biblohayat@hotmail.com

Yazar Muharrem Erbey, “Ben sadece bana fısıldanan kelimeleri yazıyorum.” diyor. Öykü, makale, deneme ve röportajları birçok dilde yayınlanan Erbey’in yayınlamayı düşündüğü Mezopotamya Üçlemesi’nin ilki (Günahkârlar Kalesi, 2022) İnkılâp Yayınları tarafından yayınlandı. Muharrem Erbey’le okuma serüveni, yazı hayatı ve yaşama dair söyleştik. İyi okumalar.

-Kimdir Muharrem Erbey? Kendini nasıl tanımlarsın?

Kürtçe masallardan beslenen, hikâye anlatmayı seven, avukatlık yaparken yazar olmak istediğini keşfeden birisidir. Diyarbakır’da politik ortamda mesleğini icra ederken “yazmalısın!” diyen sese kulak veren ve yazmaya yeniden dönen bir kalem aşığıdır. Diyarbakırlıdır. Sur aşığıdır. Kürt’tür. Kendini keşfe meraklı, hayata pozitif bakan, evrenle bütünlüklü yaşamaya çalışan bir insandır.

-Yazarlık hikâyen nasıl başladı? Sana yön veren, edebiyatçı kimliğinin oluşmasında etkisi olan kişi ve gelişmeler nelerdi?

Küçük bir çocukken anne baba memleketi olan Hazro’ya gidiyordum. Orada anneannem bana çıra ışığında Kürtçe masallar anlatıyordu. O masallar hep yarım kalıyordu. Çünkü gecenin bir saatinden sonra uyumuş oluyordum. Sabah uyandığımda yarım kalan hikâyeleri ben tamamlıyordum. Hayal dünyam öyle gelişti. Bir süre sonra, 12-13 yaşlarındayken, bunları yazmaya başladım. 1981’de, 12 yaşındayken, İstanbul’da Furi adında bir çocuk dergisine gönderdiğim yazı yayınlandı, 75 TL telif ücreti aldım.

-Yazdığın kitaplarından bahseder misin?

Kayıp Şecere ilk hikâye kitabımdır. 2004’te ilk baskısı yayınlandı. Kürtçe-Türkçe Öykü Seçkisi’ni (2006) yayına hazırladım. İkinci öykü kitabım Babam Aharon Usta (2018) yayınlandı. Tahir Elçi Hikâyesi (2019, otobiyografik çalışma) yayınlandı. 2022’de ilk romanım Günahkârlar Kalesi de İnkılâp Yayınları’ndan çıktı. Çok sayıda öyküm, makale, deneme ve röportajlarım birçok dilde yayınlandı.

-Eserlerinde hangi konuları işliyorsun? Ve yarattığın karakterlerin gerçek hayatta nasıl bir karşılığı var? 

Diyarbakır’da yaşıyorum… Haliyle karakterlerimde yaşadığım coğrafyanın yansıması oluyor. Karakterlerim yine bu coğrafyadan insanlar oluyor. Karakterlerim hayatın içinden sıradan, eksik insanlar. Bir eksiği başka bir eksikle ancak tamamlamak mümkün olduğundan eksik kaldığını hisseden, kendisini tamamlamaya niyetli insanları seçiyorum. Belirlediğim olay örgüsü içinde özgür olan karakterimle gezinirken metin başka bir boyut kazanabiliyor. İletişimde olduğumuz insanların bize öğrettiği çok şey vardır. Onlardan aklımda kalan çok şeyi not alıyorum. Onlardan besleniyorum. Herkesin hikâyesi farklıdır, farklı olan insan hikâyelerinden besleniyorum. Çevremizdeki olaylardan etkileniyoruz. Karakterlerim de etkilenen, korkan ve hayatta ayakta kalmaya çalışan insanlar. Kürt olarak yaşadığımız onca acı hikâye var… Onlardan besleniyorum. Acı da olsa hikâyelerimiz var. Asıl acı olan hikâyesiz olmak.

-İnkılâp Yayınları tarafından okuyucuyla buluşan son kitabının (Günahkârlar Kalesi, 2022)  yazım süreciyle birlikte raflarda yer aldığı dönemi anlatır mısın? Ayrıca okurlardan aldığın ilk tepkiler ne yönde?

İlk romanımı 2012’de cezaevinde olduğum sürede başladım. 2014’de çıkınca üzerinde bir süre çalışarak yayınlatmak istedim. Daha sonra yazdığım romanı okuyan dostlarım  bunun bir üçleme olduğunu söylediler. Ben de yeniden yazmaya başladım. Roman üçleme haline geldi. İlk cilde yoğunlaştım. Araya birçok iş girdi. İnkılâp Yayınları ile anlaştık. Araya pandemi girince yayımı ertelendi. Kitap bu yılın mayıs ayında piyasaya çıktı. Beklediğimden daha çok olumlu tepki aldım. “Bakmak için şöyle elime aldım ama bırakamadım; bir ki günde bitirdim.” diyenler bayağı fazla.

-Sen mi yazmaya gidiyorsun yoksa yazdıkların mı çat kapı sana geliyor? Eserlerini nasıl vücuda getiriyorsun?

Hayata dair çok sayıda anekdot zihnimde dolaşıma çıkıyorlar. Elimde malzeme birikiyor. Bilgisayar başına geçince hepsi canlanıyor, ete kemiğe bürünüyor, onları hayal dünyamın koridorlarında dolaştırıp yeniden kurguluyorum. Yola çıktığım metin ile son metin arasında fark oluyor. Yazmak bir yolculuktur. Ben de yazım yolculuğunu seviyorum. Metin kendi yolunu buluyor. Karakterler kendileri kendi kaderlerini yazıyorlar. Ben sadece bana fısıldanan kelimeleri yazıyorum.

-Sivil toplum ve siyaset alanında tanınan; netameli dönemlerin bir kesitinde yolu cezaevinden geçmiş bir avukat olmanın yazar kimliğine etkilerini anlatır mısın?

Çok şey yaşadım. Haliyle elinizde çokça malzeme, yaşanmışlık birikiyor. Beni besleyen bir alan oldu sivil toplum ve siyaset. Bir süre sonra orada yapamadığımı gördüm. Zaten çocukluğumdan beridir hikâye dinlemeye ve yazmaya, anlatmaya hevesliyim. Kendi kendime dedim ki, “Sen hikâyeler anlatmalısın; siyaset sana göre değil.” diye.

-Türkçe ve Kürtçeye hâkim, iki dilli bir yazar olmanın yazdıklarına nasıl bir yansıması oldu?

Doğduğum andan itibaren annem ve nenem ile Kürtçe konuşuyordum. Kürtçe hikâyelerden, masallardan, mesellerden beslendim. Ama yazım dilim oluşmadı. Çünkü Kürtçe yazım diye bir şeyden habersizdik. Tüm hikâyelerimin geçtiği mekânlar kahir ekseriyetle Kürt coğrafyasıdır. Karakterlerimin çoğunluğu da Kürt’tür. Haliyle yaşadığım coğrafyanın izleri hikâyelerimde kitaplarımda oldukça fazladır. İki dilli yaşamak zordur. Evde dinlediğim Kürtçe masalların yerine okulda daha sert kuralları olan başka bir dille güne devam etmek zor ve zahmetliydi. Neşeli, sohbetlerin sır dolu hikâyelerin anlatıldığı büyülü dil Kürtçe, resmi konuşmaların, kuralları dolu eğitimin verildiği dil Türkçeydi. Kendi ana dilimde yazmayı çok isterdim. Ben çocukken yazmaya başladım. Kürtçe yazım dili diye bir şey olduğunu çok sonra anladım. Sanki bizim aile dünyamızda Kürtçe yazılmazdı diye zihnimde kodlar oluştu. Sonra denedim ama eksik kaldığını görünce vazgeçtim.

-Türkçe ve Kürtçe edebiyat dünyasını ve özel olarak kendi yazdıklarını (edebiyatını) nasıl okuyorsun?

İki soru var burada. İlki; edebiyat dünyasını seviyorum. Ayrım yapmaksızın izlemeye, beslenmeye odaklandım. Her dilden eser okuyorum. Ayrım yapmaksızın edebiyatın içinde geniş odalarında beslenmeye çalışıyorum. Kürtçe edebiyatı çok gelişti. Güçlü eserler çıkıyor. Ama genel siyaset Kürtçe edebiyata sahip çıkmıyor. Çok kaliteli yazarlara rağmen ilgi görmemesi beni üzüyor. Kürtçe edebiyat ve sanatın daha çok gelişmesi için birçok çevrenin derli toplu, birlikte hareket etmediğini söylemek mümkün. Birlik sinerji yaratır. Bir Kürt yazarın söyleşisine diğer Kürt yazarlar katılmıyor. Veya diğer yazarların kitaplarını okumuyor. Sanatçılar ve yazarlar arasındaki etkileşimi, dayanışmayı çok yetersiz buluyorum. Çok sayıda Kürt yazar Türkiye edebiyatında yer alıyor. Özellikle onları takip ediyorum. Türkiye edebiyatında güzel eserler ile öne çıktılar. Türkiye edebiyatı genel hatlarıyla birbirini tekrar eden, büyük şehirde bunalan insan odaklı eserler vermeye başladılar. Sıkışmış, çaresiz kalmış karakterlerin absürt hikayelerinden geçilmiyor. Derin Anadolu kültüründen izler ve konular göremiyoruz. İnsan odaklı eserlerin ele alınması güzel ama derin bilgece yazarların azaldığını görüyoruz. Bir kitap bence bunalmaktan öte daha çok şey anlattığında güzel kalıcı bir eser olur. İkincisi, Kürtçe edebiyatından, Türkiye ve dünya edebiyatından besleniyorum. Ben tarihi romanlar okumayı seviyorum. Dolayısıyla sevdiğim romanlar yazıyorum. Kendi coğrafyamdan olayları kaleme alıyorum. Karakterlerim, hikâyelerim, ritüeller, mekânlar, meseller tamamıyla Kürt halkına ve coğrafyasına aittir. Dil dışında her şey kendi doğduğum mecraya dairdir. Dediğim gibi çocuklukta Kürtçenin yasak bir dil olduğuna ve Kürtçe yazım dilinin olmadığı düşüncesiyle büyüdüm. Çok sonraları Kürtçe eserlerin varlığından haberdar olduğumda üniversitede okuyordum.

-Coğrafyanın edebiyatla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsun? Coğrafya mı yoksa yazmak mı bir kader?

Coğrafya kaderdir der İbni Haldun. Evet, kaderdir. Doğru. İnsan yaşadığı en iyi bildiği yeri ve derdi yazmalıdır. Ben de içinde doğup büyüdüğüm coğrafyanın insanlarını yazmaya çalışıyorum. Zengin bir dil, yaşanmışlık, kültürel kodlarla beslendik. Şahsen yaşadığımız acıların ilk elden tanığı oldum. Dolayısıyla her şey insana bir şeyler katıyor. Tümünden bir edebi eser çıkarmak ise bu alanda kalemine, kelamına, yeteneğine, disiplinli çalışmaya kalıyor.

-Aydın ve sanatçıdan çok politik şahsiyetler devşiren bir coğrafyada yaşıyor olmanın esbab-ı mucibesini; toplumun sanat ve edebiyata yaklaşımını, kendi yazarlık pratiğin üzerinden açabilir misin?

Politika gelişmekte olan toplumlarda popülerdir. Gelişmiş toplumlarda sanatçılar, yazarlar daha kıymetlidir. Biz de gelişmekte olan toplum olduğumuzdan siyaset yapma herkesin DNA’sında var. Zamanla sanatın, edebiyatın gücü ve hazzını daha iyi anlıyorsunuz. Ben de bunu çok önceden keşfetmiştim. İçimdeki varlık, “Sen yazmalısın” diyordu sürekli bana. İçimdeki sesi, varlığı, dinledim. 1981’de başladığım yazı serüvenine 1996’da geri döndüm. Araya sivil toplum ve siyaset girdi. Ama son dört yıldır sadece sanat ve edebiyat oldu.

 

 

-Etkisi azalmış olsa bile hâlâ can alan pandemi sürecini nasıl değerlendiriyorsun? Bir edebiyatçı olarak bu süreçte payına neler düştü?

Pandemi insana bir uyarıydı. Kendine, doğaya geri dön! Tüketmekten vazgeç diyen bir uyarıydı. Bitmek üzere olan bir sürece girdi. Ben çok beslendim. Okudum. Çok okudum. Kendimi sorguladım. Çok sayıda makale yazdım. Romanı bitirdim. Doğaya kendime döndüm. Faydasını gördüm.

-İleriye dönük ne tür planların var?

Günahkârlar Kalesi bir üçlemedir. Önümüzdeki üç yılda Mezopotamya Üçlemesi’nin diğer iki cildini bitirmek istiyorum. Daha sonra bir çocuk romanı elimde var. Onu bitirmek istiyorum. Yarım olan bir roman çalışması daha var. Velhasıl gelecek planlarım daha çok yazmak üzerine, yazmayı istediğim metinlerim beni çalışma masasına çağıyor.

-Son olarak neler söylemek istersin… Teşekkürler Muharrem Erbey.

 Sevgili Metin, güzel enerjini, edebi çalışmalarını 1997’den beridir takip ediyorum. Kutluyor ve içten teşekkürlerimi sunuyorum. 

 

Muharrem ERBEY

1969’da, Diyarbakır’da, Sur içinde doğdu. İlk şiiri 1981’de çocuk dergisi Furi’de yayımlandı. Lise yıllarında resim yaptı. 25 Eylül 1997’de annesini kaybettikten sonra kaleme sarıldı. 1998’den itibaren ulusal ve uluslararası alanda çok sayıda kültür sanat dergisinde, gazete ve web sayfasında, makale, öykü, deneme ve röportajları yayımlandı. Öykü, makale ve denemeleri, İngilizce, Almanca, İsveççe, İtalyanca, Norveççe, İspanyolca ve Arapçaya çevrildi. Edebiyat, barış ve insan hakları alanındaki çalışmalarından dolayı, 1999 Ankara Barosu Öykü Ödülü’nü, 2007 Ümit Kaftancıoğlu Öykü Ödülü’nü, 2012’de Ludovic Trarieux Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları Ödülü’nü, 2014’te Norveç PEN Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’nü, 2014’te İsveç Pen baskı altındaki yazarlara verilen Tucholksy Ödülü’nü kazandı. 2016’da Yaşar Kemal öykü seçkisi, 2018 Oğuz Atay seçkisi dâhil çok sayıda seçkiye öyküleri alındı. 1997’den bu yana Diyarbakır’da serbest avukatlık yapıyor. Burçin ile evli. Robin ve Rober adında iki oğulları var. Daha önce Kayıp Şecere, Babam Aharon Usta ve Tahir Elçi Hikâyesi kitapları yayımlanmış; Barış Hikâyeleri Seçkisi başlıklı eseri yayıma hazırlamıştır.