Ana Sayfa Kritik MUSTAFA KÖZ: KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN BİR SİYASET OLARAK ŞİİR

MUSTAFA KÖZ: KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN BİR SİYASET OLARAK ŞİİR

MUSTAFA KÖZ: KENDİNİ GERÇEKLEŞTİREN BİR SİYASET OLARAK ŞİİR

Metin Eloğlu, “Türk yenilikçi şiiri oldum olası Batı’ya dönük, o ortamın değişimlerine, gelişimlerine ayak uydurmuş, etkinlik hamuru öylesine karışmış bir doğal serüveni yansıtır genellikle. “Ulusal Şiir” deyimi ise salt bizim işgüzarlığımız: Ne somut bir anlam taşıyor günümüzde, ne de belirgin örnekleri var…” derken İkinci Yeni şiirinin tepkisel niteliğinden doğan ve anlamsızlığa dek uzanan bazı aşırılıklarından korktuğu için o akımın şiire kazandırdığı yeni boyutların dışında kalmamak gerektiğine dikkat çeker.

Her konuda olduğu gibi şiiri de küreselleşme ve küresel standartlara erişme şeklinde algılayan bir anlayışın devam ettiğini görüyoruz. Sorumlusu tabii çok eskilere dayanıyor: bir dünya düzenini, burada şu ya da bu devleti, şu inancı ya da bu inancı değil, insanlığın tümünü düşünmek lâzım. Her kültürün bunda payı vardır, o yüzden “Efendim Batı kültürü bunu yapmıştır, Batı zaten namussuzdur, bizimkiler müthiştir” gibi ifadeler doğru olmaz ya da bunu dememek lâzım.

Şiirin küreselleşme süreciyle birlikte elde ettiği sınırlar ve aşırı dolaşım imkânı, konumunu daha sağlamlaştırması için sürekli bir uyarıdır. Elbette şiirin insanı özgür kılması, onu kuşatmadığı, ona baskı uygulamadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Şiir, hiçbir zaman sınırsız bir özgürlük alanı olmamıştır. Bilakis şiir, aynı zamanda iktidarın etkin bir şekilde ve tüm kurumlarıyla yerleştiği bir küreselleşme olmuştur. Şiir farklılıktır, bir farklılıklar sahnesidir. Hayat değişik iklimleri, renkleri, tarzları, tipleri ve gerçekleriyle yer alır şiir sahnesinde. Şiirin kendisi karmaşık bir toplumun güçlü simgesidir ve tek örnek olmayan pek çok şeyi barındırır. Bir farklılıklar, başkalıklar, zıtlıklar ahengi, armonisi, seremonisi yahut çelişkisi olarak anıtlaşır şiir.

Şiir, başka alanlarda da özgürlüğü besler. Siyasal ve düşünsel hareketlerin ortaya çıkışı ve yayılışında, şiirin daha rahat bir ortam sunduğu söylenebilir. Şiirin bir küreselleşme oluşturması, kendince bir küreselleşme, yani hayat tarzı ortaya koyması, şiirin özellikle bütün boyutlarıyla ilgilidir. Hayatın her yüzüne aşina, her yüzünün çizgilerinde yuvalanmış bir duruşu vardır şiirin ve şiir ancak tüm boyutlar göz önüne alındığında gerçek resmi verebilir.

Şiir ve küreselleşmenin zorunlu birlikteliği, bir küreselleşme havzası olan şiirin tüm yönlerinde net bir şekilde izlenir. Küreselleşme, şiire muhtaç değildir; başka formlarda da hayat bulabilir. İnsanın nefes alıp verdiği, hayatı bir şekilde inşa ettiği her yerde zaten vardır. Bükemediğimiz bir eldir, mecburen öperiz.

İbn-i Haldun’un “Mağluplar galipleri taklit eder.” dediği gibi bu bir zorunluluktur. Bu bakımdan şiirin şakaya gelir bir yanı yoktur. Yaratıcı şair, gücünü güzel sözlerle dile getirir. Bunun için yabanlığı, ürkünçlüğü, umutsuzluğu bir düzene sokar. Buna dayanarak belli bir düzene göre ana türleri geliştirir. Ama okur, hiç kanıt istemez; kanıtları bir bir sayıp dökmenin, bir işin daha iyisinin yapılamadığını gösterdiğini bilir.

Bununla birlikte, her düşüncenin açıkladığı şeyle güzelleştiği de söz götürmez. Onun için elimizden geldiğince şiirin şairi olmaya bakalım. Evrensellik karşısında yerellik ve tikelliği, hakikat karşısında yorumu ve göreliliği, politika ve etik karşısında estetiği, ideoloji eleştirisi karşısında yapıbozumu, gerçeklik karşısında imgeleri, temsil karşısında benzetimi, zaman karşısında mekânı, çelişki karşısında farklılıkları, sınıf karşısında kimlikleri, gereklilik karşısında olumsallığı ve kaosu öne çıkaran bilgiye, akılcılığa, kurtuluş söylemlerine kuşkuyla bakanların paylaştığı, estetize edilmiş bir ruh hâlidir önemli olan.

Bizim şiirimizin en büyük problemi, şiirde bizim yurt tutamıyor oluşumuzdur. Çok eğreti oturuyoruz. Şairler, köklerini unutup köksüz olmaya başladıklarında aralarında sevgi duyguları, insanlık sevgisi, adalet duygusu ve vicdan ortadan giderek kalkmaya başlayacak, şiir artık vahşi bir ormana dönecektir. Bu kadar duyarsız, duygusuz, sadece çıkarlarının ardına düşmüş şairlerle yaşayabileceğimiz şiirler olamaz.

Hepimiz de aslında aynı gemideyiz ve o gemide iyi olanlar, kötü olanlarla birlikte yaşadığı için iyi olarak var olmak çok zor oluyor. O yüzden şiirin düzeniyle ilgili değişikliklere biz şairler gidemediğimiz sürece (ki çok kısa vadede bunun olamayacağını düşünüyorum), maalesef yurt tutamadığımız şiirlerde yaşamaya mahkûm olacağız.

Bunun için biz şairlerin yapabileceği çok şey var. Şiiri maneviyat olarak da düşünmek lâzım. Biz buna, felsefede tinsellik diyoruz. Burada şiir var, burada benim köklerim var, diyorsunuz. Mevlânâ’dan özgünü olmasın. Mevlânâ hangi “şiir kültürü”nden beslendi? Mesela bir Cemil Meriç, bir Kemal Tahir? Aydınlar, raflarda dizili kitaplar gibidirler. Aynı çatı altında yan yana dururlar ama her biri ayrı bir dünyadır, birbirlerine karışmazlar ve yalnızdırlar.

Şiir kültürü” dediğimiz şeye bence hak ettiğinden daha fazla önem atfediyoruz. Şiirin bir avantajı varsa kütüphanelerin varlığıdır. Aslında varlığıydı demek lâzım; ama günümüzde onlar da önemini yitirdiler. Neden kendimize ait bir “şiir kültürü” ve bu kültürle beslenen aydınlar üretemiyoruz? Bunu, sadece küresellik ile izah etmek kolaycılık değil mi? Şiirin “tek bir ruhu” olduğu düşüncesine katılmadığım gibi seçkinci telmihinden de hazzetmiyorum doğrusu! Şiirde sokaklara cetvel değmemiş ise, eğri büğrü ise önceliğin farklı olmasındandır. Önce sokak, sonra ev çizilmez!

Şiir, farklılıkların bir aradalığı yahut çelişkisi olduğu kadar aynı şekilde bir ayrışma ortamıdır. Şiirsel ayrışma, geçmişten günümüze değişik biçimlerde farklı içeriklerde şiirle beraber var olan bir gerçekliktir. Bir kültür havzası olan şiir, ayrışmayı da giyinmek zorunda kalmıştır.

Şiirin bir hayat biçimi olduğunu özenle vurgulayan Mustafa Köz, şiirsel yaşam biçiminin belirgin niteliklerini toplumsal dayanışmanın ve geleneksel temelinin zayıflaması paralelinde irdeler. Kendine özgü hayat kalıplarını siyaseten öneren Mustafa Köz, şiirin kendi olağan sürekliliği açısından ne kadar mühim olduğunun farkındadır. Bundan ötürü şiir, bir hayat biçimi şeklinde okunabileceği gibi kültürle kendini gerçekleştiren bir siyaset olarak da görülebilir.

2011’de yayımladığı Öncü Yağmur ve Çigan Şiirleri kitaplarıyla büyük yankı uyandıran Mustafa Köz, yazdığı emek ve toplumsal protestolar tarihine ilişkin bu şiirlerle kendine yeni bir şiir alanı açmış ve şiirin geniş kapsamlı zekice çağrışımları da içeren standartlarını belirlemiştir. Bu yazıda iki kitabın karşılaştırmasını yapmayı amaçlıyor değilim. İki kitabın da tarihsel yazılım süreçlerindeki benzeşmezliğin yöntemsel olarak böyle bir karşılaştırmaya imkân tanımadığını düşünüyorum.

Mustafa Köz’de şiirin yerel kimliği, tarihi, coğrafî ve kültürel özellikleri, bu bildik şiire kendine özgü bir çeşni katar ve bir şiirden diğerine küresel şiir altyapısı aynı kalsa da dekor değişir. Şiir, şairin öbür yüzüdür ya da gizli ikizi. Dışarıdan bakıldığında hem Öncü Yağmur hem de Çigan Şiirleri’ndeki duygusal yamulmanın tuhaf göründüğüne kuşku yok. Şiirin işitsel haritasına sahip olmayan birisi için karşılaşılan durum, en azından yadırgatıcıdır. Dışarıdan bakan göz, bu tuhaflığı kendi okur haritalarının merceğinden görecek ve anlamlandıracaktır. Her dize, her anımsama, kopmaz biçimde geçmiş bir olaya ya da deneyime bağlı olsa bile herhangi bir anımsama ediminin zamansal statüsü hep şimdidir. Yoksa naif bir epistemolojinin öne süreceği gibi geçmişin kendisi değildir.

Şiirin belleğini oluşturan, geçmiş ile şimdi arasındaki bu çok ince yarıktır. Bu yarık, şiirin belleğini güçlü bir biçimde canlı kılar; onu arşivden ya da başka herhangi bir depolama ve yeniden çağırma sisteminden ayırt eder. Şiir de şairin olur öncelikle; şair de şiirin. Şiir, kendi doğasını şaire dayatıp şairin dili ve söylemini yeniden biçimlendirir.

Bu karşılıklı kabul ve gönüllü rıza üretiminde şiir, kendine özgü kuralları içselleştirmiştir; şairi şiirin dışında bırakmak istemez, bir ailenin çocuğunu sahipsiz bırakmak istememesi gibi. Böylelikle şiir, iyiden iyiye şaire nüfuz etmiştir. Şair de şiirden kopamaz, şiirden ayrı kalamaz olmuştur. Kitaplarından kimi seçtiğim dizelerini yazıyorum Mustafa Köz’ün. Alıntıladıklarım, Öncü Yağmur adlı son kitabındandır:


İşte, bu karanlık o karanlık
otların ve taşların altından çıkagelen.

***

Sonra kitapları silkelediler
bir deniz düştü birinin içinden.

***

Tabakta iri bir ağaç iskeleti, nasıl da itiyor
mutfak penceresini dolunay, açsa ne bulacak oysa.

***

ve köşede kutsanmış bir tas su, öfkeden kana kesmiş.

***

Büyük yangından sonra harmana gömdüğümüz
üç beş patatesi arıyoruz şimdi külle, açlıkla.

***

uyanın kardeşlerim, çürük dişler gibi kararıyor ruhunuz.

***

yorgunluğu at gibi bağlayarak incirli avlulara
özgürlüğünkanıyla boyuyorlar sınırları.


Mustafa Köz’ün şiirde vazgeçilmez saydığı öğelerin başında ‘insan’ geliyor. Başlamak için en uygun sözcük ‘insan’dır… Şiir, insana ilişkin bir kurgudur…

Bu yüzden de mekâna ve zamana karşı zaafı var. Şiir, ordan oraya taşınabiliyor ve yerleştiği her insanda yeni bir anlamı içermek zorunda kalıyor. Şiir anlamını durağanlaştırmakta güçlük çekiyor. Bu da şiire kendi içeriğinden bağımsız bir dinamik kazandırıyor.

Mustafa Köz’ün imgelerinde devlet eliyle üretilen sıcak şiddet tehdidi, her an hissedilir. Bu noktada küreselleşme, kendi içinde olumlu ve şiirin yapısından kaynaklanan sorunları çözme potansiyeline sahip bir alternatif olarak algılanıyor. Şiire atfedilen ‘kapalı’, ‘içe dönük’, ‘atıl’, ‘dünyadan kopuk’ gibi vasıfların aksine, küresel şiire bir tür ‘dışarıya açıklık’, ‘dinamizm’, ‘dünya standartlarını yakalama’ vb. vaadi olarak bakılıyor. Olmaması gereken yerde olan, görünmemesi gerektiği hâlde görünen, yok edilmeye çalışılır.

En büyük sığınağımız çocukluğumuz,” diyor şair Rilke. İnsan, hayatının her döneminde şöyle bir geriye dönüp Marcel Proust’un yaptığı kayıp zamanın izinde gitmek istiyor. Mustafa Köz’ün meselesinin tek başına ‘şiir yazmak’ olmadığı açıktır. Öyle olsaydı yazılanlar, çözümlemeler yapmaya elverişli ürünler olurdu. Çözümlemenin arkasında yoğun mantık yürütmeleri vardır. Onun şiiri ise mantık yürütmeyle karşılığını bulamaz. Bırakın mantığı, sezgiyle bile keşfedilebilecek metinler değildir.

Şimdi aşağıya alacağım alıntılar da yine son kitaplarından olan Çigan Şiirleri’nden:


Jandarma kulun olam, bizarım ağlamaktan.

***

sana bir dağ yolluyorum bu mektubumda
üç kardeşi vurulmuş, birisin yoksul üşür.

***

kardeş Rıza, bir soluk yeter bize
üflemek üçün bu tek delikli dünyayı
şu kan kuruyan o güldür yakanda
ister öldür beni, istersen daüssıla.

***

Babalardan ayrılık yapılır demiştiniz, karanfil annelerden
bir öğle çiçeğisiniz sizde o içli mendillerde bu kırgın haziranla.

***

Duydum masayı esnerken, ağzında bir top kağıt
belki hüzünlü söylence belki yüzyıllık ağıt.

Dizelerine bir bakalım. Atalarımız, şöyle demiş ya hani “Aslan yatağından belli olur”. İşte şiirin “twiligth-zone”unda yaşamayı ve yazmayı bilmiş ender şairlerden biridir Mustafa Köz.

Şimdi çok abarttığımı ve çok idealize ettiğimi düşünebilirsiniz ama bazılarının da bunu yapması lâzım. Çok fazla gerçekçilik, gerçekçilik değildir. Çünkü gerçekçi şair rüyalarını, hayallerini yaşayan şairdir. Hayallerimiz olmadığı zaman şiiri inşa edemeyiz. Şiir benim gönlümle yaşadığım bir yer olmalı. Gönlüm de hem bedenim hem duygularım hem de aklım demektir. İç dünyamı mahveden, umutlarımı, sevincimi, sevgimi, dostluk duygularımı alan bir şiirde, şair gibi şair olamam. Orada şair olarak çiçek açamam, orada şair olarak başkalarına bir şey veremem, orada sürekli kahır çeken bir varlık olurum!

Şiir, bir ütopya değildir. Onu ütopyalaştırmak, ütopya benzeri bir yapılanma şeklinde anlatmak da mümkün değildir. Şiir belki anlamını, önemini, gerekli oluşunu ütopya olmayışında bulmaktadır. Ütopya olsaydı bu denli uzun ömürlü olamazdı; dünden bugüne insanın özü olarak kalması mümkün olamazdı. Şiir, ütopyanın insansız ve hayatsızlığına inat doludizgin hayatı ikame eden gerçek, hayatın içinde hayatın tüm yüzlerine dönük bir yaşama iklimidir. Bir anlamda hayatı kurutan ütopyaya karşı şiir; hayatı kırık dökük, düşe-kalka, eksik-tam (ki hayat böyledir zaten), yani olduğu gibi taşımaktadır.

Mustafa Köz, çok açık siyasal tavır aldığı şiirlerinde bile söylevden uzak durmaya özel bir önem verir ve anlatacağını imgeler yoluyla dile getirmeyi ister. Yalnızca devrimci mesaj iletmeyi amaçlamak, şiirin dışında bir olaydır.

O, bugün de felsefî anlamda bireyciliğe karşıdır elbet ama bireyselliğin, bireycilik demek olmadığını da biliyor. İnsan şiirin can damarı, hayat suyu, ruhudur. Şiiri diri tutan, hep hayata dâhil kılan insandır. İnsanın çekildiği şiirin kısa bir süre içinde nasıl çözüldüğü, çürüdüğü, un ufak olup âdeta hayattan çekildiği sayısız örnekte izlenebilir.

Şiir, Mustafa Köz’ün damarı ise, insan da o damardaki kandır. Her şairin arkasında, başarılı bir şiir vardır aslında. Şairde olmayanı kapatan ve başarıya götüren sır şiirdedir.

 

OKUMA NOTLARI: Ayhan, E. :(1996): “Dipyazılar”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul., Ecevit, Y.:(2001): “Yirminci Yüzyılın Tüm Avangard / Deneysel Metinlerini Heyecan Verici Buluyorum”, Varlık, Sayı: 1126, Temmuz: 36-39., Necatigil, B. : (1979): “Bile/Yazdı”, Ada Yayınları, İstanbul., Cansever, E. : (2008): “Şiiri Şiirle Ölçmek”, YKY Yayınları, 1.Baskı: İstanbul, Şubat (2009), Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan., Köz, M.: (2011): “Öncü Yağmur”, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı: İstanbul, s:104., Köz, M.: (2011): “Çigan Şiirleri”, Komşu Yayınları: 98, 1. Baskı: İstanbul, s:88.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl