Ana Sayfa Kritik MUSTAFA ŞERİF ONARAN’IN “NÂZIM HİKMET” HAKKINDAKİ FÜTURSUZLUĞU…

MUSTAFA ŞERİF ONARAN’IN “NÂZIM HİKMET” HAKKINDAKİ FÜTURSUZLUĞU…

MUSTAFA ŞERİF ONARAN’IN “NÂZIM HİKMET” HAKKINDAKİ FÜTURSUZLUĞU…

SÖZ “NÂZIM” KONULU KİTAPLARDAN AÇILMIŞKEN…

 

9 Ekim 2008 tarihli (Sayı: 973) Cumhuriyet Kitap Eki’nde; Mustafa Şerif Onaran’ın “Değinmeler” köşesinde “38 Olayları” başlıklı yazısı gözüme ilişti.

(Mustafa Şerif Onaran 2013 yılında dünyamızdan ayrıldı. “Kritik”teki yazılarımı takip edenlerin aklına gelebilir; bu adam hep de ölülerin arkasından mı yazıp eleştiriyor onları diye… İyi bir dostum ve ahbabım olan Mustafa Şerif Bey’in sağlığında yazmıştım bu yazıyı, ama görüp görmediğini bilmiyorum…)

Mustafa Şerif Onaran; 2002’deki Nâzım Hikmet’in 100’ncü yaşı dolayısıyla yazdığı tek kişilik oyunu “Ben Bir İnsan”dan söz ederek giriyor yazısına… Frankfurt Kitap Fuarı’nda da, 16 Ekim 2008’de “Bir Destan Şairi Olarak Nâzım Hikmet” söyleşisini sunacakmış, sunumdaki şiirleri de, “Ben Bir İnsan”ın oyuncusu Rüştü Asyalı okuyacakmış, bu vesileyle ele almış oluyor “38 Olayları”nı…

Bunca yıldır Nâzım Hikmet üzerine araştırmalar, incelemeler yaparım, aynı konuda yayımlanmış beş kitabım bulunuyor. Bütün bu çalışmalarım sırasında; şöyle bir şey gözlemledim: Nâzım Hikmet ne vakit, ideolojisinden, davasından soyutlanarak ele alınıyor, işte o zaman saçmalamalar da birbiri peşi sıra geliyor.

Mustafa Şerif Onaran ve Benzerleri…

Mustafa Şerif Onaran’ın “Ben Bir İnsan…” oyununu izlemedim. Kültür Bakanlığı Yayınları’ndan 2004’te çıkan kitabını da okumadım. Onaran’ın Cumhuriyet Kitap Eki’nde “Değinmeler” köşesindeki yazısından edindiğim bilgi ile izlemiş ve okumuş kadar oldum.

Onaran, önce kendi oyununun kitap olarak basılan “Önyazı”sından alıntı yapıyor.

Hemen başlarda; “…Nâzım Hikmet’in geçmişine baktık. Hayatında sevdiği kadınlar vardı. Bir davaya inanmıştı. Haksızlıklara uğramış, yıllar yılı hapiste kalmıştı.” diyor.

Nâzım Hikmet’in, o inandığı davanın, ne olduğu açık açık belirtilmiyor…

Yazının; “Kararı Önce Verilmiş Bir Yargı” ara başlığından sonra, Onaran, Nâzım Hikmet’in 1937 yazında Ankara’ya gidişinde, eski dava arkadaşlarından (ancak 1926’dan sonra bir “dönek” olan) Şevket Süreyya Aydemir’in rolüne değiniyor:

Şevket Süreyya Aydemir, hükümetle barışması için Nâzım Hikmet’i Ankara’ya çağırmıştı.” (Altını ben çizdim. E.K.)

Bir sonraki yorum cümlesinde Nâzım Hikmet’e uygun gördüğü “işbirliğini” de temenni ediyor Mustafa Şerif Bey:

Devrimci bir hükümetle uyumlu çalışmak uysallık sayılmazdı.” (Altını ben çizdim. E.K.)

Onaran’ın, Nâzım Hikmet’in onunla uyumlu çalışmasının boyun eğmek anlamına gelmediğini ileri sürdüğü, “devrimci hükümet”, Tek Parti Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1925 Mart’ından beri İsmet Paşa’nın sürekli Başbakanlığındaki hükümetti.

Daha bir yıl önce (1936); komünistlere ve komünist mücadeleye karşı, İtalyan Ceza Kanunu’ndan aldığı 141 ve 142’nci maddeleri Türk Ceza Kanunu’na sokarak, Nâzım Hikmet ve yoldaşlarının önüne büyük bir engel çıkaran hükümetti bu “devrimci hükümet”…

İşçi sınıfına, yoksul köylülere, halka; sendika başta olmak üzere meslekî ve siyasî cemiyet, dernek, parti kurma hakkı tanımayan bir hükümetti bu.

Türkiye şehirlerinde ve kırlarında hiç kimseye muhalif bir örgütlenme hak ve hukuku tanımayan bir hükümetti bu…

Nâzım Hikmet’in böyle bir hükümetle işbirliği yapıp çalışmasında hiçbir sakınca görmüyordu Mustafa Şerif Onaran…

Yazının bir sonraki paragrafı da şöyle:

Zamanın Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer böyle bir desteği (Yani Nâzım Hikmet’in, Onaran’ın “devrimci hükümeti”yle çalışmasını. E.K.) istemenin ötesinde onu, Kurtuluş Savaşı üzerinde destan yazmaya özendiriyordu.”

Nâzım Hikmet’i “Devlet”e Pazarlamaya Nasıl Uğraştılar?..

Gelin şimdi Mustafa Şerif Onaran’ın; “Şevket Süreyya Aydemir, hükümetle barışması için Nâzım Hikmet’i Ankara’ya çağırmıştı”, “Devrimci bir hükümetle uyumlu çalışmak uysallık sayılmazdı” ve “Zamanın Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer’in (hükümetle uyumlu çalışmasını) istemenin ötesinde onu, Kurtuluş Savaşı üzerinde destan yazmaya özendiriyordu” ifadelerinin nereden kaynaklandığını aslından okuyalım.

Yön dergisinin 20 Ocak-3 Şubat 1967 tarihlerinde 199- 201’inci sayılarında, Doğan Avcıoğlu’nun Şevket Süreyya Aydemir’le yaptığı konuşma yayımlandı. Biz bu konuşmanın, daha ziyade, derginin 200 ve 201’inci sayılarında yayımlanan konumuzla doğrudan ilgili bölümlerini aktarmak istiyoruz.

Konuşma şöyle:

Nâzım Hikmet Ankara’da

(…)

-Doğan, bilmem o yıllarda neredeydin? Belki de çocuktun. Çünkü anlatacağım bu hikâye Ankara’da ve 1937’de geçer. O zamanki Ankara’da, Millî Kurtuluş devrinin dinamizmi ve inkılâp ruhu belki eskisi kadar yaşamasa bile, gene de havada Ankara’nın kendisine mahsus bir ferahlığı vardı. Atatürk hayattaydı. Onun kadrosundan bazılarının, havaya ondan, henüz ondan bir şeyler yayışı ve nihayet Devlet ve Hükümet başkanlarının görülmez, yaklaşılmaz insanlar olmayışı, burada yaşayan bizlere, dilediğimiz gibi olmak, düşünmek ve konuşmak bahtiyarlığını veriyordu. Daima heyecanlı ve ümitliydik. O sırada ben, Ankara İktisat Müdürü olarak çalışıyorum. Vali Tandoğan’a bağlıyım. Bu vazifem ve bana verilen çeşitli iktisadî tetkik işleri, beni, daha yüksek makam ve şahsiyetlerle de zaman zaman karşılaştırıyordu. Bir gün büromda çalışıyordum. Telefon çaldı. Ses Nâzım’ın sesiydi. Sanki birden kapı açılmış da karşılaşıp kucaklaşmışız gibi, daha telefon başında bile bağrışmalarımız, şakalarımız, hatta tartışmalarımız başladı. Hemen büroya gelmesini tembihledim. Acele sağa sola da sürtünme doğru buraya dedim. Nâzım’ın Ankara’da evli bir hemşiresi olduğunu biliyordum. Oraya gelmiş olacaktı. O sırada Vedat Nedim Tör Matbuat (Basın-Yayın) Umum Müdürü idi ve galiba bana Nâzım’ın Ankara’ya geleceğinden de bahsetmişti. Az sonra Nâzım geldi. Büronun kapısı tıpkı Batum’da veya Moskova’da yahut da Türkiye’ye dönmemizden sonra İstanbul’daki oda kapılarımız gibi tekmelenircesine, devrilircesine açıldı. İçeriye tıpkı gene o Nâzım olarak daldı ve sonrası malûm… Hatta onu bir koltuğa oturtmak için bile müdahalem gerekti. Çünkü gene odanın içinde sağı solu arşınlamaya başlamıştı. O sükûn bilmezdi. Ya dolaşır, ya konuşurdu. Yahut ve en tabiisi olarak, hem dolaşır, hem konuşurdu. Ne ise bir köşeye oturttum.

-Daha evvel ve siz buradayken, Ankara’ya gelmemiş miydi?

-Gelmişti. Ama tutuklu olarak. Rusya’dan Türkiye’ye girerken yakalanmış, Ankara’ya getirilmişti. Cezaevine kapatılmış. Duyunca koştum. İlk sarılışlarımızdan sonra benim uzun paltom, boyun atkım, fötr şapkam hülasa memur halim ile alay etti. Ama Ankara’da çok tutmadılar. Çünkü ziyaret günleri odası ve koridor kız ve erkek lise öğrencilerinden geçilmez oluyordu. Ben bile yaklaşmakta güçlük çekiyordum.

Parti Dışına İtilen Bir Sanat Adamı…”

– Demek, son 1937 yılı gelişinde serbestti.

-Evet. Bir kısmında, fakat onun gıyabında beraber verildiğimiz mahkemelerden ve kim bilir kaçıncı tevkiften, mahkûmiyetten sonra bir aralık hem galiba geçici olarak serbest bırakmışlardı. Ama şimdi onun bu gelişinde, onunla artık ciddi konuşmalıydım. Çünkü o ne bir parti teşkilatçısı hatta bildiğime göre ne de partili idi. Ama inanmış bir komünistti. Fakat hareket adamı olmaktan ziyade sanat ve heyecan adamı idi. Hatta komünizme ne sınıf menşeinden ne sınıf mücadelesinden, sanat ve heyecan yolundan gelmişti. O halde bir parti ve teşkilat hareketi ile bağlı olmayan, hatta bildiğime göre, 1930’da arkadaşları tarafından parti dışına itilen bir sanat adamı acaba boyuna hapisleri boylamadan, boyuna cezadan cezaya sürülmeden, dünyanın en fakir toplumu olan şu bizim milletimizin dertlerini dile getiremez miydi? Hem de şu veya bu şehirde, şu veya bu karakol komiserinin şüpheli kontrolü altında değil de burada Ankara’da! Ve gereğince davalarını, bu mülkün en büyüğüne bile, hem de dilediği, düşündüğü gibi anlatarak! Niçin olmasındı? Biz bu şartlar içinde ve hiç kimseye medhü sena destanları yazmadan, öz benliğimiz ve öz fikirlerimizle bu şehrin havasında yaşamıyor muyduk? Hem de hücumlara, saldırılara, tertiplere, komünist, anarşist diye suçlamalara rağmen. O halde Nâzım’a da Ankara’da, yani göz önünde ve Anadolu topraklarında, yani onun hasret gittiği topraklar üstünde bir yaşama hakkı ve yaşama hürriyeti sağlamalıydık. Bu benim vazifem sayılırdı.

– Acaba kabul eder miydi?

Belki evet, belki hayır. Ama niçin etmesin? Ben, inandırıldığı zaman Nâzım kadar uysal, faydalı ve çalışma disiplini gösteren az insan tanıdım.

– Hikâye enteresan!

-Sonu daha enteresan. Bak ne oldu? Onunla telefonda konuştuktan sonra ve Nâzım büroya gelmeden hemen bir sıra telefon temaslarına geçtim. Cüretli bir karar içindeydim. Nâzım’ı Ankara’nın en ürkeceği insanları ile tanıştıracak ve onu Ankara’nın en çekineceği yerlerinde dolaştıracaktım. Kısacası onu Ankara’ya ısındıracaktım. Hem de ondan hiçbir fedakârlık istemeyerek. Davası, halkın davası değil mi? O halde dünyada bize ondan daha yakın, Türk halkından daha sevilmeye ve işlenmeye layık hangi halk var? Tıpkı benim Ankara’ya ilk iş istemeye geldiğim gün olgun bir Vekâlet Müsteşarı’nın bana söylediği gibi, “Maksat proletaryaya hizmetse, dünyada Türk halkından daha proleter kim vardır? Bu halk için hepimiz, dağarcığımızda ne varsa ortaya koyacağız ve ona hizmet edeceğiz.”

-İşi nasıl ele aldınız?

-Evvela Matbuat Müdürlüğü’nde Sadri Etem’e telefon ettim. Sadri Etem tanınmış bir yazar ve sol bir yazardı. Ondan bizzat Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer’i görmesini, onu bu gece bize yemeğe çağırmasını istedim. Sonra da, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’yı görecek ve her şeyden evvel Nâzım’ın Ankara’da emniyetini sağlayacaktı. Onun burada her hareketine kefildim. Sonra da gene Moskova’da beraber okuduğumuz İsmail Hüsrev’i davet ettim. Daha da bazı temaslar. Şükrü Sökmensüer’i az tanırdım, ama karakterli bir insan bilirdim. Gerçi sonraları yakın çalışmalarımız oldu. Zaten o günlerde de benim Dahiliye Vekâleti’nde ihdas olunacak Köy İşleri veya Belediye İşleri Dairesi Başkanlığı’na getirilmem bahis konusuydu. Nasıl olsa kapı yoldaşı olacaktık. Nitekim 1942’de onu önemli yetkilerle İaşe İşleri Müsteşarı tayin ettikleri zaman, beni de Müsteşar Muavini yapmışlardı. Bugün hâlâ dostuz.

Onlar da İnsan”

-Nâzım geldiği zaman, bu tertipleri nasıl karşıladı?

-Çok sert. Ona bu gece bizde olacağımızı, yemekte Emniyet Umum Müdürü’nün de bulunacağını ve belki Dahiliye Vekili’nin de geleceğini söyledim. “Katiyen olmaz!” diye haykırdı. O halde ya hainsin ya korkak! Senden hiçbir şey istenmiyor. Dilediğin gibi tenkit et. Mahkemede değil, benim soframdasın ve bu insanlar nihayet buraya zabıt tutmaya gelmiyorlar. Onlar da insan. Ve sanıyorum ki seni anlayacaklardır… Hülasa razı oldu. Telefonları onun yanında yeniledim. Şükrü Bey’e teşekkür ettim.

Nâzım’la tanışmaktan memnun olacağını umduğumu söyledim. Eve haber verdim. Ama en hoşu ondan sonraki ve akşamdan önceki saatlerdi.

-Nasıl?

-Daireyi bıraktım. Nâzım’ı aldım. Çankaya’da bir bağ evinde oturuyorduk. Şimdi de Çankaya İlkokulu binasının ardında bir bağ evi. Mektebin altında Çankaya yolu çatallaşır. Sol yol Gazi Köşkü’ne gider. Sağ yolda ve hemen bizim evin karşı tarafında İnönü’nün köşkü ve bahçesi uzanır. Nâzım’la bizim tarafa yürüdük. Evde onu eşim sevinçle karşıladı. Ta Batum’dan, Moskova’dan başlayan bir tanışma. Eşim Leman’a takıldı: “Kız seni Moskova’da neredeyse nehre atmaya kalkmıştım. Yolumuza engel olacaksın diye.” Gülüştük, şakalaştık. Onu alnından öptü. Biraz evde dinlendikten sonra Çankaya’yı gezdirdim. O, her köşe başında elleri tabancalı, gözleri tetikte polisler, muhafızlar bekliyordu. Halbuki böyle şeyler yoktu. İnönü’nün kapısında bir inzibat eri uyuklar gibiydi ve İnönü, tesadüfen bahçesinde hem de yola yakın bir ağacı galiba budamakla meşguldü. Onu başımızla selamladık. Nazikâne mukabele etti. Sonra Mareşal Çakmak’ın, Şükrü Kaya’nın ve diğerlerinin evleri önünde dolaştık. Ayaklarımızın altına serilen Ankara, Çankaya’dan akşamın tozlu yorgunluğu içinde görünüyordu. Nihayet Atatürk Köşkü’nün Muhafız Kıtası’nda tanıdığım bir subayın yanına gittik. Bize çay ikram etti ve Atatürk’ün köşkü, biraz yakınımızda, günlük sükûnu içindeydi.

-Nâzım ne yaptı?

-Sadece biraz şaşırdı, biraz şaştı. Ama çabuk alıştı. Her şeyi tabii bulmaya başladı. Eve döndüğümüz zaman, terasta Ankara’ya karşı artık tam bir tartışmaya daldık. Memleket için ne biliyorsa yanlış biliyordu. Çünkü Nâzım, bir bilgi ve doktrin adamı değildir. Hatta denilebilir ki, o yalnız kendi şiirlerini okur. Onun bildiklerini, her defasında önüne yaydığım rakamlar, yazılarla tashih ettim, düzelttim. Hem bir şeyler içiyor, hem dağları inletircesine tartışıyorduk. Çankaya’dan Ankara’nın gurubunu, melankolik bir sessizlik içinde seyrettik. Akşam böyle bastı… Şimdi artık gecenin hikâyesine geçebiliriz. Buraya kadar soracağınız bir şey var mı?

-Nâzım Hikmet’i Çankaya’da, Atatürk ile İsmet Paşa’nın köşkleri arasında bir bağ evinin terasında, güneşin batışını seyreder halde düşünüyorum da, içimde garip hisler uyanıyor.

-Garip hisler deme, güzel hisler demelisin. Çünkü Nâzım bu Çankaya sırtlarında, bütün hayatı boyunca olduğu kadar kendisi idi. Yalnız biraz şaşkın gibiydi; çünkü başkentteydi. Başkentte mülkün zirvesindeydi. Avazı çıktığı kadar bağırsa, belki bir taraftan Atatürk, bir taraftan İsmet Paşa onun sesini duyabilirdi. Etrafta ise tabancalı gözcüler, makinalı tüfekli polisler, askerler, jandarmalar köşe başlarını tutmuş değildi. Bütün hızı ve inancı ile anlattığı şeylere gelince… Demek bunlar, burada pekâla konuşulabiliyordu! Hem dahası da vardı: Az sonra bu çatının altında onun ve hepimizin gizli dosyalarımızı elinde tutan ve benim bildiğime göre, ona bir hain değil bir değerli insan diye bakan bir üst görevlinin, hem de müsamahasız bir milliyetçinin karşısında bulunacaktı.

Aradığın Yakalandı, Onu Sana Teslim Ediyorum…”

-Öyle oldu değil mi?

-Evet, arkadaşlar ve Sökmensüer vaktinde geldiler. Nâzım’ı ona: “Aradığın yakalandı, onu sana teslim ediyorum” diye takdim ettim. Hepimiz gülüştük. Nâzım’la biraz uzunca el sıkıştılar. Karşılıklı şakalaştılar. Nâzım pek çabuk benim bildiğim Nâzım oldu. Uysal, şakacı, şen ve yapmacıksız Nâzım. Sofrada hepimiz yerimizi aldık, bir de boş sandalye bıraktık. Çünkü Sökmensüer Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’dan haber getirdi. İşten kurtulunca ve Çankaya Köşkü’ne çağrılmazsa gelecek diye. Eğer gelemezse, Nâzım’ı ertesi gün için bekliyordu. Hakikaten de az sonra haber geldi ki Vekil Köşk’ten çağrılmıştır ama Nâzım’ı ertesi gün dairesinde beklemekteydi.

-Sofra, herhalde civcivli geçmiş olacaktır…

-Sorma! Evlenmemize şahit olan Nâzım’ı iyi tanıyan eşim bile zaman zaman, “canım ne oluyorsunuz, biraz sakin olun, soframızda yabancı misafirler var” der gibi ikimize de kaş göz işaretleri yapıyordu. Hele Sökmensüer’le çatışmaları… Nâzım Hikmet; kapitalizm, komünizm, dünya ihtilâli, emperyalizm, gibi sözlerin her birini birer bomba gibi patlatıp Şükrü Bey’in yüzüne haykırdıkça, Cihan Harbi’nin ve İstiklâl Savaşı’nın nice cephelerinde ve Anadolu Harbinde Garp Cephesi Kumandanı İsmet Paşa’nın karargâhında, sonuna kadar kurmay başyaver olarak çalışmış bu olgun insan, bizzat çarpıştığı bu güçlerin adını, sanki ilk defa duyuyormuş gibi nazik, Nâzım’ı dinliyor, yalnız ara sıra cevap yetiştirmeye çalışıyordu: “Peki ama Nâzım Hikmet Bey, bu dediğin kapitalistler, emperyalistler yani bizler miyiz? Canım bunlara karşı biz isyan etmedik mi? Şu odanın penceresinden, şu kımıldamaya çalışan Ankara’ya baksana! Biz kimiz? Biz niçin buradayız? Daha yolun bile varamadığı vilayet merkezleri var. Eh peki, bu bozkırlara biz kendimizi adamazsak, kim adayacak? Canım bu davada hepimize yapacak bir vazife yok mu? Âlime, cahile, memura, şaire.

– Güzel bir geceymiş…

-Çok… Ama en güzeli, şiirler faslı oldu. Nâzım en güzel şiirlerini okudu. Nâzım’ın şiir okuyuşunda gerçi her zaman adeta dinî bir cezbe vardır. Bunu da galiba büyükbabası Mevlevî Nâzım Paşa’dan almış. Ama bu kadar tok, bu kadar alıcı, bu kadar erkek bir kudret ve ahenk akışı, her şaire müyesser olan şey değil. O sırada İspanya İç Harbi içindeydik. İşte bu güçlü ahenk içinde ve İspanya İç Harbi’ni anlatan bir şiirini okurken, Şükrü Bey’in galiba gözleri yaşardı: “Nâzım” dedi, “Bu şiirde ne komünizm ne kapitalizm var. Bu şiirde anlatılan halkın isyanıdır. Tıpkı bizim İstiklâl Savaşı’mızda olduğu gibi. Ama ne yazık ki hiçbir Türk şairi, bu destanı dile getirmedi. Yazık değil mi Nâzım? Bizim halkımızın isyanı ve savaşı yanında İspanya İç Harbi çocuk oyuncağı kalır. Anadolu destanını yazsana Nâzım sen. Anadolu destanını yaz…” Ondan sonra sofrada ne Emniyet Umum Müdürü, ne de her adımı izlenen bir Nâzım Hikmet kaldı. Hepimiz bu izlemelerin, izlenmelerin üstünde ve bu hepimize muhtaç ülkenin çocukları olarak konuşuyorduk. Şiirler, şiirleri kovaladı. Gecenin geç saatlerini bulduk. Nihayet ayrılma vakti geldi.

Nâzım sizde mi kaldı?

Hayır. Hemşiresinin evine gidecekti. Onu şehre Şükrü Bey indirecekti. Onları evden otomobile kadar bağın içinden teşyi ettik (uğurladık). Şükrü Bey arabaya evvela Nâzım’ı bindirdi. Sonra kendi bindi. Hepimiz biraz içmiştik. Otomobil hareket etmeden önce Nâzım’a takılmaktan kendimi alamadım. Başımı pencereye yanaştırdım: “Nâzım”, dedim, “Şu Prudhon’un hikâyesini biliyorsun ya? Hani kitabında, ben her akşam yemeğimi polis müdürü ile yer, fakat gene ihtilâlimi yaparım, diye yazılıydı da bunu seninle boyuna tartışırdık. Şimdi galiba sen de…” Nâzım bu takılmamı biraz ağır bulacak sanmıştım. Bulmadı. Çünkü o gece hepimiz o kadar kendi şahsiyetimizi dile getirmiştik ki, içimizde ne Prudhon, ne de polis müdürü vardı. Âlim, cahil, memur, şair, hepimize muhtaç, hepimizden bir şeyler bekleyen bu harap vatanın dertleri üstünde o kadar birleşmiştik ki…

Onun Yeri Ankara İdi…”

Şevket Süreyya Aydemir ile Doğan Avcıoğlu’nun röportajı “Yön”ün bir sonraki sayısında da devam etti:

Şevket Süreyya Aydemir, Nâzım Hikmet ile Ankara’da ve Çankaya’daki bağ evinde toplandıkları gecenin hikâyesini o kadar heyecanla anlattı ve gene o kadar derin bir heyecan içinde tamamladı ki ondan, bu Çankaya gecesinden sonrasını da dinlemek isterken biraz düşündüm. Yorulduğuna işaret etmek istedim. Fakat Aydemir, hâlâ söze başladığı kadar zindeydi.

Yoruldunuz, dedim. Fakat bu enteresan hikâyenin devamını dinlemeyi de o kadar isterdim ki…

-Yorulmak niçin? Bunları bir gün yayınlamayı zaten isterdim. Madem ki siz vesile verdiniz, onları size aktarayım: Nâzım’la ertesi gün tabii gene buluştuk. O gün Sadri Etem ile Şükrü Kaya’yı ziyaret ettiler. Falif Rıfkı’yı ziyaret ettiler. Şükrü Kaya ile konuşulanları hem Sadri’den, hem Nâzım’dan, hem Şükrü Kaya’dan dinledim. Şükrü Kaya, bu gibi hallerde olgun ve aydın bir insandı. Hülâsa sonunda şöyle bir karara vardık: Nâzım’ı Ankara’da kalmaya razı etmeye çalışacaktım. Memur olmayacaktı. Hiçbir vaadde, taahhütte bulunmayacaktı. Belki biraz tercüme işleri, lisan hocalıkları, romanlarını ve tiyatrolarını bastırması, hep bu gibi şeyler. Hülâsa Ankara’da da kendi hayatını yaşayacaktı. Yalnız Ajans veya Halkevi’nden ve o da seçtiği bir kitabın tercümesi karşılığı olabilecek bir masraf sağlanarak iki ay Anadolu’yu gezecekti. İstediği gibi, istediği yerlere gidecek istediği adamlarla konuşacak, ama memleketi, memleketin davalarını görüp tanıyacaktı. Dönüşte isterse başkentte kalacak, istemezse İstanbul’a dönüp kendi hayatını yaşayacaktı. Ama hepimiz şunda birleşiyorduk ki, bu çocuk İstanbul’da, sandığı gibi ve uzun müddet serbest yaşayamaz. Mutlaka bir yerlerden kancalar takılır. Raporlar işler ve o zaman onu bu çengellerden istesek de kurtaramazdık. Onun yeri Ankara idi. Yahut başını alıp gitmeliydi.

Düşünülecek bir şey bu Anadolu gezisi…

Evet, bu tertibimizi ona anlatmak işi de bana düştü. Şöyle anlattım: Nâzım, dedim. Hiçbir sözün, hiçbir angajmanın yok. Ne memur, ne mesul olacaksın. Hiç kimseye de teşekkür borcun olmayacak. Fransızca’dan dilediğin bir eseri tercümesini ilerde tamamlamak üzere sana ve yola yetecek kadar ücret verilecektir. İki ay Anadolu’yu gezeceksin. Hiçbir program yok, istediğin istikamette, istediğin gibi gez, dolaş istediklerinle konuş. Bu arada yoluna engel çıkar veya başına bir şey gelirse, gece gündüz demeden, bana Emniyet Umum Müdürü’ne veya Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya’ya telgraf çekebilirsin. Derhal işin üzerine varacaklardır. Tabii sen de biraz dikkatli ol. Hele iç ve doğu illerinde, hepimizi isyana sevk edecek kim bilir neler göreceksin. Ama gez toz. Ve tabii askerî bölgelere yaklaşma. Sonra Ankara’ya dön. Ondan sonra istersen burada kal. İstersen dön İstanbul’a. Hatta istersen sessizce ayrıl bu topraklardan. Çünkü seni burada başıboş rahat bırakmazlar. İstanbul’da ise senin hakkında hükmü umum müdürler, vekiller yani senin kendini anlatabileceğin adamlar değil mahalle polisleri, sivil, asker takipçiler verir. Ama onlar ne derse, söz odur…

Teklifinizi yadırgadı mı?

-Hiçbir şey konuşmadı. Ama dikkatle dinledi. Uzun bir sükût içine gömüldü. Ben devam ettim. Bak ben de senin yolundan geldim, buradayım. Hiç kimseye de destan yazmış değilim. O senin saldırdığın ve bizi “golf pantolonlu Kadrocular” diye yerdiğin Kadro neşriyatında, mesela benim bu neşriyata temel olan “İnkılâp ve Kadro” isimli eserimde, hatta Atatürk’ün bile tek defa adı geçmez. Ama onun eserini izaha çalışırım. Çünkü bu esere inanıyorum. Millî Kurtuluş Mücadelesi, senin sandığın gibi peyk değildir. Dünya ölçüsünde etkileri olan, orijinal örnek bir millî harekettir. Bu hareketin önderi de Mustafa Kemal ve bizim devletimiz Türkiye’dir. Onu ve ülkemizi tanımaya çalışmalıyız. Ve bu, büyük bir iştir. Ama sen, ben veya başka aydınlar onun hüviyetini işleyip onu derinleştirecek esasları, mesela devletin iktisadî hayata ön planda bir müdahalesi ile aşırı sınıf tezatlarının önlenmesi yollarını araştırmazsak, o zaman bu hareket de soysuzlaşır. Hakikaten peyk olur. Hem de Dünya İhtilâli’nin değil, faşizmin veya emperyalizmin peyki olur. İşte mesele bu… Ve şunu da gördün ki, mesela ben kendimi bu zahmetli işe vakfettiğim için kimse ceplerimizi doldurmuyor. Evimi, hayatımı tanıdın. Ne kimsenin kulu, ne kimsenin efendisiyiz. Kaldı ki buna rağmen, her vesileyle yapılan saldırıları da biliyorsun. Sana da saldıracaklar. Ama kendimize inanırsak, bize de inanırlar. Ve şunu bil ki sen enternasyonalist olabilirsin ama, gene de bahtiyarlığın, ancak kendi topraklarının üstündedir. Hem de hür, özgür bir vatan toprağı üstünde. Onu korumalıyız. Nâzım için düşündüğüm ve ona söylediğim bunlardı. Yadırgamadı. Hatta duygulandı. Yumuşak sözler söyledi. Bunları vermeyeyim. Ama Nâzım gerçi bir teşkilatçı ve aksiyon mücadelecisi olmadığını, ama iyi şair olduğunu, bu şiir ve sanat alanında, üstün, hatta eşsiz bir insan olduğunu bilirdi. Ben ve Vâlâ Nurettin, onun bu tarafını en iyi bilen insanlarız. Onun için Nâzım, bütün bu temas ve konuşmalarında, bu vekâr ve şahsiyetinden de hiçbir şey kaybetmedi.

Nâzım Hikmet Satıcıları” Başarılı Olamıyor…

Ankara’da çok kaldı mı?

Hayır… Nihayet hareket günü geldi. Hepimizle ayrı ayrı vedalaştı. Benimle sözleşmesi şuydu: İstanbul’a gidecekti. İşlerini yoluna koyacaktı. Eşyalarını falan toparlayacak ve nihayet yılbaşına doğru Ankara’ya gelecekti. İstanbul’da kalmasının ve yaşamasının güç, hatta imkânsız olduğuna o da inanıyordu.

Ondan sonra Nâzım’ı tekrar gördünüz mü?

-Gördüm, İstanbul’a gitmiştim. O sırada benim Ankara İktisat Müdürü olarak hazırladığım bir petrol fiyatları raporu, Hükümet ve Genelkurmay’da ilgi uyandırmıştı. İstanbul’da İktisat Vekili Celal Bayar’ın başkanlığında yaptığımız toplantılar sonunda, geçici olarak İstanbul Valisi yerinden alındı. Yerine Şükrü Sökmensüer Temmuz 1937’de İstanbul Vali Vekili olmuştu. Onu ziyarete gittim. Odasında Nâzım vardı. Rahat ve dostça tartışıp duruyorlardı. Belli ki gene dünya meselelerini hallediyordu Nâzım. Şükrü Bey beni görünce sevindi…“Gel buna ben laf yetiştiremiyorum” diye takıldı. Gülüştük. Uzunca konuştuk. Hep şuradan buradan. Ama belli ki Nâzım, Şükrü Bey’le belki fikir arkadaşı değil, ama pekâlâ dost olmuştu. İstanbul’da onunla başka temaslarımız da oldu. Ankara’ya gelmek işinde hissî sebeplerle biraz rahatsızdı. Şu ne der, bu ne der gibi çocukça sebepler… Ama onu o zaman kolundan yakalayıp hemen Ankara’ya getirmediğime hâlâ yanarım. Çünkü tabii etrafında her türlü adam kaynıyordu. Ve Nâzım için dünyada kötü, şüpheli adam yoktur. Onun için herkes “cancağızım”dır. Ama Babıâli Caddesi her zaman kaypak ve İstanbul her zaman çamurludur. Hülasa hareketini uzattı durdu.”

Dayı Paşa’nın Hatırı Sayılmayacak mı?

Aslında Nâzım Hikmet üzerine tek kişilik oyunu “Ben Bir İnsan”ı pazarlamaktan başka bir şey olmayan Mustafa Şerif Bey’in “38 Olayları” yazısı; 38 Olayları’nın gerçek yönüne hiç değinmeden kendi düz mantığı içinde devam edip gidiyordu.

Mustafa Şerif Bey: “ ‘Ben Bir İnsan’ oyununda Nâzım Hikmet şunları söyleyecektir.” diyerek şu repliği aktarıyordu:

Belki, ben, görmezden gelinmesi gereken bir ayrıntıydım. Ama Paşa dayım Atatürk’ün sınıf arkadaşıydı. Selanik’te içtikleri rakının tadını unutmayan Mustafa Kemal İzmir Suikasti’nin davası görülürken, sırf dayımın hatırı için, bazı paşaları bağışlamıştı. Millî Mücadele’de Batı Cephesi’nin emanet edildiği bir komutandı dayım. Ama Atatürk’e yaklaşmasına bile izin verilmiyordu.”

Mustafa Şerif Onaran Beyefendi’ye bir oyununda böyle bir replik yazma hakkını kim veriyor ya da böyle hakkı kendisinde nasıl görebiliyor?

1938’de iki ayrı askerî mahkeme tarafından ağır cezalara mahkûm edilip 28 yıl 4 ay hapis yatacak olan, 16 yıllık kıdemli komünist ve TC muhalifi Nâzım Hikmet, aynı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, Mustafa Şerif Bey’in kaleminden demek; Belki, ben, görmezden gelinmesi gereken bir ayrıntıydım.” diye seslenebiliyor.

Sanki “Paşa Dayı”sı Ali Fuat’la birlikte yazmışlar o devrimci şiirleri ve birlikte yapmışlar o devrimci eylemleri…

Bu iki insan; Komünist ve TC muhalifi şair Nâzım Hikmet’le dayısı Kurtuluş Savaşı Paşalarından Ali Fuat’ın kaderleri niçin iç içe sokuluyor ki?

Nâzım Hikmet, hepimizin bildiği gibi 1920’lerden itibaren komünist bir şair ve Mustafa Şerif Bey’in sürekli vurgulayıp durduğu gibi “muhalif tavırlı.

Dayısı Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ise Kurtuluş Savaşı Paşalarından biri, kurtuluştan sonra “sınıf arkadaşı” Mustafa Kemal Paşa’yla çatışarak muhalefete geçmiş, emekli bir paşa.

Aynı repliğin içindeki öteki acayiplikleri nasıl açıklayalım şimdi?

İzmir Suikastı Davası’nda öteki paşaları, yani Kâzım Karabekir Paşa’yı, Cafer Tayyar Paşa’yı, Refet Paşa’yı; Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’nın hatırına bağışlamış.

Oysaki biz şimdiye kadar İstiklâl Mahkemesi adalet dağıttı sanıyorduk, meğer mahkeme Mustafa Kemal Paşa’nın güdümündeymiş.

Bir de Milli Mücadele’de, Mustafa Kemal Paşa, “Batı Cephesi”ni “emanet etmiş” Ali Fuat Paşa’ya. Bizim bildiğimiz savaş sırasında herhangi bir cepheye komuta etmek, hele orduda silsile-i meratibi ve liyakati gerektirir, öyle emanet” filan edilmez…

Mustafa Şerif Bey; bir de, seksen yıl önceki Türkiye toplumunu “sağırlıkla” ve “duyarsızlıkla” itham ediyor. Toplum, “38 Olayları”ndan nasıl ve ne şekilde haberdar edilmiş de; sağır kalmış ve duyarsızlık göstermiş? Dönemin ulusal gazeteleri mi haber yapmış Ankara Kara Harp Okulu ve Donanma Davalarını da “sağır toplum” okumamış… Yoksa Ankara ve İstanbul radyoları ajans haberlerinde vermiş de mi, dinleyiciler “duyarsızlık” göstermiş?..

Yoksa, en doğru açıklaması, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun oldukça anlamlı dizesinde ifadesini bulan:

Kimseler duymadan hükümler giydi” miydi?..

Nâzım Hikmet, Mustafa Kemal Atatürk’e Af Mektubu Yazdı mı, Yazmadı mı?..

Mustafa Şerif Bey, şimdi de geliyor Nâzım Hikmet’in Erkin gemisinde yazıp, savcı yardımcılarından Haluk Şehsuvaroğlu vasıtasıyla elden gönderdiği Mustafa Kemal Atatürk’e mektubuna…

Mektubu aynen aktardıktan sonra; “Bu mektup Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş, kayıtlara geçmiş, ama Atatürk’e verilememiş” diyor. Peki o zaman nasıl oluyor da; yazılmamış oluyor böyle bir mektup?

Mektubu biz de aktaralım size:

Cumhurreisi Atatürk’ün Yüksek Katına,

Türk ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını “isyana teşvik etmekle” töhmetlendiriliyorum.

Türk inkılâbının ve senin adına and içerim ki suçsuzum.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam yurdunu seven bir yüreğim var.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır.

Yüksek askeri makamlar, devlet ve adâlet, küçük, bürokrat gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki; bunu bir an olsun düşünebileyim.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felâketi ile alâkalandırmak istemezdim.

Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu “İnkılâp askerini isyana teşvik” damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin.

Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum.

Türk inkılâbının ve senin başına and içerim ki suçsuzum.

Nâzım Hikmet Ran”

Atatürk’e Böyle Bir Mektup Yazmamışsa…

Hemen arkasından da bir yorum geliyor Mustafa Şerif Bey’den:

Nâzım Hikmet’in ‘muhalif’ kişiliğini bilenler böyle bir mektubun hiçbir zaman yazılmadığını öne sürmektedir.

Böyle bir şeyi öne sürenler kimlermiş, Mustafa Şerif Bey bir bir açıklasa da öğrensek!

Mustafa Şerif Bey’in bu desteksiz atışına, saf saf inanacak binlerce Nâzım Hikmet hayranı kolaylıkla bulunabilir bu ülkede…

Peki, Nâzım Hikmet’in Atatürk’e yukarıdaki mektubu hiçbir zaman yazmadığını öne süren Mustafa Şerif Bey’in tanıdıkları bu dilekçeye ne diyecekler bakalım?

Nâzım Hikmet’in, 1938’de Sultanahmet Cezaevi’nde aynı davadan mahkûm oldukları Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte yatarlarken, Atatürk’ten sonraki cumhurbaşkanına da bir af dilekçesi yazdığını öğreniyoruz:

Bizim uslu çocuk Nâzım, sonra İstanbul Tevkifhane locasından Cumhurbaşkanı olmuş İsmet Paşa’ya eliyle yazdığı dilekçede:

Öteden beri, sizin sanayi kurma girişiminizi desteklediğim için, Komünistler, aleyhimde: ‘Nâzım Hikmet İsmet Paşa’nın uşağıdır’ diye beyanname dağıttılar” diyeceği İnönü’nün Kayseri Kombinasını açışında söylediklerini şimdi sansür ediyordu.” (Kim Suçlamış?, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Sayfa:90)

Bakalım Nâzım Hikmet’le ilgili yalanların ve dolanların sonu ne zaman gelecek…

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl