Çoğu zaman tek hayaller kuranın kendimiz, benzerlerimiz olduğu vehmine kapılırız. Hâlbuki kardeşlerimizin uykuya daldığı sırada hepimiz biliriz ki, gerçekte durum oldukça farklıdır. Yüzyıllardır insan hayaller kurar, kimisi bunu gerçekleştirmek ister, bu uğurda çabalar. Hatta bazen denebilir ki bir halkın, umumun düşleri, gerçekliğini biçimlendirir.

İşbu öykü de tam olarak böyle bir yüzyılda, yani her yüzyıl gibi bir yüzyılda, ancak bizden farklı, dün bizim bugün yaşadığımız gerçekliği düşleyenler arasında geçiyor. İsmail oğlu Tonguç’un 16. yy’da İstanbul, Sultanahmet’teki kahvehanesinde.

Türküler yakılır, pes bir saba taksim perdelenen geceyi aydınlatır. Neyzenin neyinden çıkan sesler uzun bir çileden başka bir şey olmadığına emindir hayatın. Biraz afyon yutmak, dertleşmek ve uykuya yatmak derdinde herkes müşterektir. Gelip geçen kahvedanlar, cezveler arasından sohbetin teşekkülü bellidir; İsa, Musa, kahir ekseriyetle Kuran’dan hadisler, havadisler, kahır ve ahret üzerine sözler birbirini sıralar, ardı sıra tokuşur, tokalaşır, masaya ayaklarını uzatırlar.

Bir gün” diye başlar içlerinden bir tanesi “bizim bu bildiğimiz dünya olmayacak, kâinatta bir toz zerresi gibi ufalanıp gidecek”. “İşte hakikat bu, bunu bilerek yaşamalı.”

Belki bundan başka bir dünya yoktur, varsa da bundan ayrı mıdır, bilemem. Ama şurası kesin, her derya bir ummana varır, her umman bir kara parçası taşır. Kimse evrenin merkezi değildir.”

Öyleyse” diye sözü devam ettirir bir diğeri kahvesinden höpürtülü bir yudum alarak “kendimizi Allah, kitap, peygamber aşkına pişirmeli, ona varmak üzere nefsimizi terbiye etmeli. Dünya fani, aldanmamalı.”

Bütün bunlar konuşulurken, aralarından bir tanesi sözü balla böler. Meramı farklı, havası başkadır.

Ya bu dünya bir başka dünyanın rüyası, tekmil cehennemi değilse nedir?”

Sus, kafir” diyecek olur biri ancak sözünü kesmezler.

Diyeceğim şu, cehennem bir düş, cennet bir meyva. Biz hayalimizde kainatı ikiye bölmüşüz, dünyalarımızı ikiye bölmüşüz. Ya bizim cehennem dediğimiz de, bir başkasının düşüyse? Cennettekiler bizi iblislerle perişan düşledilerse, biz de öyle olduysak?”

Sen halinden memnun değilsin galiba” diye sırıtarak lafını öteler biri.

Vardır elbet halinden memnun olan, ama bu odacıkta değildir. Başka bir odacıktan akar onların sesi.”

Gökyüzü yıldızlarını altına almış, Aya Sofya ve Sultanahmet Camii kucaklamış, onları uykuya yatırmak istese de insanı uyutmayan bir tarafları var. Hız, bize yabancı, zaman donuk, ağır, kuşaklar boyu aynı, sürüp gidecek gibi bu tuhaf sohbet, açmaz. Benden önce atalarım bunları düşünmüşlerdi, ileride, benden sonra da çocuklarım ve onların çocukları düşünecek.

Yüksünmeden gelip geçen katırları izlerim Arnavut kaldırım üzerindeki gölgelerinden. Saat geceye yaklaşıyordur. Zabit yok ancak saray muhafızları korkutur, sallandırır meydandaki selvileri. Çınar’ın gölgesine bitişmiş haremağaları, cenaze merasimi suratlarıyla kaçınılmaz bir koğuşu silerler bakanların çehrelerinden. Onların yüzlerinden okunur sarayın fütüvveti, lütfu, bereketi. Taklidin taklidi çağlardan ırak, beşik gibi sallanırlar uyuklayan gecenin altında yumuşak yataklarında, sakinsiz ve sensiz bir kan boşalır damaklarından yüreklerindeki odacıklara doğru. İşte, o odacıklarda temizlenir, arınır padişah soyunun hülyaları, unutulur akıbet, merhamet, şehvet ve ihanet.

Sonra ne mi oldu dersiniz? Mezarlıklardan geçen bir uğultu ürpertir yakınlardaki çatıları, çatılardaki saksağanları, kuşları. Doğayla iç içe olanın tabiat meşgalesi olmaz, o içeride bir yerde kendi adımlarını birbirine ekleştirerek yolunu çizer, ardına bakar bakmaz. Olması gereken nedir bilmem ama her halükarda kaim düzen olamayacağına göre, güneşi sancakta izlemekten daha büyük bir lezzet tanımayanlar çıkacaktır.

Sultanahmet’in atlı arabaları arasından geçerken fısıldayan bir kadın sesinin peşine düşenler, bir Tıbbiyelinin ardına takılıp gidenler, o dünya, bu dünya işte orada bir yerde işgal kuvvetleri ve namlunun, dipçik ve süngünün kanlı zaferleri, ürküncü. Başka bir cehenneme aralanır kapılar, tarihin kapıları ama dünyada yine de tadını çıkartacak hâlâ pek çok şey vardır. Bir kuşak diğerine bakıp feyz alarak yetişirse, işte orada başka bir gelecek tahayyül eder. Bunda büyük bir lezzet, bir devrim, inkılâp esintisi vardır.

İşte gelip geçiyor zaman, kuşaklar birbirlerine benzemiyorlar, miskinler tekkesi yerinde yok belki ama sedirlere yığılmış dervişlerin yerini tıp bilimi, esrarkeşler aldı. Pazar gezmeleri, şakır dururdu kuşlar geçip giden genç kadınların arasından, içeride mahallelerde hoş sesler, yemek kokuları yükselir. Kenarda kitap okuyan bir adam vardır, bir şeylerin değiştiği ve unutulduğu hissi peşini bırakmaz. Arıyor, arıyordur ama güzel günlerle arasına surlar çekilmiştir.

Ayıklandı bazı şeyler, çukurlar kazıldı. Ağaçlar çekildi ortalıktan, sonra yeni insanlar geldiler. Terk edildi güzel alışkanlıklar, Yedikule zindanlarını çiçekler bürüdü, topraklar çekildi asfaltlandı sokaklar, anılar ve işte gelip geçiyor zaman.

Bir zamanın başka bir zamanı düşleyişi boşuna değildir.

25.4.2021

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

Oğulcan Yiğit Özdemir, “Miskinler Tekkesi” başlıklı öyküsünde, bugünden bakarak o zamanın diline öykünmeyi seçerek okuru, 16. yüzyılın İstanbul’una, Sultanahmet’e götürüyor. Zamanları kıyaslamanın olanaklarını, dildeki, gündelik hayatın koşuşturmacasındaki karşılıklarında bulma arzusuyla, öykü boyunca, zamanlar arasında karşılaştırmalı bir yolculuğu sürdürüyor. 16. yüzyılın rutini içerisinde karşılaşılabilecek her türden sohbete, insana, mekâna, hâl ve tavra dair doyurucu bir örneklem sunuyor. Öykü ilerledikçe günümüzün işlek caddelerinde, asfalt yollarında, insan kalabalıklarında yolculuğunu tamamlıyor. Değişimlere dikkat çekiyor. Mesafeli, nesnel bir dil tutturarak, okur için belli bir anlam ifade eden ögelerin estetik dilinden de yararlanarak, anlattıklarının yanında yöresinde oyalanan, sohbetlere tanıklık eden bir gözlemci rolüne soyunuyor. Özdemir’in yanında ve karşısında yer aldığı unsurları, ince ayrıntıları takip ederek tespit etmek, o gizli eleştirel tonu açığa çıkarmak yine de mümkün. Yazar, mesafeli tutumunu bir düş atmosferi içerisinde, öykü boyunca korumayı tercih ediyor.

Resim: Malik Aksel