Ana Sayfa Kritik NÂZIM HİKMET MANİFESTOSU

NÂZIM HİKMET MANİFESTOSU

NÂZIM HİKMET MANİFESTOSU

118’NCİ DOĞUM YILDÖNÜMÜ”NDE NÂZIM HİKMET MANİFESTOSU

YA DA NÂZIM HİKMET’İ GÖKLERDEN YERYÜZÜNE İNDİRMEK…

 

 

BEN BİR İNSAN

BEN, TÜRK ŞAİRİ KOMÜNİST NÂZIM HİKMET BEN

TEPEDEN TIRNAĞA İNSAN

TEPEDEN TIRNAĞA KAVGA, HASRET VE ÜMİTTEN İBARET BEN”

1961’de Doğu Berlin’de yazdığı ünlü “Otobiyografi” şiirinde “On dördümden beri şairlik ederim” diyordu. Delikanlılık çağında Fecr-i Âti edebiyat akımına dâhil, vasat bir şairken, nasıl oldu da Türk şiirine yepyeni bir içerik ve biçim getirerek, 1920’lerin dünyasında bir yıldız gibi parladı?

Cumhuriyet’in kuruluşu 1923’ü esas alırsak; ortada Osmanlıdan müdevver edebiyatçılar ve sanatçılar vardı. Hele şiir alanındakiler isim isim biliniyorlardı, ürünlerinde hiçbir sosyal tema bulunmadığı gibi, insanlığın yerel ve genel kurtuluşunu müjdeleyen davaya, mücadeleye, coşkuya dair de bir şey yoktu. Oysa 1920’lerin dünyası kurtuluş savaşları ve devrimler çağıydı.

Nâzım Hikmet, dünyanın altıda birinde muzaffer olmuş sosyalist bir ülkede 1921’den itibaren dört yıl geçirmişti. Sanatının, yani şiirinin biçimini ve içeriğini değiştirerek yepyeni bir davayı ele alıyordu.

Açların göz bebekleri”nin neyi ifade ettiğini haykırıyor, “Güneşi içenlerin türküsü”nü söylüyordu. Türkiye insanı; o zamana kadar “tatlı maval okuyan” şairlerin şiirlerinden artık bıkıp usanmıştı. Yepyeni bir dünyayı müjdeleyen, “topraktan ve ateşten hayatı yaratanlar” artık kendi şairlerini bulmuştu. O nedenden Nâzım Hikmet ve şiiri yıldız gibi parlamaya başladı.

O yüzden apaçık ifade edebiliriz ki: 1921’de çocukluk ve gençlik arkadaşı Vâlâ Nurettin’le birlikte Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı yerinde görmeseydi; İnebolu’da karşılaştığı “Spartakist” Mehmet Sadık Bey’den Marx’ın adını duyup, Bolu’da öğretmenlik yaparken Ağır Ceza Reis Vekili Ziya Hilmi Bey’den komünizan fikirler kaparak Sovyetler Birliği’ne gitmeseydi, karşımızda şimdiki Nâzım Hikmet olmazdı şüphesiz…

1921’de Sovyetler Birliği’nde girdiği komünizm dünyasından, sanatına da taşıdığı sosyalist düşünceyle 1924’te dönüp geldiği ülkesinde, köhnemiş Osmanlı dünyasından kopamamış sanat çevresine bir güneş gibi doğdu.

Bir partili; hem de en üst düzeyde Merkez Komite üyesi bir Türkiye Komünist Partisi yöneticisi olarak, bir yandan örgüt içi görevleri, öte yandan Marxist terimleri yedirdiği komünist ajit-prop. şiirleriyle toplumu sarsmaya başladı. Bu tür şiirleriyle 1920’ler ve 1930’ların sonuna kadar Türkiye insanını; sınıf sınıf, tabaka tabaka, zümre zümre, birey birey sosyalizmle tanıştırıyor; sosyalizm dünyasına giriş kapısı görevi görüyordu.

Bundan rahatsız olan Tek Parti Yönetimi’nin faşist-militarist kliği, başına bir çorap örmenin hazırlığını yaparken, partisinin karizmatik lideriyle girdiği “liderlik” çekişmesinden yenik çıkınca, Tek Parti Diktatörlüğü de atağa kalkıyordu.

Sanatı ve kişiliğiyle varoluş nedeni komünizm olunca, bu yoldan vazgeçmenin manevî ölümü anlamına geleceğini kavrayan Nâzım Hikmet, Tek Parti Yönetimi’nin bu tuzağına düşmedi. Bunun üzerine; pusuda bekleyen, Tek Parti Diktatörlüğü’nün faşist-militarist kliği, sosyalizme giriş kapısını kapamak için, “askeri isyana teşvik ve tahrik” iddiasıyla iki ayrı askerî mahkeme kararıyla 35 yıllık bir mahkûmiyet halkasını onun boynuna geçirmekten çekinmedi.

Kanun, bu 35 yılın 28 yıl 4 ayını hapiste yatması gerektiğini emrediyordu.

Artık şiirinde “835 Satır”, “1+1= BİR”, “Gece Gelen Telgraf”, Sesini Kaybeden Şehir” ve benzeri dönemi kapanmıştı. Şimdi, 1938’den 1950’ye dek İstanbul Tevkifhanesi (yani Sultanahmet Cezaevi), Çankırı ve Bursa mahpushanelerinde iç içe olduğu Anadolu halklarıyla sanatının ikinci evresine doğru yürüyordu.

Artık tema “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Kuvâyı Milliye Destanı”, “Dört Hapishaneden”, “Saat 21.00-22.00 Şiirleri” ve “Rübailer”di…

Komünist siyasetteki “didişmeden” de “unutkan bir rahatlığa” geçmişti.

Bursa Cezaevi’nden Kemal Tahir’e yazdığı 10 Şubat 1941 tarihli mektubunda, onun kışkırtmasına karşılık şunları yazıyordu:

“Mektubunu aldım. Üzüldüm. Üzüldüğüne üzüldüm. En münasebetsiz hatta muzır insanlarla dahi münasebetinde emniyetli bir rahatlığa kavuşmak merhalesi vardır. Bunu benim söylediğime hayret etme, bütün harici tezahürlerine rağmen ben zaman zaman muayyen insanlar için belki uzun bir didişmeden sonra böyle emniyetli, unutkan bir rahatlığa kavuşurum. Senin için de temennim budur.”

İnsanlara ve doğaya, öfkesiz, daha yumuşak bakmaya başlamıştı.

1922’de yazdığı “Yalınayak” şiirinde:

Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık

Artık

hepinizin kafasına

şu

daaaank

desin

Köylünün toprağa hasreti var

toprağın hasreti makinalar”

 

diye haykırırken, “Memleketimden İnsan Manzaraları”nda Dümelli bir köylüyle ilgili şu dizelerinde ne kadar sakin ve durmuş oturmuştu:

Dümelli yeni bir sevinçle kulak kabarttı.

Sesler geliyordu.

Şehrin batısından yola çıkan kağnı sesleri.

Bir taş balta gibi işleyen

ve ayın altında ağır pırıltılarla genişleyen

alt edilmemiş bozkırın

vahşi şarkısıydı bu.”

Uzun hapislik yılları sanki bir arınma ateşinden geçiriyordu Nâzım Hikmet’i.

Uzun hapisliğinin sonlarına doğru, yıllar yılı bir kısır döngü içinde bulunan eski Partisi (yani Türkiye Komünist Partisi), “mağdur, komünist şair” imajını bir koçbaşı olarak kullanabilmek için, onunla “barışma” ihtiyacı duydu.

Türkiye’de ve dünyada “Nâzım Hikmet’e af!” kampanyaları açıldı.

Mapusane kapısı açıldıktan sonra da Soğuk Savaş’ın en pimpirikli ülkelerinden biri olan Türkiye’nin yöneticileri onu, adeta kaçmaya kışkırttı.

Bunun üzerine 1951 yılının bir yaz günü; “bir denizde, genç bir arkadaşla ölümün üstüne” yürüdüğünü sanırken “ikinci vatanı”na kavuştu.

Orada “reel sosyalizm”in gerçekleriyle yüz yüze geldikçe, ne çok azap çektiğini, “ikinci vatanı”ndaki yıllarının doğrudan ya da dolaylı tanıklıklarından oldukça ayrıntılı öğrendik.

İnançlarını hiç yitirmeden, ölümle de barışık, artık adeta bir filozof haline gelmişti.

İşte durgun bir su gibi sakin şiiri:

İyice yaklaştı bana büyük karanlık

Dünyayı telaşsız, rahat

seyredebiliyorum artık.

Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği

elimi sıkarken sapladığı bıçak

Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman

(….)

Artık söz sarhoş edemiyor beni

Ne başkasınınki, ne kendiminki

İşte böyle gülüm

İyice yaklaştı bana ölüm

Dünya, her zamankinden güzel dünya

Dünya iç çamaşırlarımdı, elbisemdi

başladım soyunmaya

Bir tren penceresiydim

bir istasyonum şimdi

Evin içerisiydim

şimdi kapısıyım kilitsiz

Bir kat daha seviyorum konukları

Ve sıcak her zamankinden sarı

kar her zamankinden temiz.”

Komünistliği, kelepçeleri, zincirleri, mahpushaneleri, kavga ve aşk şiirleri, aldattığı ve aldatmadığı kadınları, göçmenliği, partisinin yöneticileriyle “didişmeleri”, hasretleri ve kavuşmalarıyla bu dünyada bir Nâzım Hikmet yaşadı.

Bu kısa ve özlü “Nâzım Hikmet” tanıtımının arkasından onunla ilgili birkaç noktaya da değinmek istiyorum.

Şöyle ki:

1980’lerin ortasında, 1990’larda “Nâzım Hikmet’i ehlileştiriyorlar, devletle barıştırıyorlar” gibi şikâyetlerimiz vardı. Meğer daha da beteri gelecekmiş başımıza… Son sekiz-on yıldır da “iş adamları” musallat oldu. Şimdilerde, ölüm yıldönümünde, Moskova’da Novo Deviçye’deki kabri başında anmayı “Rus-Türk İşadamları Birliği” organize ediyor. Buradan, yani Nâzım Hikmet’in anavatanından, bir uçak dolusu insanı Moskova’daki kabri başına taşıyorlar. Böylesi anmanın önünde ve sonunda; buralı iş adamları (yani kapitalistler) ve sosyalizmden geriye dönüş gerçekleştiği, yani kapitalizm geri geldiği için oranın iş adamları (yani kapitalistleri) oturup hep bir ağızdan; “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak…” dizeleriyle başlayan “Kerem Gibi”yi, “Güneşi İçenlerin Türküsü”nü, ne bileyim, “Nâzım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hâla”yı höyküre höyküre okuyorlar mı bilmiyorum.

Doğum günü kutlamalarını nasıl yaptıklarından ise haberim yok.

Bazı insanlar nedense onun “Komünistliğini” bir türlü kabullenemiyor…

2010 yılı Nisan’ında, Kadıköy’de Tarihçi Kitabevi’nde Nâzım Hikmet üzerine yaptığım bir konuşmanın sonunda, sorular bahsine geçtiğimizde, Rusya’da inşaat işleri yapmış bir işadamı; “Nâzım Hikmet’in bu komünistliğini de nereden çıkardığım” konusunda benimle beş-on dakika didişmişti.

Bizim Gazeteciler Cemiyeti Lokali’nde bir gün konuşuyorduk, birkaç yıl önce başlatılan; “Bir belgesel, bir gazeteci, çay ve simit” etkinliklerinden birine katılan emekli bir meslektaş, konuşmacılardan Zeynep Oral’ın; “Nâzım Hikmet komünistti” dediğinden yakındı. Çünkü inanamıyordu onun “komünist” oluşuna…

Son 25 yıldır, yani bir rub-ı asır, onun hakkında, ilk üçünün 5’er 6’şar baskı yaptığı beş kitap yayımlamış, çeşitli zamanlarda değişik vesilelerle onlarca yazı yazmışım. Bu durumda onun hakkında hâlâ yazılmadık ve söylenmedik bir şey kaldı mı, diye düşünebilirsiniz…

Şu yukarıda anlattıklarım ve aşağıda anlatacaklarım; hâlâ yazılmadık şeyler kalıp kalmadığı konusundaki sorumuzu cevaplandırabilir.

İlk başlarda değindik; Tek Parti Diktatörlüğü’nün faşist-militarist kliği; güdümlü iki askerî mahkemede toplam 35 yıl ağır hapse mahkûm ettirerek, Nâzım Hikmet’i ve şiirini sıfırlamaya kalkışmıştı. Bir bakıma başarılı da oldu. 1938’den 1965 yılına kadar bu ülkede üzerinde “Nâzım Hikmet” adı yazılı kitaplar, kitapçı vitrinlerinde görünmedi.

1965’ten itibaren ise bir Nâzım Hikmet furyası başlatıldı. Bir yandan hapisanede ürettiği eserleri, öte yandan, 1929-1936 arasında yayımlanan eserlerinin tekrar basımları yapılmaya başlandı. Ardından; hakkındaki/üzerindeki kitaplar sökün etti. Böylece bu ülkede bir Nâzım Hikmet miti, Nâzım Hikmet efsanesi, Nâzım Hikmet tabusu yaratıldı.

Neden ve nasıl mı diyorsunuz?

Açıklayayım:

Yıllar önce, “Nâzım Hikmet’in Aşkları” incelememin özeti, ulusal bir günlük gazetede tefrika edilirken; Nâzım Hikmet’in “ikinci vatanı”nda son eşi Vera’ya, üçüncü eşi Münevver Hanım hakkında anlattıklarından bir alıntı yapmıştım. Nâzım Hikmet’in Münevver Hanım’la ilgili söyledikleri şunlardı:

Kocasından ayrılacağına yemin etti, evli ve bir kız annesiydi. Kızını alacak kocasını bırakıp gelecekti bana. Ve ansızın hükümet benim için af çıkarmaktan caydı… Ve Münevver bir pusula göndererek, kocasını bırakmasının olanaksız olduğunu bildirdi. Kızıyla ilintili biçimsel bir neden ileri sürüyordu, o kadar… İşte bu gerçek bir darbe oldu benim için! Ondan nefret ediyordum o sırada. Ve açlık grevine başlayacağımı ilân ettim. Böylece öç almak istiyordum ondan. Korkunç bir ihanetti bu. Allah kahretsin! Greve başladım. Tüm dünyada siyasal amaçlı bir davranış olarak anlaşıldı bu.”

Bunun üzerine; şimdi rahmetli olan; yaşlı bir çevirmen-yazar ortalığı velveleye vermişti. O yaşlı çevirmen-yazara göre, böyle bir şey Nâzım Hikmet’in kişiliğini küçültmek oluyordu…

Bunun böyle olmadığı konusunda gürültü koparanlar; bırakalım Vera Hanım’ı ve kitabını Türkçeye çeviren kişiyi bir yana, doğrudan doğruya Nâzım Hikmet’e ayıp ettiklerinin, haksızlık ettiklerinin farkına bile varmıyordu. Şimdiye kadar; Vera Hanım’ın Nâzım Hikmet’in ağzından bu söylenenleri yanlış ifade ya da tahrif ettiğine dair hiçbir şey çıkmadı. Aynı cümleleri Türkçeye çevirenin de… Böyle olunca geriye bir tek neden kalıyor: Kendileri de insanî zaaflar taşıyan o gürültücüler, Nâzım Hikmet’in de böylesi bir insanî zaafının olduğunun bilinmemesini istiyorlar. Bu nedenden onu bir tabu insan, mitoloji ve efsane kişisi olarak sunuyorlar ki, insanî olan ona yakıştırılamasın…

1938’deki Harp Okulu Davası’nda oynadığı provokatif rolünü Nâzım Hikmet’in kendisi kabul edip özeleştiri yaptığı halde, başı yanıp istikbâli kararan bir askeri öğrenci olarak A. Kadir (Abdülkadir Meriçboyu) kendine ve arkadaşlarının felâketine ağlayacağına, 1966’da yayımlanan anı kitabında ona toz kondurmamaya çalışıyor; davaları üzerine yazdığı bir kitapta Atilla Coşkun; Nâzım Hikmet’in Emniyet Müdürlüğü Komünist Masası Şefine ettiği telefonda; “bir Harp Okulu öğrencisinden değil, askerî elbise giymiş bir kişiden söz ettiğini” ileri sürüp ciddi insanları kendisine güldürüyordu…

Aradan yıllar geçiyor; bir davetle gittiği Moskova’da onu, 15 gün görüp gelen burjuva bir gazeteci, “Tanıdığım Nâzım Hikmetadında bir kitap yazıyordu… On beş günlüğüne Nâzım Hikmet’i tanıyan bu kişi, kitabında, Ankara Kara Harp Okulu Davası’nın öğrenci mahkûmu Ömer Deniz’i; “Dengesiz davranışlarıyla Nâzım’ı silmek isteyenlerin eline silah veren genç ve hızlı solcu…” olarak tanımlayabiliyordu.

Oysa ki, Balaban, yani Nâzım Hikmet’in Bursa Damı’nda kendisine resim yapmayı öğrettiği Bursa’nın Seç Köyü’nden İbram Ali, tanıklığıyla bize Nâzım Hikmet’i en yalın, en korekt haliyle tanımamızı sağlıyordu. Balaban; 1968’de yayımlanan “Şair Baba ve Damdakiler” kitabının bir yerinde, A. Kadir’in, Atilla Coşkun’un ve Orhan Karaveli’nin dillerinde ve kalemlerinde dolaştırıp durdukları meseleyi ne kadar netleştiriyor bakın.

Bir gün Bursa Hapisanesi’nde Nâzım Hikmet’le Balaban, oturmuş, 1938 Harp Okulu Olayı’nı konuşmaktadır. Balaban bir ara, Şair Baba’sına sorar: “Telefona neden koştun?”. Nâzım Hikmet’in cevabı şöyledir:

Sonra telefon edince bir çuval inciri berbat etmişiz ya zaten… Meğer, giden delikanlı sahiden polis değilmiş. Ben Müdüriyet’e telefonda: ‘Nedir bu sizden çektiğim! Sizin başka bir göreviniz yok mu? Hiç yakamı bırakmıyorsunuz? Durmadan peşime adam katıyorsunuz? Hiçbir meslekte görülmüş mü böylesi, polisin izlediği adamın evine kadar girmesi?’ dedim. Bunları öfkeyle dizip dökerken Müdür: ‘N’oldu üstat, n’oldu?’ diye soruyordu… ‘Daha ne olacak ki’ dedim, ‘Harbiyeli üniforması giydirdiğiniz bir polisi evime kadar sokuyorsunuz! Oturup karşıma bir de sorular soruyor’ dedim.”

Balaban’la sorulu-cevaplı konuşup giderlerken Nâzım Hikmet şunları da ekliyor:

Evet evladım, telefon etmekle, adamlara iş çıkarmışım meğer… ‘Harbiyeli kılığına giren polis görevlisi var mı?’ diye bir soruşturma yapılıyor Müdüriyet’te… Ne böyle bir kılığa giren ne de buna benzer görev alan bir polis çıkıyor… Hâl böyle olunca; ‘İstikamet Harbiye okulu! Marş! Marş!’ O güne değin hiçbir polis Harbiyeli kılığına girmemişken, o günden sonra bir çokları Harbiyeli olmuş. Derken bana gelen öğrencinin kim olduğu anlaşılmış. Benim şiir kitaplarımı okuyanlar mimlenmiş. Ve derken bu kitapları okuyan öğrencileri deliğe tıkmışlar. Günün birinde beni de tıktılar deliğe…”

Bunca yıldır bu konularda araştırma, inceleme yaparım; gerek yargılama sırasında gerekse sonrasında Nâzım Hikmet’in Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz aleyhinde tek bir söz ettiğine rastlamadım. Yukarıda Balaban’ın tanıklığında okuduğumuz, Nâzım Hikmet’in kendisinin 1938 Harp Okulu Olayı’nda oynadığı olumsuz rolün özeleştirisini yapmasına rağmen; “Nâzımcılar”, “Nâzımistler”; 82 yıldır, gençliğini, istikbâlini hiçe sayarak sosyalist düşünce ve mücadele adına, gözü kara Nâzım Hikmet’in karşısına dikilen Ömer Deniz’i hayallerinde kurşuna diziyorlar, Nâzım Hikmet’in başını belaya soktu diye…

Bitmedi… Bir iki örnek daha…

Rahmetli Mustafa Şerif Onaran da; Nâzım Hikmet’in daha Donanma Davası sonuçlanmadan kaleme aldığı, “Cumhurreisi Atatürk’ün Yüksek Katına” hitaplı mektup için; “Nâzım Hikmet’in ‘muhalif’ kişiliğini bilenler böyle bir mektubun hiçbir zaman yazılmadığını öne sürmektedir.” diyebiliyordu. Böyle bir iddiaya binlerce Nâzım Hikmet hayranı saf saf inanabilirdi. Zaten yazar da bunu bilerek ortaya atabiliyordu o iddiayı…

Örneğin, onu Paris’te 1960’ların başında; bir teşehhüt miktarı tanıyan, “Hava Kurşun Gibi Ağır” adıyla “Nâzım Hikmet’in Romanı”nı yazan Hıfzı Topuz da¸ ”Hiçbir zaman Atatürk’e düşmanlık beslememiş ve onu küçümseyen şiir yazmamıştı.” (S.144) diyordu. Hadi bu cümlesiyle saf okuyucuyu kandırsın Hıfzı Topuz Beyefendi, ama bizim gibi iyi bir Nâzım Hikmet okuyucusu yutar mı böyle masalları?

1923’te Moskova’da yazdığı “28 Kanunusâni” şiirindeki:

-Son perdeye başlıyorlar!

Burjuva Kemal’in omzuna binmiş

Kemal kumandanın kordonuna

Kumandan Kâhya’nın cebine inmiş

Kâhya adamlarının donuna

Uluyorlar

-hav…hav…hak…tü”

mısralarını kim, kime karşı yazmıştı peki?

Böylece; onun hakkında sahici ve gerçekçi olmayan her konuşma ve yazı, Nâzım Hikmet tabusunu, Nâzım Hikmet efsanesini, Nâzım Hikmet mitini besleyen bir gübre oluyordu…

Sonuç olarak şunları söylemek istiyorum:

Salt ölüm yıldönümlerinde değil; doğum yıldönümlerinde de, her zaman, her yerde ona sahici ve gerçekçi bakmalı, öyle değerlendirmeliyiz.

Bir davetle, tesadüfen, Moskova’da 15 günlüğüne görüp gelen burjuva gazetecinin gözündeki ve gönlündeki Nâzım Hikmet’i değil, gerçek Nâzım Hikmet’i ele alarak…

Şiirlerinde geçen “Yoldaşlar” ve benzeri sıfatları; “Bakkal Karabet’in ışıkları yanmış/Affetmedi bu Ermeni vatandaş/Kürt dağlarında babasının kesilmesini/Fakat seviyor seni,/çünkü sen de affetmedin/bu karayı sürenleri Türk halkının alnına” dizelerini yıllardır sansür eden, teatral okuyucu tiyatrocuya, (Genco Erkal) şiirlerini okutarak değil…

Aşk şiirlerini kavga şiirlerine, Kuvâyı Milliye ve Bedrettin destanlarını “Saman Sarısı”na tercih ederek değil, tümüne, tamamına sahip çıkıp, sarılarak…

İdeolojisine katılmıyorum ama…” kaytarmacılığıyla şiirlerini kafanıza, gönlünüze ve meşrebinize göre ayıklayarak değil…

Türkiye’de yaşarken Mustafa Kemal Paşa’ya, Sovyetler Birliği’ne, yani “ikinci vatanına” geçince Stalin’e “Posta koyduğuna” inanarak değil…

Mavi Gözlü Dev” filminde Biket Bacı’nın Nâzım Hikmet’e yapılan falaka işkencesinin doğruluğuna inanarak değil, ola ki, iki Hikmet’i birbirine karıştırdığını düşünerek…

Onu Paris’te bir teşehhüt miktarı görüp tanıyan Hıfzı Bey’in “Nâzım Hikmet artık sınıflar üstü bir şairdir” tanımlamasına katılarak değil, onun her zaman ve daima “hayatı topraktan ve ateşten yaratanların” şairi olduğunu unutmayarak…

Onun şiirini,(edebî estetiği ve değerini de mahfuz tutarak) haklarımızı kazanma yolunda direnmeye bir çağrı olarak aldığımız ve kullandığımız sürece Nâzım Hikmet hep bizimdir ve bizimle kalacaktır.

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl