Ana Sayfa Kritik Neden Türk Sürrealizmimiz Yok- Tarihsel Bir Suikast Hikayesi

Neden Türk Sürrealizmimiz Yok- Tarihsel Bir Suikast Hikayesi

Neden Türk Sürrealizmimiz Yok- Tarihsel Bir Suikast Hikayesi

Eğer 1940’lı yıllarda Mısır’dan Kanarya Adalarına küresel olarak kök salmış Gerçeküstücülüğün ülkemizdeki tarihini araştırmak istiyorsak; bu soruşturmanın başlayacağı yer kuşkusuz neden bu topraklarda Gerçeküstücülüğün (ya da küresel ve özgün-yerel hiçbir avandgard’ın) gerçekleşemediğidir.

 

Öncelikle, uzun yıllar boyu düşünce dünyamızın köşe başlarını (Ece Ayhan’ın deyimiyle ‘değnekçilik’  yapmış) tutmuş edebiyatçıların, eleştirmenlerin başta Gerçeküstücülük olmak üzere avandgard karşısında sansürcü-öteleyici yaklaşımlarının adını koyan, bunu ifşa eden tavrının, duruşunun altını çizmek gerekir. Toplumcu gerçekçi anlayış tıpkı Sovyetlerde olduğu gibi ülkemizde de uzun yıllar entelektüel açıdan muhalefet(ya da güncel tabirle periferi) değil, merkez konumundaydı.

 

Aydınlanmacı gözüken, ama aydınlanmasının sınırını Lucash’ın Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı yapıtında çizdiği gibi burjuvazinin ilerici olarak addedildiği serbest rekabetçi dönemle sınırlayan; tekelci dönem kapitalist dünyasında üretilen sanat edebiyatı dekadan, küçük burjuva ideolojisi(her ne demekse), hastalıklı ilan eden bir çeşit Ortodoksluk. Meyerhold’u kaybeden, Manderstam’i sürgüne, Mayakovski’yi intihara sürükleyen skolastik.

 

Kuşkusuz 20’li yılların başında Sovyetler Birliğindeki sol kanat sanat cephesinin ezilmesi, aynı zamanda devrime oluşumunda büyüyen ütopyacı itkinin de tasfiyesiydi. Yargıç Akvaryum’unu kaleme alan devrimci avangard, devrimi şiirsel var oluş temelli yeni insanın oluşumuna dek süreklileştirecek ve devleti hemen ‘söndürecek’ bir dinamizme sahipti. Bu yüzden kendi devletini güçlendirmeye çalışan Komünist Parti bu radikal alternatifi, gerçek radikal solu ezerek, kendi kurmaya çalıştığı geleceği bir riskten kurtarmış oldu. Bu suikasttan sadece soğuk savaş döneminde tarihsel bir öcü figürüne çevrilen Stalin figürü değil, Troçki dâhil dönemin tüm parti yöneticilerinin parmağı kuşkusuz vardır(Troçki günahını 1937 yılında Meksika’da, Breton ile yazdığı bildiri ile temizlemeye çalışacaktır).

 

Nazım Hikmet’in şiirinde kısa bir ara uğraktan öteye geçmeyen Futurizm serüveni de hâkim anlayışta Futurizmin gözden düşürülmesine bağlı kalarak söner. Bu anlamda Türkiye’de avandgarde tartışmasında Nazım’ın Futurizmi üstüne çokça söylenebilecek şey yoktur; Kozmosun Kardeşliği Adına gibi birkaç parlak bilimkurgu şiir örneğini saymazsak.

 

Kürenin bir çok yerinde hâkim hale getirilen bu anlayış bizde bir ideoloji olarak devlet Kemalizmi ile birleştirilmiş, ülkemize ait bir toplumcu gerçekçilik türetilmişti. Ki Ece’nin toplu olarak lânetlenmesinde, öcüleştirilmesinde bu tespitleri Sovyet bloğunun çökmesinden ya da Ergenekon denilen ucubenin ortaya çıkmasından çok önce en açık şekilde bağırmasının payı büyüktür. Stalin sonrası sosyalist anavatanın savunulması ve bunu destekleyecek tarihsel olay-kişilerin sosyalist gerçekçilik içinde işlenmesi politikasının bizdeki yansıması içine kapalı, halkçı, yerel(toplumun yapısı gereği kırsal) bir sol tandanslı gözüken bir edebiyatın imal edilmesi olmuştur.

 

Yeniye, deneysel olana kapalı bu skolastik yereldi ve sosyalist gerçekçilik dışında enternasyonalizme kapalıydı. Bu düşüncenin tuhaf bir yabancı düşmanlığına dek izi sürülebilir ki, Osmanlıya özlem duyan muhafazakârlık ile ulusçu solun tuhaf ikizleşmelerine dek. Ece, düşünsel köşeleri tutan ‘abilere’ Sürrealizm, Dada gibi kavramlarla gittiklerinde nasıl öfkeli, dışlayıcı, öteleyeceği tepkiler aldıklarının altını hassasiyetle çizmiştir. Bu manada bürokrasinin ve açık faşizmin hâkim olduğu ülkelerde var oluşunu yaratmış-zorlamış avandgard hareketlerin, ülkemizde hiç oluşmamasına kafa yormak gerekir. Ülkenin tarihsel ve yerel özellikleri, devletin sanat politikası vb. ile açıklanamayacak bir kara deliktir bu; çünkü avandgard tam da tüm bunlara rağmen var olmuş bir devrimci enerjidir.

 

Tam da burada, bu topraklara ait bir cüretsizlikten, kulluk anlayışından, yeniye-deneye kapalı oluştan, örgütsüzlükten; yani bir lanetten bahsetmek gerekir; ama bu konu çok daha uzun bir soruşturmanın öznesidir. Ama alan araştırmamızla bağıntılı olarak her ne avandgard gibi kolektif olmasa da genel çöl ortamına karşı kişisel karşı çıkışların, mücadeleleri öne çıkartmamız gerekmektedir.

 

 

Şiirde Ahmet Haşim bir ilk manifesto yazmıştır, Fikret Mualla’nın yapıtı ve yaşamı bir manifestodur; tekil öncüler olarak mutlak anmak gerekir. Devletin, sağın ve de solun toplumcu-halkçı olduğu bir coğrafyada Garip bir akım (daha doğrusu 3 kişilik bir topluluk olarak) bireyi, küçük adamı edebiyatın merkezine almıştır. Garip akımının manifestosu vardır, ama avandgard bir hareket olma, edebiyat dışında bir hareket olma iddiası yoktur. Gerçeküstücülüğün adı anılıp hakkı teslim edilir, ama Garip’in Gerçeküstücülükten farkının altını kalınca çizerek. Melih Cevdet hayatının sonuna dek Garip Akımı ile Gerçeküstücülük arasına set çekmeye devam edecek beyanatları verirken, 1956 yılında Oktay Rifat’ın ülkemiz şiirinde bir kutup yıldızı sayılması gereken Perçemli Sokak kitabı gelir. Perçemli Sokak ülkemizde yazılmış bir bütün olarak avandgard olan ilk yapıttır ve silme Gerçeküstücüdür.

 

 

Ardından kötülüğün hâkim olduğu bir dünyada kötülüğe sarılmasını öğütleyen Maldoror Şarkıları’nın ilk çevirisini yapan ve ülkemiz öncü edebiyatının uçbeyi Sait Faik gelir. 1940 yılında Çelme öyküsü nedeniyle ‘halkı askerlikten soğuttuğu’ gerekçesiyle yargılanan, sarhoş alınmadığı genelev kapısını tekmeleyerek açan,  Medarı Maişet Motoru adlı ilk romanı Bakanlar Kurulu kararı ile toplatılan, eşcinsel arzusunu bazı öykülerinin içinde saklayan ve 1954’te Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabı ile Gerçeküstü Türk öykücülüğünün temelini atan Sait Faik.

 

  1. Yeni ve onun paralelindeki düşün-sanat hareketleri(yeni dalga ve yeni gerçekçilik sinemalarının ülkemize etkileri, atonal müzik araştırmaları, 50 kuşağı öykücüleri, Kuzgun’un yontusu, Arslan, Burak, Uluç’un resimsel sıçramaları, düşünsel dünyada Küçükömer, Meriç ve hatta Ürgüp…) ile ilk kez gerçek ve farklı disiplinleri birleştiren bir ufuk doğmaya başlamıştır.

 

Peki bu enerjiden neden bir avandgarde hareket çıkmamıştır?. Bahsettiğimiz kuşakta öne çıkan bireycilik eğilimi, gecikmiş bir modernliğin kusurlu-kısır doğumunun bir kader oluşu ya da dönemi hakim solunan havasının varoluşçuluk olması dışında da kuşkusuz başka gerekçeler de bulmak gerekir. Sonuçta en kestirme yoldan söylersek herkes toplumcu-halkçı, hümanisttir; var olduğu toprağın zehirli köklerine saldıracak bir bakıştan, cüretten uzaktır. İşte tam bu noktada Ece bir kara büyücü gibi şeytanı da sırtlayarak her şeye saldırmayı, lanetlenmeyi göze almıştır. Sadece toplumculuğa ve onun estetik formu realizme değil, toplumun kendisine karşı çıkmıştır. Toplum düşmanı Ece Ayhan, başlı başına bir Gerçeküstücü tavra imza atmıştır.

 

Ece’nin tarihçiliğini de belki böyle düzünden okumak gerekir. Tüm tinsel dehlizler bedellerle üremiştir Hölderlin, Nerval, Van Gogh, Rimbaud, Cravan, Vache, Artaud, Kleist, Zürn… Sadece sanatçı-düşünürlerden oluşan bir liste değildir bu, Sürrealistler bu listeye Pancho Villa’yı, Nadja’yı, anarşist suikastçı Germaina Berton’u, babasını zehirleyen Violette Noziére de eklemiştir. Ece de sabırla bu toprakların azizler listesini hazırlar; delilerden, dervişlerden, düşürülenlerden, kaçaklardan, orospulardan, meczuplardan başlayarak: Ayvazovski, Kantocu Peruz, Fikret Mualla, Çanakkaleli Melahat…

 

 

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl