Ana Sayfa Kritik MODERNİZM ANTİ-MODERNİST MİYDİ?

MODERNİZM ANTİ-MODERNİST MİYDİ?

MODERNİZM ANTİ-MODERNİST MİYDİ?

GEÇ VICTORIA ÇAĞINDAN HİROŞİMA’YA BİR PANORAMA DENEMESİ

Edebi modernizm, toplumsal düşüncede Marx, fen bilimlerinde Darwin, felsefi düşüncede Nietzsche, kozmik düşüncede Einstein ve psikolojide Freud’un kurduğu yeni paradigmalarla, daha önceki düşünme, açıklama, yorumlama biçimlerini terk etmeye başlayan sanatçıların 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika’da ortaya çıkardığı ve 1920’lerde altın çağını yaşayan bir entelektüel harekettir. Modernizmin Ezra Pound’un “Make it new!” mottosuyla zaman zaman özdeşleştirilen yaklaşımı, hem şiir hem de düzyazı sahasında alışılageldik dil ve üslup özelliklerinden bilinçli bir kopuşu ve yenilik için sınırları zorlamayı ifade eder.1 Makinelerin, metropollerin, sendikaların, bürokrasinin, kapitalistlerin, göçmenlerin, ırkçıların, ahlakçıların, militarizmin ve çağa ruhunu veren diğer birçok fenomenin kaosu ve boğucu baskısı altında, sanatçının özgürlük yitiminin, iç sıkıntısının ve çağın bunalımının sesi olmayı amaçlamıştır.2

Hiç şüphesiz, edebi alanda modernizme zemin hazırlayan ilk isim “modernitenin ilk başkenti” olan kozmopolit Paris’in sıkıntısını çeken, içinde “çağın huzursuzluğu” (mal de siécle), başında “dünya ağrısı” (Weltschmerz) ile gezen Charles Baudelaire’dir. Onun, 1848 sonrası edebi dünyaya, gelenekten koparak, erotizmle, günahkârlıkla, ölümle yeni pencereler açan ünlü Kötülük Çiçekleri (1857),3 sanatçıya, toplumsal ahlakı bir yana bırakıp kendi içine dönüşü için gereken cesareti vermiştir (Hem, insan doğasını kendine bakarak incelemek Montaigne’den Rousseau’ya değin en radikal entelektüel faaliyet değil midir?).

Baudelaire’in ve onun yakın arkadaşı (daha da önemlisi, Madam Bovary ile burjuva ahlakına sert bir darbe indiren) Gustave Flaubert’in ardından, Arthur Rimbaud’nun halisünatif düzyazı şiirlerinden oluşan Les Illuminations ve Paul Verlaine’in önce sefahat, sonra sefalet içinde sanatına taşıdığı fin le siécle dekadansı Fransa’da birbiri ardınca birçok sarsıntıya yol açmıştır. Bu arada modernist edebi bilinci, şehirli ve avangardist bir çıkışla hatırlamamız isabetli olacaktır –ki böylelikle sonraki onyıllarda modernistlerin neden aşırı-bireyselliğe yönelmiş, kitlelere ve toplumsal kurumlara ilgisiz, hatta tepkili (ve sıklıkla elitist) bir akıma dönüştüğünü biraz olsun anlayabilelim.

Modernizmin köklerini daha geniş bir coğrafyaya yayarak konuştuğumuzda, Dostoyevski’nin Çarlık istibdadına karşı duran kült romanı Suç ve Ceza’dan (1866) Amerikalı şair Walt Whitman’ın şiir kitabı Çimen Yaprakları’na (1855–91), İrlandalı Oscar Wilde’nın Dorian Gray’inden (1891) Norveçli Knut Hamsun’un Açlık’ına (1890) kadar pek çok hazırlık ya da filiz görebiliriz. Öte yandan elbette modernizmi hazırlayan şey, edebiyatta post-Romantik akımların ortaya çıkması ve sadece edebiyatta değil, resim, heykel, müzik ve mimaride de yeni damarların açılıp genişlemesi olmuştur.

***

Modernist hareket, empresyonizm, fütürizm, favizm, kübizm, sürrealizm, ekspresyonizm ve Dada dâhil olmak üzere, yaklaşık yarım yüzyılda birbiriyle iç içe geçen yahut üst üste binen düşünsel ve edebi akımların belirsiz sınırları arasında gezinen “anksiyetenin sanatı”ydı ve –örneğin Virginia Woolf’un, burjuva dünyasının psikolojisinin peygamberi Freud’un Britanya’daki yayıncısı ve ilk takipçisi olmasından da bir parça anlayabileceğimiz gibi– sanatçının kendine çıkış yolu aramasının da hikâyesiydi. Modernizm, özelde modernist edebiyat, her şeyiyle insan eliyle yapılmış ve sanayileşme deneyimi sonrasında doğadan kopmuş/doğallığı bozulmuş olan metropolün, yani Tanrısız(laştırılmış) ve yalnızca “insan emeğiyle yaratılmış bir dünya”nın sanatıydı.4

Nietzscheci perspektivizmden ve Bergsoncu sübjektivizmden beslenen, hayalgücüne ve imgeye yaslanan, içedönük, öz-farkındalığı yüksek şiir ya da romanlar kadar, aynı arayışı ifade eden tablolar, soyutlaşan temsiller, ucubeyi inovasyon olarak sunan mimari yönelimler büyük modernist çatı altında toplanmıştır. Bu arayış döneminin gelişimi boyunca edindiği halet-i ruhiyeyi Edvard Munch, Henri Matisse, Paul Klee, Pablo Picasso ve Salvador Dali’nin huzursuz edici görselliği gayet iyi anlatır. Daha iddialı bir ifadeyle söyleyecek olursak, modernizm Batı modernitesinin mutsuzluğundan, sanatçının depresyonundan doğmuştur.

Öncesi de olmakla beraber, bilhassa 1914’te başlayan I. Dünya Savaşı tecrübesiyle birlikte yazar ve şairler büyük “İnsanlık” ve “Uygarlık” (eski tabirle, yine büyük harfle “Beşeriyet” ve “Medeniyet”) anlatılarına dair inancın sarsıntısını, hatta yıkımını eserlerine konu edinmiştir.5 Virginia Woolf daha sonra bu kırılmaya dair, “Aralık 1910 tarihinde ya da o tarihlerde insan karakteri değişivermiştir” diye ilginç bir tespitte bulunmuştur.6 Aslında Woolf’un adını koyamadığı şey son derece basitti: İngilizce konuşulan dünyada Viktoryen ahlak çökmüştü;7 Viyana, Berlin, Paris, St. Petersburg gibi başkentlerde de çok-sesli emperyal kültür ortamları çözülmüştü! Dahası, yüz yaşına gelen sanayi toplumu bu süre içinde üç kez majör depresyona girmiş, sanayileşme dolayısıyla zorla şehirlileşen sıradan insanlar köy yaşamında görmedikleri evsizlik, işsizlik, seri katil gibi şehirli-modern sorunlarla karşılaşmaktan yorgun düşmüştü.8 Böylesi şartlar altında Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü, Thomas Mann’ın Venedik’te Ölüm’ü, D. H. Lawrence’ın Prusyalı Subay’ı, Marcel Proust’un Swannların Tarafı, James Joyce’un Sanatçının Genç Bir Yazar Olarak Portresi ve daha pek çok eser, yansıttığı atmosfer bakımından birbirini tamamlıyor gibidir.

1917-18’e varıldığında Kilise, ordu, evlilik, İmparatorluk tahtı gibi sosyal ve siyasal iktidar kurumlarına karşı tepki, açıkça yeni bir düzen (devrim) talep eden öfkeli kalabalıklarla dolu meydanlardan kıyıda köşede yazılan romanlara kadar her yerde dile gelmeye başlamıştır. Savaşın sonunda, sanatın her dalında insan doğasının karanlık yönleri daha çok işlenecektir.9 Balzac ya da Dickens romanlarının insanlarla ve olaylarla dolu hareketli atmosferi yeni edebi üretimde geriye itilmiştir; yani dış dünyayı izleyen göz kendi benliğini izleyen göze dönüşmüştür. Bunun yerini adeta “bir depresyon hastasının günlüğü ya da rüyalarını not ettiği bir defter olarak edebiyat” almıştır. Neredeyse hiçbir şeyin olmadığı, durgun bir suya saatlerce bakarmışçasına yazılan ve okunan coşkusuz romanlar, kırılmış bir aynaya benzeyen zaman akışıyla mihrabı darmadağın anlatılar, psikanalizle, bilinçdışıyla, öznel zamanla, iç sesin kendisiyle çelişen monologlarıyla kaplanmış eserler yazılmaya başlamıştır. Belirsiz, anlaşılmaz, kuytu köşede kalan, özetlenip anlatması zor, kırıntılardan oluşan ve karanlık, solgun tonlara sahip metinler “yeni edebiyat” olarak ortaya çıkmıştır. Tereddüt, kuşku, tiksinti ve endişe bu metinlerin ruhuna işlemiştir.

***

İlginçtir ki, Albert Einstein’ın Newtoncu fiziği yıktığı ve evrene yepyeni bir açıklama getirdiği için Nobel Fizik Ödülünü aldığı yılın hemen sonrasında, yani bilimde yeni bir dünya kavrayışı belirirken, 1922 yılında, İrlandalı James Joyce’un Dublin’deki sıradan bir günü anlattığı Ulysses’i yayınlanmıştır. Enigmatik ve en usta Joyce-severler tarafından bile kimi yerleri ziyadesiyle sıkıcı bulunan bu eser edebi modernizm için milat kabul edilir. Bu esere karşı ayna tutan bir başka başyapıt, Ulysses’in ilk versiyonunu 1918’de kendi yayınevinde yayınlamayı reddeden İngiliz Virginia Woolf tarafından yazılmıştır: Mrs. Dolloway 1925’te kitaplaşsa da ilk taslağı 1922 yılında kaleme alınmıştır. Bu iki ikonik eserin yanı sıra Amerikalı T. S. Eliot The Waste Land (1922) adlı ünlü uzun şiiriyle modernizmin bir başka kutsal kitabını yazmış; parçalı imgelerle ve kesintili göndermelerle dolu olan şiir, karanlık noktaları ve sessizlikleriyle, okurun eseri aktif şekilde yorumlamasını talep ederek, modernizmin yetkin bir örneği olmuştur.10

Bunlara –yine 1922’de yazılıp tefrika edilen– Franz Kafka’nın modernizmin Almancadaki en önemli örneklerinden biri olan Şato ve savaş boyunca varoluş sancıları çeken şair Rainer Maria Rilke’nin Orpheus’a Soneler (1922) ve Duino Ağıtları (1922) adlı ölümcül kasvet ve melankolideki başyapıtlarını da eklemek mümkündür. Almanca modernist edebiyatın temellerindeki Hermann Hesse’nin Siddhartha adlı kısa romanı ile Stefan Zweig’ın Amok, Olağanüstü Bir Gece ve Bilinmeyen Bir Kadına Mektuplar’ı da, aynı şekilde, 1922 tarihlidir.

Öte yandan, modernizmin en önemli referanslarından biri olan Fransız yazar Marcel Proust, Kayıp Zamanın İzinle derlemesinin çok önemli bir parçası olan Sodom ve Gomorra’yı 1922 yayınlayarak modernizmin ilk kompartımanında yerini almıştır.11 Ayrıca Fransız romanının Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’nün varoluşçu edebiyatını hazırlayan bu döneminde, Louis-Ferdinand Céline’in kesik kesik ve ağzı bozuk bir üslupla yazdığı Gecenin Sonuna Yolculuk adlı, I. Dünya Savaşı dönemiyle hesaplaşan romanı gibi bilindik eserler de ahlaki yozlaşmışlığı ve toplumsal riyakârlığı sert bir dille ortaya koymuştur.

Proust’ta, Joyce’ta, Woolf’ta ve diğer birçok modernistte tek bir günü anlatma isteği ile çok-perspektifli, çok-karakterli, çatışık bir kurgu, ne kadarının yazardan ve ne kadarının yarattığı karakterlerden geldiği tam anlaşılmayan varoluşsal sorunlar, cinnet, akıl sağlığını yitirme, cinsel tabular ve yozlaşmış toplumdan kurumlar arasında bir sarkaç işler. Bu, zamanın ruhuyla (Zeitgeist) ilgili olduğu gibi, modernistlerin kendilerini önceki sanatsal yaklaşımlardan koparmak adına “denenmemişin aşina olunana, nadirin sıradana, deneyselin alışılmışa bariz bir şekilde üstün”12 tutulmasıyla da alâkalıdır.

1922 ayrıca modernist olarak nitelenen F. Scott Fitzgerald –hem Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi hem de Caz Çağı Öyküleri o yıl çıkmıştır– Ernest Hemingway, William Faulkner, William Butler Yeats, Siclair Lewis ve Ezra Pound’un eserlerini üretmeye devam ettiği; nihilist, yıkıcı dürtülerle dolu eserler verdikleri hareketli bir dönemin kapılarını açmıştır. Özellikle T. S. Eliot’ın Dört Quartet’i ve Pound’un Kantolar’ı Amerikan edebiyatındaki modernist şiirin; Faulkner’ın Ses ve Öfke’si (1929), Hemingway’in Silahlara Veda’sı (1929) ve John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ı (1937) ise Amerikan romanının en önemli örneklerine dönüşecektir.

Son olarak 1922 kurgu-dışı modernist metinler için de bereketlidir: Ludwig Wittgenstein Tractatus Logico-Philosophicus’u, James George Frazer Altındal’ı, Albert Einstein Rölativitenin Anlamı’nı, T. E. Lawrence Bilgeliğin Yedi Sütunu’nu hep bu yıl yazmıştır. Atomu parçalamaktan söz eden Einstein’ın, dili parçalamaktan söz eden Wittgenstein’ın yanında, imparatorlukların parçalanıp dağıldığı, modern toplumsal sistemin çözülüp çöktüğü bu dönemde edebiyat da çöküş ve parçalanmanın eserini vermeye çalışmış; bir bakıma, her sanatçı kendi Guernica’sını yaratmaya çabalamıştır. Nitekim Joyce, Ullyses’te, sıradan iki adamın ve çevrelerindeki sıradan insanların sıradan bir 24 saatini anlatırken dünyada birleştirici bir anlatının kalmadığı bir momentin dağım-saçak romanını yazarak kanonik roman formunu parçalamıştır. Eliot’ın The Waste Land’de seyre daldığı kopukluğu, boşluğu ve anarşiyi, aradan geçen yüz yıla rağmen yorumlama süreci henüz tamamlanmamıştır. Batı kültürünün çürüme ve çoraklaşması, I. Dünya Savaşının psikolojik enkazının gölgesinde hiçbir bilimsel, sanatsal ya da toplumsal devrimin heyecan yaratamamasına yol açmıştır. Bu anlamda, modernist edebiyatın Sovyet Devrimine –“Başka bir dünya mümkün!” diyerek– çok da merak ve heyecan duymadığını hatırda tutmamız gerekir. Hatta bu sanatçıların liberal ilerlemeci iyimserliğe de karşı duran ve modernite eleştirisi yapan muhafazakârlar olduğunu bile iddia edilebiliriz; öyle ki, bu psyche Ezra Pound, W. B. Yeats ve Knut Hamsun’u yeni bir mitselleştirme arayışının neticesinde faşizmi destekleyecek kadar anti-modernist bir noktaya sürüklemiştir. T. S. Eliot, İngiliz Katolik Kilisesine mensup olup ortaçağcı bir Hıristiyan topluluğu kurulmasının yollarını aramıştır.13 Aslında genel olarak kültürün lümpenleşmesinin uzantısı sayılan demokrasi, bu isimlerce (hele Yeats’in kitlelere dair dehşet verici yorumlarını düşününce) ciddi bir sorun olarak görülmüştür. Eliot, kitleselleşmeye baktığında, bu “karanlık çağ” geçinceye dek “kültürün aydınlığı”nı elde tutmayı görev edindiğini ve toplumun bir “cehennem” olduğunu söylemiştir. D. H. Lawrence ise standart ve kitlesel eğitimi sunan tüm okulların kapatılması ve kitlelerin yerini bilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Welles orta sınıf ahlakına karşı büyük bir öfke duyarken, diğer pek çok modernist sanatçı da burjuvafobik ve kitle-karşıtı hislerle, şehir yaşantısında bayağılaşmış ne varsa, alt ve orta sınıfları onun temsilcisi haline getirmiş ve kendini toplum-dışı diye tanımlamıştır. (Görebildiğim kadarıyla, bir tek Virginia Woolf, çalışan yoksul –İşçi Partisine yakın– kadınların eğitimi için akşam okullarında Ruskinvâri bir eğitim için çaba sarf etmiştir.) Modernistlerin sonraki yıllarda da tezgâhtardan işçiye, öğretmenden kâtibe neredeyse ortaklaşan sesleniş biçimi “küçük adam!” olmuştur: –Dinle Küçük Adam!14 Bu, bilinçli bir uzaklaştırma dilidir.

Freud’un İngilizceye 1910’lu, 20’li yıllarda çevrilen metinleri, Virginia Woolf başta gelmek üzere, Britanyalı ve Amerikalı yazarların Avrupa’daki gündelik hayatın psikopatolojisi ve cinsel tabular, bellek ve yara izleri, ayıp ve toplumsal ahlak üzerine daha çok düşünmesine ve edebiyatını “psikolojik edebiyat”a doğru evirmesine yol açmıştır. Mümkün mertebe kapitalizm ve sanayi toplumunun ortaya çıkardığı toplumsal trajedilerle ilgilenmeyen ya da ilgilenmiyor gibi gözüken bu janr, kendi acılarıyla meşgul olmayı ve başkalarının acılarına uzaktan bakmayı seçmiş gibidir.

William Faulkner’in, Bertolt Brecht ve Fernando Pessoa’nın 1930’larda, birbirinden farklı coğrafyalarda yazdıklarıyla daha da genişleyen bir zeminde varlığını sürdüren edebi modernizm, görünen o ki, son büyük hamlesini Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı (1930-43), Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü (1945), Thomas Mann’ın Doktor Faustus’u (1947), George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü (1949) gibi büyük eserlerle yapmıştır. 1950 sonrasındaki Batı edebiyatındaysa, tıpkı sosyal bilimlerde geç doğmuş bir modernist olan Jürgen Habermas gibi, İrlandalı Samuel Beckett “modernizmin son temsilcisi” kabul edilmektedir. Bu yazarların eserlerinde –ve elbette Türk edebiyatından örneğin Yusuf Atılgan, İlhan Berk ya da Sevgi Soysal’ın eserlerinde de– bireysel modernizmin pek çok motifini görmek ve yazı boyunca andığımız isimlerle kültürel-düşünsel akrabalıklarını kolaylıkla tespit etmek mümkündür.

***

Modernizmin heretikliğe meyilli karakterine baktığımızda, “geleneksel vezni müstehcen içerikle dolduran modernist şair; tasarımından tüm süslemeyi çıkartan modernist mimar; geleneksel armoni ve kontrpuan kurallarını kasten ihlal eden modernist besteci; bir seri eskizi bitmiş bir eser olarak sergileyen modernist ressam –onlar ve müttefikleri sadece yeni, denenmemiş (kendilerine ait) devrimci bir yolda ilerlemekten değil, aynı zamanda safi eylem olarak egemen otoriteye karşı başarılı bir başkaldırı gerçekleştirmekten de zevk alıyordu.”15 Modern sanatsal kanonu reddeden, geleneği parçalayan, esrik ve başınabuyruk modernist, dehâ olarak kutsanmak değil, kendi bilinçdışını özgürce ifade ederek sanatın sınırlarını genişletmek istiyordu. Bu yüzden modernizm çatısı altındaki resim akımlarının neredeyse tüm temsilcileri Güzel Sanatlar Akademisi-karşıtıydı; roman yazarları deneysel çabalarına şüpheyle bakan yayınevlerini gelenek muhafızı görüyordu ve editör-karşıtıydı. Heykeltıraşlar sanat simsarlarına ve müzecilere husumet besliyordu. Doğal-pastoral temalar kullanmayan ve kesinlikle birer şehir sanatçısı olan şairler demir ve çeliğe karşıydı; metroyu, Eiffel’i yapan mühendislere, mühendisliğe karşıydı. Fabrika üretiminin neferleri olan işçilere, o üretimin esas tüketicisi olan tüm orta sınıflara olduğu gibi, hayvanat bahçesi, botanik park, kelebek koleksiyonculuğu gibi Viktoryen icat ve âdetlere de karşıydı modernistler. Fakat içine doğdukları dünya bunlarla örülüydü. Salyangoz, kabuğuyla beraber doğmuştu. Neticede merdümgiriz, hatta mizantropist tınıları olan bir dille, toplum-dışı bir sanat ve sanatçı tipi yarattılar. Fakat totalitarizmin onlardan daha mizantropist bir zihniyeti vardı. Naziler “yoz sanat” (entartete kunst) diyerek 1937’de Picasso’dan Kandinsky’e, Chagall’dan Klee’ye pek çok avangard modernist sanatçıyı hedef aldı ve bir “modernizmi aşağılama sergisi” düzenledi. Serginin kendisi, 1910’lardan itibaren modernistlerin dile getirdiği “karanlık çağ” söylemini teyit eder nitelikteydi.

II. Dünya Savaşının yarattığı cehennem, Eliot’ın sıradan insanlara baktığında gördüğü “cehennem”den çok daha gerçekti. Topyekûn yıkımdan ve travmadan çıkışın yolu Amerikan yolu oldu. Küçük burjuva hayatının özendirilmesi, bir ev-bir arabayla kitlelerin daha da düzleştirilmesi, tüketim coşkusu, depolitikleştirme faaliyetleri ve tüm meta-anlatıların içinin boşaltılması. Kısacası modernizmin ölümü, hadım edilmesiyle değil; Uzay Savaşlarının başladığı nükleer silahlar, balistik füzeler ve casus uydular çağında –Hiroşima ve Sputnik Çağında– “yeni normal” kabul edilmesiyle geldi. Burjuva-karşıtlığı, Viktoryen ahlakın eleştirisi ve dandy, züppe, dejenere tiplerle uğraşıp Batının çöktüğünü söyleyen sanatçı, Holokost, Hiroşima ve Vietnam’dan sonra modernite eleştirisi adına ne diyebilirdi ki –Andy Warhol gibi konserve kutularını baskılayıp sergilemekten başka?

1 Modernizmin havasını ustaca yansıtan Attila İlhan’ın Sokaktaki Adam romanında Kamarot Hasan’ın “Ben insan haline bürünmüş bir sıkıntıyım” ifadesi ve Rus balesinin öncüsü ve sanat eleştirmeni Sergey Diyagilev’in “Beni şaşırt!” deyişi de modernizme anlatmakta isabetli birer söz olarak hatırlanmaya değer.

2 Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri’nin ilk bölümüne “İç Sıkıntısı ve İdeal” adını vermiştir. Bkz. Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Ahmet Necdet, İstanbul: Adam Yayınları, 2001, s. 14 vd. Ayrıca düzyazı-şiirlerinden oluşan Paris Sıkıntısı da çağın huzursuz ediciliğine ayna tutar. Ayrıca bkz. Walter Benjamin, “Charles Baudelaire, Kapitalizmin Yükseliş Çağında Bir Lirik Şair”, Pasajlar (içinde), çev. Ahmet Cemal, İstanbul: YKY, 11.baskı, 2014, s. 108-201; özellikle s. 161 v.d.

3 Bu konuda Ali Artun’un Baudelaire’in estetik anlayışına dair sunumu gayet değerlidir. Bkz. Ali Artun “Sunuş: Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm”, Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı (içinde), çev. Ali Berktay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, özellikle “Karşı Estetik” bölümü; s. 55-79.

4 Frederic Jameson, bu konuda James Joyce üzerine yazdığı bir makalede şöyle der: “Büyük modernist edebiyat –Baudelaire ve Flaubert’ten Ulysses ve ötesine– şehir edebiyatıdır: Bu yüzden, nesnesi doğal olanın karşıtıdır, insanileştirilmiş, kusursuzlaştırılmış olandır, her yerde insan emeğinin sonucu olan, içindeki her şey –daha önce doğal olan şeyler, çimler, ağaçlar, kendi bedenlerimiz de dâhil olmak üzere– sonuçta insanlarca üretilmiş bir manzaradır. Öyleyse, olumsallık deneyiminin (ideolojileri, yani varoluşçulukla nihilizm ve estetiği, yani modernizle birlikte) bizi karşı karşıya bıraktığı tarihsel paradoks budur: Şehir nasıl anlamsız olabilir? Bir başka açıdan gerçek anlamı yaratanın her şeyden önce yalnızca insan emeği olduğu düşünülürken insan üretimi nasıl saçma ya da olumsal olarak hissedilebilir?” Bkz. Frederic Jameson, “Tarihte ‘Ulysses’”, Modernizm İdeolojisi (içinde), çev. Kemal Atakay, Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 2008, s.222-223.

5 Bu konuda bkz. Hasan Aksakal, “Kulturpessimismus: Avrupa Entelektüel Tarihinde Karamsarlık ve Çöküş Söylemi”, EK Dergi: Eleştirel Kültür Dergisi, 3 Temmuz 2021. https://www.ekdergi.com/kulturpessimismus-avrupa-entelektuel-tarihinde-karamsarlik-ve-cokus-soylemi/ (çevrimiçi). Tekrardan kaçınmak adına burada zikretmediğim pek çok konu, kişi ve eseri, “Kulturpessimismus” makalesi ele almaktadır.

6 Virginia Woolf, “Mr. Bennett and Mrs. Brown”, Cambridge Konferansı, 1924. http://www.columbia.edu/~em36/MrBennettAndMrsBrown.pdf (çevrimiçi), 4 Eylül 2021. “…to the effect that on or about December 1910 human character changed.” ifadesi, sayfa numarası belirtilmeyen 1924 tarihli konferans metninin 4. sayfasında geçer.

7 Victoria-sonrası dönemde İngiliz edebiyatında modernizme yönelen yolu açan Ezra Pound, William Butler Yeats ve Joseph Conrad gibi aslen İngiliz-olmayan isimler 1890-1914 arasını yeni bir estetik ve ahlak arayışıyla geçirmiştir. Bu konuda dilimizdeki sanırım tek çalışma için, bkz. Cem Taylan, Modernist İngiliz Şiiri: William Butler Yeats ve Ezra Pound, İstanbul: Korsan Yayınlar, 1992.

8 Edebiyatın konusu olan insan artık eski hiyerarşik, organik mahalle, köy, soy, komünyon cemaatlerinin parçası değildir. Modernizmden söz ederken, uzun on dokuzuncu yüzyılda Batı Avrupa’da tüm geleneksel hiyerarşik cemaatlerin, mahallelerin ve organik grupların parçalanmasından da söz etmek gerekir. Jameson’ın dediği gibi, “Bunlar, paranın ve piyasa sisteminin nüfuzuyla birlikte, sistematik olarak eşdeğer bireyler, ‘özgür ama eşit’ monadlar, emek güçlerini satma konusunda eşit derecede özgür, yalnız, gene de modern şehirler dediğimiz büyük yığışmalar içinde salt biri ötekine iliştirilmiş olarak yan yana yaşayan özneler arasındaki ilişkilere dönüşmüştür.” Jameson, “Tarihte ‘Ulysses’”, s. 224.

9 Bu konuda T. S. Eliot’ın “Çorak Ülke”sinin yanı sıra, ondan önce savaşın tahrip ediciliğini yazan Wilfred Owen ve Rupert Brooke gibi şairleri hatırlamak gerekir. Bilhassa bkz. Wilfred Owen, Savaş Şiirleri, çev. Tamer Gülbek, İstanbul: VakıfBank Kültür Yayınları, 2020. Ayrıca savaşın şiirsel bir dille romana konu edildiği Ernst Jünger, Çelik Fırtınalarında, çev. Tevfik Turan, İstanbul: Jaguar Kitap, 2019.

10 T. S. Eliot, “Çorak Ülke”, Çorak Ülke, Dört Kuartet ve Başka Şiirler, çev. Suphi Aytimur, İstanbul: Adam Yayınları, 1990. Artık baskısı bulunmayan bu çeviriden fazlaca etkilenmiş, intihal mevzuu şaibeli bir çeviri günümüzde piyasada bulunmakta: T. S. Eliot, Bütün Şiirleri, çev. Samet Köse, İstanbul: Everest Yayınları, 2018.

11 Sodom ve Gomorra’nın “Gönül Tutuklukları” adlı bölümünde, başkarakterin bir yıl önce kaybettiği büyükannesinin hatırasının ansızın gelip üstüne çökmesini tasviri muazzam ve evrensel bir bellek yarasıdır: “İlahi bir varlık göğsüme doldu, hıçkırıklarla sarsılmaya başladım, gözümden oluk oluk yaş akıyordu (…) saatler boyu beklesem de, büyükannem artık hiçbir zaman yanımda olmayacaktı; bu ihtiyacı yeni keşfetmemin sebebi büyükannemi ilk kez bütün canlılığıyla, gerçekliğiyle, yüreğimi patlatırcasına şişirirken hissedip, nihayet ona kavuşup, kendisini temelli kaybettiğimi henüz anlamış olmamdı. Temelli kaybetmek: Bu çelişkiyi anlayamıyor, ıstırabına katlanmaya çalışıyordum.” (s.158-160). Benzer duygusal boşaltmalar, Woolf’un Deniz Feneri ve Mrs. Dolloway gibi eserlerinde de kendini gösterir. Ancak yine de modernizmin edebi karakterlerinin hıçkırarak ağlamaktan çok durgun, donuk bir matem tuttuğunu görürüz.

12 Peter Gay, Modernizm, Sapkınlığın Cazibesi, çev. Sibel Erduman, İstanbul: Everest Yayınları, 2017, s. 24.

13 Eliot’ın Hıristiyanlık ve kültür üzerine yazdıkları etrafında yürütülen tartışma için, bkz. Raymond Williams, Kültür ve Toplum, 1780-1950, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 345-366.

14 Wilhelm Reich’ın Dinle, Küçük Adam adlı kitabının arka kapak yazısı şöyle yazıyor: “Wilhelm Reich, eserinde küçük adam tipini oluşturanın, yapılan yanlışlar ve yozlaşmış düşünceler olduğunu aktarıyor. ‘Dinle küçük adam!’ derken üretmek yerine fütursuzca tüketmeyi tercih eden, duygudan yoksun ve başkaları tarafından güdülen bireylere hitap eden yazar, aslında insanoğlunun hayvani yönüne sesleniyor.”

15 Gay, Modernizm, s. 26.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl