Ana Sayfa Litera N’EN VAR KUZUM! SOLGUN GÖZÜKÜYORSUN…

N’EN VAR KUZUM! SOLGUN GÖZÜKÜYORSUN…

N’EN VAR KUZUM! SOLGUN GÖZÜKÜYORSUN…

Badi Ekrem: Ben bu yaz neredeydim?

 

Şaban: Nerden bilelim ya…

 

Badi Ekrem: Size soruyorum ben bu yaz neredeydim? Şaban söyle ben neredeydim?

 

Şaban: Valla Kayseri’de olabilirsiniz.

Üzerinden çok sular aksa da bazı şeylerin modası hiç geçmez. İzlediğimiz Yeşilçam filmleri, okuduğumuz klasikler gibi bırakamadığımız birçok alışkanlık, günlük hayatımızda bizi biz yapan karakterimize dönüşüyor. Bu karakter, giydiğimiz kıyafetlerden tutun, yaşam tarzımıza kadar her anımıza dokunuyor. Üzerinden elli yıl geçmesine rağmen Hababam Sınıfı’nı hala büyük bir zevkle seyretmemiz tesadüf olamaz. Demek ki nostalji her zaman, her yerde! Aslında burada Badi Ekrem misali kendimize sormamız gereken bir soru var: Sahi biz şu an neredeyiz, şimdide mi yoksa geçmişte mi?

Yunanca kökenli nostalji kavramı, yuvaya, vatana dönüşü temsil eden nostos ve keder-sıkıntıyı ifade eden algos kelimelerinden doğar. Yunanca’da nostalgia olarak geçse de bu söylem günümüzde unutulmuş bir kullanımdır. Sıla özlemi nedeniyle ortaya çıkan sıkıntılı ruh hali, tam da nostaljiyi ifade eden bir durumdur. Bu olumsuz ruh halinden kaçmak isteyen birey, nostaljik nesnelerle duygusal bir bağ kurarak amigdalayı harekete geçirmeye çalışır. Bu sebeple nostalji için, kişinin geçmişiyle bağ kurarak, bugünü yaşama çabalarının modern zamandaki romantik bir aracı olduğunu söyleyebiliriz.

 

Romantik aracımız bilinenin aksine yarışmaya ilk olarak tıp dünyasından katılmıştır. İsviçreli Doktor Johannes Hofer’in 1688’de yayımladığı tıp tezinde geçen kelime, yurt dışında savaşıp yurdunu özleyen İsviçreli askerlerin kötüleşen ruhsal durumunu betimlemek amacıyla kullanılmıştır. Bu ruhsal buhrana yakalanan kişiler “şimdi” ile olan ilişkilerini kaybederek hatalı temsiller üretmeye başlar. Bireylerin görüntüsü cansızlaşır, olaylara karşı kayıtsızlaşır, hayal ile gerçek birbiri içerisinde kaybolur. Öyleki, bu buhrana yakalanan bütün yüzlere “Nen var guzum? Solgun gözüküyorsun” denmeye başlanır. Vatan hasreti ile yanan guzulara nostaljiye kenetlenmek saplantı haline gelir.

 

Tarihsellik içerisinde hiçbir kavram var olduğu konumda sabitlenmez. Hayatın dinamizmi gibi, nosyonlar da sürekli bir akış prensibine sahiptir. Bundandır ki bizim romantik gencimiz, on dokuzuncu yüzyıla geldiğinde kendini güncellemeye alır. Artık sadece evin değil, ulusların

da kendi nostaljisi kapıyı aralamaya başlar. Zaten hatırlayacak olursak, on dokuzuncu yüzyıl milliyetçi hareketlerle dolu, herkesin kendini en şanlı millet saydığı siyasal yanılgılar dönemiydi. Bu ortam içerisinde işin kendilerinden çıktığını anlayan doktorlar, koltuklarını

 

filozof ve şairlere devreder. Çünkü nostalji artık geçmişle yaşanan romantik bir aşk ilişkisi, yeni bir edebi tür içerisinde ele alınır. Bu buhranın oynadığı sahne savaş alanı değil, orta çağ ya da antikçağ kalıntıları ve onun puslu manzaralardır. Öyle bir pus ve sis çevremizi sarar ki, kendimizi Caspar David Friedrich gibi romantik, bir o kadar da melankolik bir manzarayı seyrederken buluruz. Romantizm, nostaljiyi bütün o bulutların arasından çıkarıp dansa kaldırmaya hazırlanır.

 

Nostaljinin romantizm ile olan dansını anlayabilmek için, sizi hemen etimolojik kökenine götürmek istiyorum. İlk kez on altıncı yüzyılda, Fransızca’dan alınan “romaunt” kelimesinden türetilerek İngilizce’de “romance” kelimesine dönmüştür. Bu mistik kelime, bir taraftan Orta Çağ ve Rönesans masallarını tanımlama gayesi içindeyken, diğer taraftan da büyülü kaleler, sihirbazlar, devleştirilmiş duygular ile imkânsız tutkuları yansıtmayı dert edinir. Geçmiş kullanımları farklı nüanslar içerse de romantizm tarih boyunca akıl ve sağduyunun değil, duygu ve hayallerin peşinden gidecektir.

 

Bizim romantik kahramanımız, coşkulu yapısının içerisinde çeşitli karakterleri saklayan, çözülemez bir bilmecedir. Aynı anda ya da dönüşümlü olarak; bireyci ve toplumcu, milliyetçi ve kozmopolit, fantastik ve gerçekçi, melankolik ve asi, demokrat ve aristokrat, kırmızı ve beyaz gibi içerisinde pek çok oyuncu bulunan bir sahne oluşturur. İşte bu oyuncular on dokuzuncu yüzyılda bir araya geldiğinde, romantizmi bir kavram olarak kullanma rolünü artık sadece romancılar, şairler veya sanatçılar değil; aynı zamanda politik ideologlar, filozoflar, ilahiyatçılar, tarihçiler, ekonomistler ve birçok meslek grubunun üyeleri de kazanmıştır.

 

Romantizmin bu kadar geniş bir sahneye yayılması, bireyler salt aklın hegemonyasına muktedir olmasına rağmen, aklın getirdiği imkânlar ile kendilerini tatmin edemedikleri kadar, kendilerini ifade edemediklerinin de bir göstergesidir. Doğası gereği anlamak ve anlaşılmak isteyen bireyin, tasviri yapılan dönemde romantik bir hareket başlatması şaşırtıcı değil. Diğer taraftan romantizmin bu kadar geniş bir sahada yer bulması, nostaljinin de bir başka tutulma nedenidir. Bu yüzden mevcut tüketim oyunu içerisinde nostaljinin vazgeçilmez bir rol haline gelişi, temelleri romantizmde bulunan bir dönemde köklenmesiyle daha açıklanabilir bir nitelik kazanır.

 

Romantizm, aslında sadece bir modaliteyi temsil eder. Bu modalitede modern dünyanın eleştirilerinin temellendiği belirli bir tonalite mevcuttur. Tonalitede yer alan romantik eleştiri, çeşitli modern yabancılaşmaların henüz mevcut olmadığı dönemdeki geçmiş içindir. Bu nedenle romantik nostalji, yönünü kapitalizm öncesi bir geçmişe veya en azından modern sosyo-ekonomik sistemin tam anlamıyla gelişmediği bir döneme çevirir. Kapitalizmin yükselmesiyle feodalizmin çöküşü, tarımsal sistemin yerini ulus ve uluslararası pazarlarda yapılan üretime bırakması, sadece maddi güç ile kalmayıp insan emeğinin de metalaştırılması, kitlesel göç hareketleri ve doğanın insan gereksinimleri doğrultusunda endüstriyel bir laboratuvara çevrilmesi gibi toplumsal yaşamı hızla değiştiren atılımlar, aynı toplumu kendi içinde yabancılaştırarak bireyi kökünden kopartır. Artık sis ve pusla örtülü çatımız ihtişamlı doğa manzaralarıyla değil, devasa fabrikalar ve kirli, solgun siluetlerle resmedilir.

 

Peki modern dönemdeki nostalji nasıl bir strateji izler?

 

Kapitalist sistemin yarattığı bunalıma ilaç olarak 1980’li yılların başından itibaren neo- liberal politikalar eczanelerde satışa çıkarıldı. İngiltere’de Margaret Thatcher, ABD’de Ronald Reagan, Türkiye’de ise Turgut Özal önderliğinde başlayan bu ilaç, kapitalizm hacmini genişleterek, geçmişi tüketip geleceğe yönelen bir politika izledi. Bu minvalde büyüyen

 

yabancılaşma, aynı zamanda nostaljinin yıllardır süregelen artış grafiğinde zirveye ulaşmasını sağladı. Modernitenin kendisini siyasetten sanata her alanda yansıtan disiplin kurucu ve otoriter bakış açısı sahneden çekilerek yerini daha özgürlükçü bir yaklaşıma teslim etti. Örneğin, SSCB’de bürokratik ve merkezi devlet özelliği güçsüzleşmeye başladı. Otoriter modernitenin en mühim uygulama aracı devletin kullandığı ideolojik araçlardır; burjuva ideolojisi, faşizm… Devlet kendi siyasal seçkinlerini parti mekanizmaları ile kullanarak istediği toplum düzenini halka aşılamaya çalışır. Bu aşılama genellikle kültür politikaları ve eğitim sistemi ile uygulanır. Aslında bu hareket belirli bir kimlik oluşturma sürecinin bir aşamasıdır. Toplum mühendisliğe soyunan devlet geçmişle bağları koparmaya, toplumun belleğini silmeye başlar. Sovyetler’in dağılımı bu modelin de sonunu hazırlamıştır. Bu dönemde toplumlar bünyesinde bulunduğu devletin dikte ettiği kimlik anlayışını reddetmeye başlamıştır. Yeniden keşfedilen hafızalar, geçmişle olan ipleri tekrar düğümlemiştir.İşte bu süreç, her bireyde geçmişe hasreti artırarak nostalji imgesine dönüşün fitilini ateşler.

 

Marshall Berman, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” adlı kitabında

 

modernizmi “devamlı dönüşen bir dünyada kendimizi evimizde hissetmek adına girilen bir mücadele” olarak açıklar. Modernizmin bütün toplumsal pratikleri ve bireylerin ilişkilerini darmadağın eden sürecinin, Marx’ın deyimiyle “katı olan her şeyin buharlaştığı” ânın insanda hissettirdiği korku, ‘yurt’ ve ‘ev’ özlemini de ardından getirir.

 

Bu konuda Svetlana Boym’ın da aktardığı gibi: Odysseus’un eve dönüşü, tanınmama ile ilgilidir. Ada sise bulanmıştır ve soylu gezgin uygun olmayan şekliyle eve varır. Kahraman ne evini ne de ilahi koruyucusunu tanır. Uzun zamandır sıkıntı çeken sadık karısı bile onu tanıyamaz. Yalnızca dadısı kahramanın ayağındaki yara izini, fiziksel kimliğin bu geçici işaretini fark eder. Odysseus kimliğini eylemde kanıtlamak zorundadır. Kendisine ait olan oku atar, o anda hatıralar tetiklenir ve tanınır.

 

(Boym, 2009;32,33)

 

Bu anlatıda ana tema olan eve dönüş kaygısı, aslında birçok eserde olduğu gibi, bazen günlük yaşantımıza da yansır. Hepimiz belirli dönemlerde, özellikle bizi duygusal açıdan zorlayan anlarda, kendimizi güvende hissetmek için anne karnına dönmeyi hayal ederiz. Freud’a göre anneye olan bu bağımlılık gelişim dönemleri içerisindeki oral dönemde başlar. Öyleki, bireydeki egonun gelişmesi tamamlansa dahi, kaygı, korku ve güvensizlik gibi duyguların arttığı belirli dönemlerde, bu bağımlılık duygusu büyüyerek kişinin bilinçaltında anne rahmine, yani eve dönme isteğini uyandırır. Yine cenin pozisyonunda uyumak bu hissiyatın getirdiği başka bir alışkanlığımızdır. Odysseus insanlık anlatısında başlangıç olarak kabul edilse de, öyle ya da böyle herkesin bir eve dönüş hikayesi, bir nostaljisi vardır.

 

 

Kamusal yaşamı renkli bir biçimde bireylere sunan modernizm, geçmişi tekrar ederek silinmekte olan hafızasını yeni tecrübelerin, coğrafyaların, mekânların farklı fraksiyonlarıyla değiştirirken, sokağın o çekici kaosu ise modern insana evin duvarlarından çıkması için cezbedici bir çağrı gönderir. Mürettebatın kulaklarını sirenlerin füsunkâr seslerini duyup eve dönmemelerini engellemek için balmumu ile kapayan Odysseus misali, modern birey de dışarının tekin olmayan davetinden kurtulup eve dönmek ister. Modern insan, özgürleşme ve parçalanmayla birlikte sürekli bir yurtsuzluk haline bürünür. Artık birey iyileşmez bir ruhsal bunalımın pençesine düşmüş, kurtuluşu ise yurtta değil, modern sosyo-ekonomik düzenin getirdiği yeni kavramlarda arar.

 

Son günlerde antika, retro, nostalji gibi kavramları çok duyar olduk. Şu an belki de bu nosyonların kullanım grafiğinde en üst seviyede olabiliriz. Pandemi koşulları, borsadaki çöküşler, sektörlerin hızlı değişimi, yeni iş kolları ihtiyacı, komşuluğun kaybolması, zoom üzerinden kurulan ilişkiler, bilgisayardan yapılan düğünler gibi yeni normallerimiz artık bizim fırından çıkmış taze taze nosyonlarımızdır. Her yaş aralığındaki birey için ortak olan tek bir şey, yarın ne olacağımızı kestirememektir.

 

Süratle değişen yaşam tarzları, amatör kayakçının slalom yapmaya karar verdiği ilk an misali, bireyde adeta bir “düşme korkusu” yaratır. Dağın yamacından çaresizce inmeye çalışan modern birey için, karlardan yansıyan ışık gözünü kör eder, ineceği konum belirsizleşir, gelecek adeta kaybolur. Geleceğin bu kadar belirsiz olmasından ödü kopan bireyler için “ne yapacağı” değil “ne yaptığı” daha çok önem arz eder. Bireyler huzur, aidiyet ve sosyal bağ arayışına girerek “mutlu olduğu güzel günlere dönecek” deneyimlere ihtiyaç duyar. Bundan dolayı kapitalizm modern tüketicinin bu nostalji talebini ona sunmayı hedefler.

 

Medya içeriklerini ele alalım. Örneğin geçmişe odak oluşturmak isteyen dergiler, radyolar, gazeteler ve televizyon yayınları sadece bir gün içinde Zeki Müren’im ölüm yıl dönümünü anar veya Yurttaş Kane filmini yayımlar. Çünkü medya, çevresine yabancılaşan modern bireye geçmişteki kişi ve olayları anımsatmaya çalışır.

 

Gelin şimdi müzik sektörüne gidelim. Popüler şarkıcıların “nostalji albümleri” piyasaya sürmeleri ve bunların tüketiciden büyük ilgi görmesi yine bir tür bağ güçlenişine işaret eder. Bununla beraber gıda sektöründe makarnaların Anadolu’nun geleneksel yemeği olan erişteye

 

dönmesi, banka reklamlarında su satan çocukların oynaması, birçok reklam pazarlama sürecinde önemli bir mihenk taşı olur. Yine aynı şekilde Nokia’nın bir dönemin sevilen modeli olan 3310’u güncelleyip yeniden piyasaya sürmesi nostalji pazarlama çalışmaları için güzel bir örnektir.

 

 

Günümüzde “yeniden kurucu nostalji” ve “düşünsel nostalji” olarak iki tür nostaljiden söz etmemiz mümkün. “Yeniden kurucu nostalji” kaybedilen evin yeniden inşa edilmesini amaç edinir. Bu amaçta kendini hakikat ve gelenekle birleştirir, komplo teorilerinden beslenir ve mutlak hakikati muhafaza eder. Düşünsel nostalji ise Ahmet Hamdi Tampınar’ın eski zamanları arayıp bulamaması ve bulamama durumunu sevmesi halidir. Ona cazip gelen yolun sonuna varmak değil, yolda olmaktır. Şaşırtıcı bir şekilde mutlak hakikati sorgular. İşte modern romantik insan tam olarak bu iki nostalji türünde gidip gelen saatin sarkacı gibidir.

 

Küresel bir olgu olarak emin adımlarla ilerleyen nostalji, siyasi erklerin de kullandığı önemli bir araç haline geldi. Kendi altın çağını yeniden inşa etmek isteyen her millet, nostalji siyasetine sarılarak yukarıda da bahsettiğimiz yeniden kurucu nostaljiyi benimsemeye başladı. Türkiye açısından bakacak olursak, son on beş yılda yükselen ve bütün toplumu fırtınasına tutturan “Yeni Osmanlıcılık” akımı, yeniden kurucu nostalji olma özelliğinin yanı sıra, içinde

 

getirdiği pratikler ile ulusa öğretilen nostaljik bir milliyetçiliktir. İktidar için Yeni Osmanlıcılık, ortaya koyduğu anakronik anlatımıyla, Kemalist seçkinler tarafından yabancılaştırılan halkı geçmişiyle barıştırarak yeniden” kendisi” kılma projesidir. Hatta bu politik anlatıya duygusal yatırım da yapılarak bireylerin gözünde bir deneyim oluşturulur. Osmanlı günlük yaşamımızın içinde, medya gündeminde, mimaride, konut projelerine verilen isimlerde, kutlanan önemli günlerde sürekli karşımıza görünmeyen bellek sembolleri olarak çıkartılır. İşte bu semboller bilinçaltımızda istemeden her seferinde yeniden nostalji kurmamıza ve milli bir bellek yaratma ihtiyacımıza sebep olur.

 

Teknolojik gelişmelerin süratine bağlı olarak kültürel fikirlerin hızlıca değiştiği bu dönemde, kimlik ve bellek modern insan için kilit nosyonlar haline gelmiştir. Bireysel veya kolektif bellek anlatıları sektörlerin dolayısıyla yaşamımızın beslendiği yeni bir kaynak olarak günümüz sahnesinde yerini alır. Bu oyun bireyin ve toplumların kendilerini yani kültürlerini ve geçmişlerini tanıma ve anlaması belki de kendi mistik dünyasına ulaşma amacıyla geri dönme isteğini ortaya çıkarmaktadır.

 

Korkarım ki, bu solgun guzular uzun bir süre daha aramızdan ayrılmayacak, hatta yeni versiyonları ile tekrar ve tekrar gün yüzüne çıkacaktır. Belirtiler on yedinci yüzyıldan beridir değişmedi: telefona bakmaktan sosyalleşmeyi unutan cansız görüntüler, sokağın ortasında öldürülen kadına kayıtsız kalan siluetler, ekranın içinde yaşamını sürdüren sanal hayatlar, duygusuz poker suratlar. Geçmişi geçtim, bugüne bile yabancı olduğumuz bir konumdayken hastalığa nasıl bir çözüm bulacağız? O zaman bir kez daha soralım, Şaban, biz şu an neredeyiz?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl