahıl ambarlarını sürekli dolu tutmak, tahılın çalınmasını, ve karaborsada satılmasını önlemek, etnik Mandarinlerin en önemli görevlerinden birisiydi. Çin tahıl ambarı sistemi, Roosevelt’in başkan yardımcısı Henry Wallace’a da esin kaynağı olmuştur.

Kısacası, Çin, on sekizinci yüzyılda dünyadaki en etkili kamu hizmetine sahip ülkeydi.

Bu işlevsel kamu sistemi, sıklıkla görülen çevresel olaylarla başa çıkma ve kıtlığı giderme kapasitesi bakımından benzersizdi. Avrupa ülkelerinde ise durum hiç de öyle değildi. On sekizinci yüzyılın başında birkaç milyon Fransız açlıktan ölmüştü ve bu felaket sırasında devlet neredeyse tamamen pasifti ya da mevcut değildi.

Ve 1840’larda, İrlandalılar ise, kendilerini doyurabilecek bol miktarda tahıl kaynaklarına rağmen, açlıktan kırıldılar.

Yani Çin oldukça istisnai bir durum teşkil ediyordu. Ancak Avrupa ülkelerinin Çin’den tavizler koparmasına yol açan Afyon Savaşları’yla birlikte işler değişmeye başladı.

Tıkırında işleyen sistem paramparça oldu. Etnik Mandarinlar yozlaştılar ve tahıl ambarlarını satmaya başladılar. 1860’larda Çin, en büyüğü Taiping İsyanı olan ve muhtemelen dünya tarihinin en kanlısı, üç adet iç savaş yaşadı.

Çin muazzam bir krize girmişti. Krizin en yıkıcı kayıplarından biri, Büyük Kanal’ın aksatılan bakımıydı. İsyancılar kanalın bir kısmını ele geçirdiler. Tahıl ambarı stokları kaybolmaya, Büyük Kanal’da korsanlar cirit atmaya başlamıştı. Emperyalizm ve sömürgecilik ile birlikte, Çin’de, on sekizinci yüzyıldaki dramatik kıtlığı bertaraf eden devlet kapasiteleri ve kamu altyapıları dağılıp paramparça oldular. Ölü sayısı, neredeyse hiç yağışın olmadığı Kuzey Çin eyaletlerinde korkunç boyutlara ulaştı.

Kelimenin tam anlamıyla, açlığın yol açtığı bir soykırımdan bahsedilebilir. Bazı ilçelerde nüfusun dörtte üçünden fazlasının, hatta yüzde 90’ının açlıktan kırılmasından bahsediyoruz.

Normalde kıtlık zamanlarında bir nüfus hareketliliği söz konusudur, ancak bu durumda insanlar o kadar zayıftılar ki, makul bir yürüme mesafesindeki yardım yerlerine bile gidemediler. Yerlerinde kalakaldılar ve sinekler gibi öldüler.

Buraları zaten erişilmesi zor bölgelerdi. Kuraklığın başlamasının hemen ardından tahıl ambarlarının boş olduğu ortaya çıktı. Yozlaşan etnik Mandarinler tahılı karaborsada satmışlardı.

Hindistan’da olduğu gibi, 1890’larda Çin’de de bir kıtlık daha yaşandı. Yine, Çin’in bu bölümünde nüfus, Çin Devrimi’ne kadar kıtlık öncesi düzeyine ulaşamadı.

Çin köylülüğünün, komünistleri desteklemesinin en önemli nedeni, savaş ağalarından mürekkep yerel yönetimlerin ve onları izleyen birleşik ulusal hükümetin felaketleri yönetmekten tamamen aciz olmaları gerçeğiydi. Zira nehir yollarını kontrol etmek ve tahılı taşımak, Çin’deki hükümetlerin ve hanedanların meşruiyetinin bir tür ayırt edici özelliği haline gelmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında yine korkunç bir kıtlık oldu. Komünistler kıtlıkla mücadelede çok aktiflerdi, bu da onlara saygınlık ve meşruiyet kazandırdı. Bu nedenle, 1949’da kurulan Halk Cumhuriyeti, yalnızca toprak reformları ve Japonlara karşı vatan savunusu için değil, aynı zamanda, Çin’deki kıtlığı sonsuza dek sona erdirme sözü verdiği için çok geniş bir halk desteğine sahipti.

1950’lerin sonunda Çin’de olanlar, kısmen Ukrayna’da Stalin’in projesinde olduğu gibi, hiçbir şekilde bir sınıfı veya bir bölgeyi aç bırakmaya yönelik kasıtlı bir girişim olarak değerlendirilemez.

Ama yine de bana göre, kesinlikle suç teşkil eden eylemlerdi. Merkez Komite’de görevli üst düzey Çinli generallerden biri, kıtlık konusunda Mao’yla yüzleşmeye cesaret etmek yüzünden görevinden alındı. Mao, anlaşılan, herhangi bir kıtlık olduğunu kabul etmiyordu. Oysa bu durum, İngilizlerin 1870’lerin ve 1890’ların kıtlıklarından cezai sorumluluk sahibi olmaları gibi, cezai yaptırımı olması gereken bir olaydı.

  • Kapitalizmin küreselleşmesi kıtlığı ve savaşı nasıl tetikliyor?

Marx bunu Kapital’in I. cildinde, ilkel kapital birikim hakkındaki önsözünde, en iyi şekilde ele almıştır. Kapitalizmin temellerine bakınız. Orada kölelik, sömürgecilik, Avrupa köylülüğünün bireysel mülkiyetine ve topraklarına el konulması, ihtiyaçtan fazla tahıl üretimi için yeni alanlar açılması ve bu sebeple yerli halkların yok edilmesi gibi parametreler bulursunuz.

1870’lerde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Plains Kızılderililerinin nihai yenilgisinden sonra, onların eskiden sahip oldukları yayla ve tarlalar, buğday ekimi için aniden kullanılabilir lukratif alanlar haline geldiler.

Bu yeni tarım alanları yerli halkın yok edilmesi pahasına oluşturulmuştur. Bu sistemin büyümesinin hemen hemen her aşaması, vahşi ve keyfi kamulaştırma, zorla çalıştırma, yerinden etme gibi kapitalist süreçler içeriyor.

Sanayi devriminde sözüm ona benzersiz zenginlik biçimlerinin yaratılmasının, fabrika işçilerinin yoksullaşması ve insanların tüberküloz ve işle ilgili hastalıklardan ölmesi pahasına gerçekleştiği gerçeğinden bahsetmiyorum bile.

Görüldüğü gibi, « zenginlik », ölümcül sanayi şehirlerinin yaratılmasıyla el ele yürüyen süreçlerin toplamı bir olgudur.

Şimdi, sosyalistler arasında, ilkel kapital birikimin, modern kapitalizmin ayrılmaz bir parçası mı yoksa kurucusu mu olduğu konusunda bir tartışma sürüyor. Bazıları bu ilkel kapital aşamanın (avcılık, toplayıcılık), kapitalizme sadece kanlı bir önsöz teşkil ettiğini düşünüyor.

Ancak, Rosa Luxemburg, başyapıtı Sermaye Birikimi’nde, ilkel birikimin modern kapitalizmin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve yaşayacaksa, bunun, yeni pazarlar ve yeni emek kaynakları yaratmaya devam etmesi gerektiğini savunuyor.

Çağdaş düşünürler arasında David Harvey de, Luxemburg’un bakış açısını paylaşıyor.

Her halükarda, kapitalist dünya sisteminde, cebri ve özgür olmayan emeğin oynadığı önemli rolü kabul etmek gerekiyor.

Batı yarımkürede, bu tür şeylerin, kölelerin özgürleşmesiyle sona ereceği inancı, tamamen yanlış bir inançtır.

İkinci önemli parametre ise savaştır. Dünya pazarının yeniden üretimi için savaşın gerekli olup olmadığı her zaman tartışılageldi.

Bazı insanlar yirmi, yirmi beş yıl önce tarihin sonunu görüyorlardı. Yirminci yüzyılın savaşları, diğer birçok faktörün de körüklediği, piyasalar ve kaynaklar üzerindeki rekabetler tarafından yaratıldı. Birinci Dünya Savaşı neredeyse tesadüfen başlamış olabilir, ancak güçlerin çarpışması için tüm koşullar zaten hazırdı.

Topraklara ve pazarlara olan talep ve ticaretin kontrolü nedeniyle savaşın kaçınılmazlığını teyit eden faktörler cephe gerisine yığınak yapmıştı.

Küçük köylülerin mülksüzleştirilmesi, Avrupalı olmayan büyük toprak sahiplerinin küresel sisteme entegre edilmesi, insanları kültürel veya sosyal etkinliklerden mahrum etmekle kalmayıp, aynı zamanda aşırı çalıştırarak sağlıklarını tahrip eden sömürü sistematiğine dayanan endüstriyel ekonomilerin oluşması, kitlesel emperyal savaşlar ve sonra elbette birçok sömürge ekonomisinin asla kurtulamadığı hammedede bağımlılık durumu gibi faktörler sistemik bir şiddete karşılık geliyor.

Kısacası, dünya pazarına ve küresel kapitalizmin doğasına dair, yerleşik, sistemsel ve kaçınılmaz bir şiddetten bahsetmek mümkündür.

Ukrayna’daki kıtlık, 1937-38’de Sovyetler Birliği’ndeki tasfiyeler, Büyük İleri Atılım ve Kültür Devrimi ve Kızıl Kmerler gibi şeyler siyasi suçlara tekabül ediyor. Ve elbette birçok sosyalist, bunların sosyalizm altında meydana geldiğine itiraz edecektir.

Stalinizm, bir ideoloji olmaktan çok, Hitler’in Orta ve Doğu Avrupa’da öldürdüğü kadar komünistin hayatına mal olan, bir tür rövanşist tepki olarak da okunabilir.

Şu ana kadar hiç kimse sosyalist bir toplum inşa etmedi.

Stalin’in Rusya’sı ve Mao’nun Çin’i hakkında konuştuğumuzda, aslında, bir geçiş toplumundan bahsediyoruz. İşte bu geçiş toplumlarında şiddete benzer sistematik bir mantık yoktur. Oradaki mantık politiktir, devlet gücüyle ilgilidir.

Ancak Sovyetlerde bir istisna durumu mevcuttu. Kentsel endüstriyel gelişme ile kırsal alan arasında derin bir çelişki vardı. Bolşeviklerin miras aldığı viran toplumda, köylülerin, ihtiyaç duydukları şeyleri, özellikle de tarımı daha verimli hale getirmek için ihtiyaç duydukları üretim araçlarını almalarını sağlayacak olanaklar mevcut değildi. Bu da köylülerin şehirler için yiyecek üretmek için çok az motivasyonu olduğu anlamına geliyordu.

Stalin sonunda büyük bir zorlama ve şiddet kullanarak bunun üstesinden gelmiştir (Kulaklar hadisesi). Yani geçiş toplumlarının doğasında var olan ve esas olarak bu çelişkiden doğan sistemsel bir şiddet olduğunu, bu bakımdan, söyleyebiliriz.

Geçiş toplumlarına örnek oluşturması bakımından Sovyetler Birliği’nin özel tarihsel bir konumu bulunuyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, bir milyon Kızıl Ordu askerinin öldürüldüğü bir iç savaş ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan kıtlık ve hastalık ve daha fazlası; Sovyetlerde toplum 1921’de aşağı yukarı tamamen yok edilmiştir.

Rusya kendi başına bir salyangoz kabuğunu andırıyordu. Bolşeviklerin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak için öne sürdükleri temel gerekçe de buydu.

Ve bu gerçekleştiğinde, daha adil ve eşitlikçi bir toplum yaratmak için her zaman tasavvur edilen yoldan kendilerini alıkoydular. Ve elbette ekonomik boykotlar, müdahaleler ve Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen savaşlar da rejimin iç şiddette ve diktatörlüğe dönüşmesinde önemli rol oynadılar.

Çin örneği bazı yönleriyle daha çok yürek parçalayıcıdır. Devrim 1950’lerde işe yaramaya başladığında kooperatifler açıkçası iyi bir yoldu.

Çin, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak, üretimi destekleyecek büyük bir sanayi birikimine sahip değildi. Ve Kıtlık için İleriye Doğru Büyük Atılım, bence hiç gerçekleşmemeliydi. Kırsal kesimdeki Çin halkının yaşam hakkını güvence altına almayı vaat eden iktidar için, Atılım, bir meşruiyet kaybı anlamına geliyordu.

Bu hata kesinlikle görmezden gelinemez. Bu kesinlikle Mao Tse-Tung’un ve Çin Komünist Partisi’nin bir hatasıdır. Bunun sosyalizmin suçu olup olmadığı başka bir denemenin konusudur.

  • Eh, sosyalizmin ideolojik muhaliflerinin yanıtı, sosyalizmde gücün kötüye kullanılmasının kaçınılmaz olduğu olacaktır. Ve belki de kapitalizm altında bir dereceye kadar kaçınılmaz eşitsizliği ve hatta şiddeti kabul edeceklerdir. Ancak onlar için kapitalizmin sosyalizmden üstün olmasının biricik nedeni, siyasi gücün kötüye kullanılması yerine, bu eşitsizliği ve sistemsel şiddeti tercih etmeleri olmuştur. Sizce onlara nasıl karşılık vermeliyiz?

Kapitalizm ve demokrasi arasındaki denklem en iyi ihtimalle zayıftır. Liberal demokrasi, büyük ölçüde işçi hareketlerinin ve bu hareketlerin oy hakkı için verdikleri tarihsel mücadelenin ürünüdür.

Bu arada Güney Amerika’nın tüm tarihi, kapitalizmin çoğu zaman demokrasiyle değil, diktatörlük ve oligarşik yönetimle ilişkili olduğunu gösteriyor. Yani bu denklemi temelden sorgulamanız gerekiyor.

Katolik veya Pentikostal fark etmez, tutun ki Hristiyansınız. Engizisyonu mu yoksa şiddet içermeyen direnişi mi desteklerdiniz?

Sosyalizmin o kadar az tanımı var ki, bence Amerika Demokratik Sosyalistlerinin sahip olduğu ve çok etkili olduğunu düşündüğüm konuma geri dönmeleri gerekiyor. Geri çekilip, « geleneklerimiz nedir ?» diye sormaları gerekiyor.

Tanrı aşkına, şurada kanlı bir devrimden değil, sosyalist demokrasiden bahsediyoruz. Kaynakların demokratik dağılımının ve büyük ekonomik kararların demokratik olarak alınmasının gerekliliğinden bahsediyoruz ki, bu, ancak, sosyal mülkiyetin büyük ölçekli devletleştirilmesi, toplum tarafından demokratikleştirilmesi ve yönetilmesiyle ortaya çıkabilen bir şeydir.

Sosyalistlerin vurgulaması gereken iki önemli nokta bulunuyor. Birincisi, kapitalist toplumun doğasına dair, siyasi ve ekonomik şiddetin sistemsel ve kaçınılmaz olduğu gerçeğidir.

İkincisi ise, sosyalizmin Stalinizm ve Maoizm ile karıştırılmaması gerektiğidir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde, sosyal demokrat Kuzey Avrupa hakkında ya da daha devrimci kampta, devrimci mücadeleyle kurulmuş devletlerin (Nikaragua, Kamboçya vb. ) diktatörlüğe dönüşmesini engellemeye çalışırken ölen yüz binlerce insan hakkında neredeyse tam bir bilgi eksikliği bulunuyor. Bu ölen insanlar da sosyalistti.

Sosyal demokratların kaydettiği ilerlemeler de dahil olmak üzere sosyalizmin başarılarına işaret etmemiz gerekiyor. İster liberaller ister devrimciler olsun, geniş sol, sosyal demokrasinin kazanımlarını vurgulama konusunda her zaman çok kötü bir performans sergiledi.

En soldan biri olarak, bu kötü performansın psikolojik eşiklerini çok iyi tanıyorum.

Sosyal demokrasi, ekonomik eşitsizliği sorun olarak görüyor. Asıl sorun ekonomik eşitsizlik değil, makro ekonomide piyasalar ve sermayenin kontrolü üzerinde herhangi bir gücün olmamasının yol açtığı kaostur. Sermayenin başıbozukluğunun kötü yansımalarıdır. Nihayetinde sermayenin, sosyal demokrasi etrafında kendine bir yol bulacağı kanısındayım.

Ama yine de, bu, yeni karakteristikleri olan bir dönem. Artık çok daha vahşi bir kapitalizme sahip bulunuyoruz. Bu durum siyasi parametreleri köktenci bir şekilde değiştiriyor.

Mesela Bernie Sanders, Franklin D. Roosevelt’in 1944 kampanyasında gündeme taşıdığı Ekonomik Haklar Bildirgesi’nin yeniden canlandırılmasının savunuculuğuna soyundu.

Sanders koalisyonunun programına bakarsanız, bunun için savaştıklarını anlarsınız. Bunlar, servetin bir dereceye kadar eşit yeniden dağıtımını öngören sosyal demokrat taleplerdir.

Onlara sosyalist ya da devrimci diyemiyorum, çünkü ekonomik güce ve mülkiyete kökünden meydan okumuyorlar.

Ancak Demokrat Parti’nin programı olan « New Deal » terk edildiğinde, bu ekonomik vatandaşlık talepleri çok daha radikal talepler haline geldiler. Ve tüm bu taleplerin, mevcut Amerikan kapitalizmi modeliyle ve onun kabul ettiği toplumsal sözleşmeyle daha uyumlu olmadığı farkedildi. İşte bu yüzden, olduğundan çok daha köktenci fikirleri savunan bir seçmen kitlesi oluşmak zorundadır.

Yeni bir tür vahşi kapitalizm ve ona dair şekillenen bu talepler çok daha radikal bir ağırlığa sahip hale geldiler. Bu talepler, sadece bir kez daha sosyalizm hakkında konuşmayı mümkün kılmakla kalmadılar, aynı zamanda, onu, geçmişin kötü yükünden, Stalinizm ile yanlış ilişkilendirilmesinden, yanlış tanımlanmasından ve siyasi gücün kötüye kullanılmasına dair problematikten büyük ölçüde kurtardılar.

(İngilizceden çeviren Josef Kılçıksız)

 

Kaynak: https://jacobinmag.com/2018/10/mike-davis-late-victorian-holocausts-famine-mao-stalin

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl