George Szirtes
Macar – İngiliz şair ve çevirmen.
George Szirtes İngiltere’nin önde gelen, çağdaş şairlerinden biridir. Macar asıllı şair 1948 yılında Budapeşte doğmuş. II. Dünya savaşının son yıllarında ailesiyle birlikte toplama ve çalışma kamplarında hayatta kalmış, 8 yaşında bir göçmen olarak İngiltere’ye gitmiştir. Szirtes’in ilk şiirleri 1979 yılında İngiltere’de yayımlanmaya başlamış. Aslında sanat eğitimi alan şair bir yandan da şiir yazmaya devam etmiş. Ana dili olan Macarcadan İngilizceye çeviriler yapmış.
Şiirlerinde iki farklı kültür arasında gidip gelen anımsamalara, çocukluğunun penceresinden gördüğü anlara ve kendi kimliğini oluşturan kritik zamanlara odaklanır. Onun şiirleri zaman zaman son derece yalın okunuşludur. Ancak bu yalınlık şairin asıl dikkatini vermek istediği şiir anına odaklanmak için kullandığı, okuru peşinden sürükleyen sessiz patikalardır ve okuru muhakkak daha önce çıkmadığı bir alana, anlama veya açıklığa çıkarmaktadır.
George Szirtes şiir kitapları ve çevirileriyle pek çok ödül almış, tanınmış bir şair. Sayısız ödüllerinden biri de 2004 T. S. Eliot ödülüdür.
Doisneau: Yeraltı Baskısı
Bir daha sevdaya düşecek olsaydım, sil baştan, işte bu
düşük tavanlı odada olurdu; sakin yüzleriyle
hünerlerini konuşturan bu iki adamla
ve kıvrılan beliyle onlara yönelen
cüretkâr, güzel ve özgür kadınla.
Çünkü unuturuz güzel olanı, başka bir şeyi değil de
güzelliğin vücut buluşunu bir zamanlar
yıldızlaştığı anı tavan arasında veya bodrum katında.
Güzellik böyledir işte; yekpâre
bir anın içinde, sessiz bir yoğunlukta
tahripkâr bir eylem içinde,
cesaret ve özveri isteyen
ve asla bedelsiz gerçekleşmeyen.
NEHİR
İşte akşam iniyor.
insin, yerleşsin, bekle
daha derin bir şeyi
mesela yaklaşan geceyi
onun karmaşık rüyalarını
belki de uyanırsın
bir anda
yüzerek geçerken nehri
onun acaip yüksek bentlerini
ve gül kokularını.
SU
Suyun katı, güzel kuralları şöyledir;
yerinden edildiğinde kabarır, insanın
ve soyunun aksine. Hiç plan yapmaz, hilesizdir;
soğukta donar, sıcakta buharlaşır. Hastalıkları
ve muhteşem parlak balıkları taşır
nehirde ve okyanusta. Gürlemeli
ve dolana dolana geçmelidir büyük şehirleri;
gökyüzünü yansıtarak, binaları ve ağaçları.
Bizi temizlemeli ve ferahlatmalıdır,
taş tekneye ter dökerken veya bir sığınağa saklandığımızda
ya da farelerin cirit attığı, çaresiz bir mahallede
sevdiğimiz birine koşarken; onda olmalıdır
hâkimiyet. Sırtının kemerini vermelidir güneşe
sadece suyun katı, güzel kurallarına göre.
TOPRAK
Nasıl tarif edersin şimdi? Şu kahve tonunu,
ne tam olarak dışkı rengi
ne de süet.
Seni düşküne çeviren bir derinliği,
kendine has bir kokusu mu var? Tuhaf bir bağımlılığı. Kendi
ağırlığı
altında mı kalmıştır? Atmosferi olan bir manzara mıdır,
tenine işleyen? Doğmakta olan bir
ifade mi,
ve birden tekdüze bir müzik başlar. Topuklarından
yakalanırsın, bu gönülsüzce şiirsel yeryüzüne,
bir keman gibi
çizilmiş, kertilmişsin ve gidecek yerin de yok
evden başka. Hiçbir yerde bulunmayan o ev
yine de
buradadır, yitmemiştir, sapasağlam
tam üstünde durduğun ama varamadığın
ve tanıyamadığın bu yerde.
VARIŞ
Nihayet varmıştık sessizlik şehrine,
devasaydı, yüksek duvarlı. Kudurmuş trafik lambaları
yanıp sönüyordu panik içinde. Caddeler kalın kilimlerle
kaplanmıştı. Bir seri açıp kapanan ağızla,
kapısız bir yerdi burası.
Gözleri, elbette, çok şey anlatıyordu
büyük ansliklopediler gibi. Kolay okunanı azdı.
Önlerinde beyaz eldivenleri çırpınıyordu,
dans eden gülünç parmakları.
Burada her şeyin olması gerektiği gibi olduğu yazılmıştı.
Yurttaşların düşünce-suçları, el-suçları ve kalp-suçları
uzun uzun listelenmişti numaralı fasiküllerde.
Polisler yüzlerini buruşturuyor veya uyarı levhalarını gösteriyorlardı.
Sivil yöneticiler parkta uyuyordu.
RAHATSIZ ETMEYİN, diyordu ikazlar.
MÜNASEBETSİZ SORULAR SORMAYIN.
Yemek yemekle ve üremekle meşguldü geriye kalan herkes
dil ekiyorlardı mezarlığa,
sık çiçeklenen sükût çalıları.
SANDALYELER
Boş sandalyelerdi onun korktuğu
Arkalarına sağlamca sabitlenmiş, kollu sandalyeler değil
ne de yemek kırıntıları ve peçete artıklarıyla dolu olanlar.
Konuşmayan sesleriydi onların,
çıkmayan hırıltı ve gıcırtıları
ayağınıza takıldıklarında, düşüp dağıldıklarında
bacakları kırıldığında sandalyelerin. Olağan durumlar işte.
Masa etrafında sıralanmış görmek onları
kendi içlerine dönük, bir ritüel düzeni sanki
rahatsız edici olan buydu, sonra şuradaki
evet o, kolları ardına kadar açık olan
oturulmak için davet edişi
ağırdan alışı, asaletini zımbalaması size
bomboş oluşu, tam bir baş belasıydı işte.
Çeviren: Elif Firuzi
Şiirlerin İngilizce aslı
THE RIVER
Here comes the evening.
Let it settle in and wait
for something deeper
like the night ahead
with its convoluted dreams
from which you might wake
at any moment
swimming across the river
with its strange high banks
and scent of roses.
WATER
The hard beautiful rules of water are these:
That it shall rise with displacement as a man
does not, nor his family. That it shall have no plan
or subterfuge. That in the cold, it shall freeze;
in the heat, turn to steam. That it shall carry disease
and bright brilliant fish in river and ocean.
That it shall roar or meander through metropolitan
districts whilst reflecting skies, buildings and trees.
And it shall clean and refresh us even as we slave
over stone tubs or cower in a shelter or run
into the arms of a loved one in some desperate quarter
where the rats too are running. That it shall have
dominion. That it shall arch its back in the sun
only according to the hard rules of water.
SOIL
What colour would you call that now? That brown
which is not precisely the colour of excrement
The depth has you hooked. Has it a scent
of its own, a peculiar adhesiveness? Is it weighed,
borne down
by its own weight? It creeps under your skin
like a landscape that’s a mood, or a thought
in mid-birth,
and suddenly a dull music has begun. You’re caught
by your heels in that grudging lyrical earth,
a violin
scraped and scratched, and there is nowhere to go
but home, which is nowhere to be found
and yet
is here, unlost, solid, the very ground
on which you stand but cannot visit
or know.
Doisneau: Underground Press
Were I to fall in love all over again, it would be
with this low ceiling, with the calm faces
of the two men going about their craft,
and with her, now twisting towards them,
beautiful, defiant and free.
Because we forget how beauty was once itself
and nothing else, how it held its stellar
moment in attic and cellar.
Because that is what beauty is, this compact
with time and the silence of concentration
on one subversive operation,
that requires courage and sacrifice
and never comes without a price.
ARRIVAL
Finally we arrived at the city of silence,
enormous, high-walled, its furious traffic lights
signalling in panic. The streets were covered over
in thick rugs. It was a place without doors, a series
of moving mouths.
Their eyes, of course, spoke volumes,
vast encyclopaedias. There was little light reading.
Their white gloves fluttered before them
with grotesquely dancing fingers.
It was written that all this should be as it was.
Their thought-crimes, hand-crimes, and heart-crimes
were listed in long numbered chapters.
Policemen pulled faces or pointed at notices.
The civic authorities were sleeping in the park.
DO NOT DISTURB, said the signs.
ASK NO AWKWARD QUESTIONS.
The rest went on feeding and breeding.
They were planting tongues in the cemetery,
thick flowering shrubs of silence.
CHAIRS
It was the empty chairs he feared,
not those with a proper behind rammed into them,
not those littered with stray bits of food or waste paper.
It was the voices that did not speak,
the wheezes and creaks the chairs didn’t make.
The kicking over, the collapse,
the broken legs of chairs, the everyday business.
To see them ranged about a table
turned in on themselves as for a ritual,
that was the unsettling thing, and that one there,
yes, that one with its open arms
and its invitation to sit,
its somnolence, its stab at dignity
its emptiness, was the very devil.