Neo-Klasizm, Türkiye’de genelde yanlış veya eksik anlaşılmış bir janr. Rönesans-Reform-Aydınlanma üçlüsünün sonucu olarak aktarılan ve esasen 19. yy tarih anlatısının bir ürünü olan şablona göre, Batı Avrupa sanatı ve düşüncesi Antik Yunan ve Roma kaynaklarını keşfederek Orta Çağ “karanlığını” yırtıp atmış ve ortaya günümüzde Aydınlanma olarak tasavvur ettiğimiz düşünceler ve ilkeler bütününü koymuştur. Esasen kimi nüansları doğru yerde bile olsa, genel olarak kıta düşüncesi hiçbir zaman böyle düz bir gelişim çizgisi izlemez. Reform Kuzey’de gerçekleşene kadar Hamlet’te yükselişini izlediğimiz ve gitgide Kilise etrafında merkezileşen Makyevelist krallıklar uzunca bir süre birbirleriyle sömürgeler ve Kıta üzerindeki nüfuz sebebiyle savaşır. Ardından Reform hareketi 16. yy’da Kuzey’de patlak verdiğinde ki buradan da Fransız Aydınlanmasına uzunca bir yol vardır, Avrupa’daki Kilise karşıtı çağdaşlaşma hareketleri gün yüzüne çıkar, tabii mezhep farklarından doğan savaşlara yeni bir kapı aralamak kaydıyla.

Kısacası, bizim ta Cumhuriyet’in başından beri çokça dile getirilen tüm Avrupa ve Batı dünyasını tek bir kefeye koyma alışkanlığımız, sanat tartışmalarına da yansıyor. Neyin yeni, neyin eski olduğuna karar veremiyoruz, bir bakıyoruz ki biz yeni sandığımız bir şeyi savlarken Batı modasının geçtiğini bize vazettiği bir şeyi yeniden keşfetmiş. Bu konuda Aşil ve Kaplumbağa isimli oldukça hoş bir Japon yapımı film de var. Adını Yunan düşünürü Zeno’nun ünlü paradoksundan alan filmin kinayesi zannediyorum ki isminden de anlaşılıyor.

Dolayısıyla, böyle yekpare bir Klasizm görüntüsü olmadığına göre, bizdeki görüntünün hangi tarihsel ve siyasi tercihlerin ürünü olduğunu ortaya sermek ve açıklamak gerekiyor. Bu, pek tabii ki, ilk Akademi hocalarının 19. yy’da Fransa’da tahsil gördüğünü düşünecek olursak, Fransız Aydınlanmasının bir ürünü. Dönemin “kültür başkenti” Paris’in şaşaalı günlerine tanıklık etmiş bu kuşak için Tanzimat’tan beri süregelen batılılaşma çabaları, elbette ülkenin kültür hayatında da Fransa’nın örnek alınması olarak kendisini gösterir. Cumhuriyet de bu politikaları, biraz taşınmaz mülklerin devri kabilinden görse de, aynen sürdürür. Tasarım ve mimari konusundaki modernleşmeyle, güzel sanatlar alanındaki bu uyumsuzluk, zaten kısa sürede kendisini gösterecek, 1933’te Sanayi-i Nefise Mektebi’nde bir reforma (belki o zamanki adıyla “inkılâp”) gidilecek, ancak mesele plastik sanatlar ve resim olduğunda çabalar kısıtlı kalacaktı. Empresyonist bir palet ve fırça vuruşları kullanarak, realist enstantanelerin, klasik üslupta boyanması olarak çözümleyebileceğimiz bir “Akademik üslup”ta ısrarcı olacak, bunun savunusunu da bir Yüksek Üslup (üslub-u Âli) meselesi yapacaktı.

Aslında belli bir üslubun ve/veya sanat kipinin diğerleri üzerinde normatif baskı kurması Avrupa akademileri için 20. yy başlarında kalmış bir pratikti. 1920lerden itibaren Avrupa’daki ekolleşmelerin sanatın ve estetiğin imkânlarına daha çok yer açma gayretinde olduklarını görürüz. Türkiye’de de bağımsız sergiler açılmamış değildir, Liman sergisi bunun bir örneği sayılabilir. Ancak ilk bağımsız galerinin 1950’lerde (Maya Galeri) açıldığını düşünürsek, bu görüntü bize şaşırtıcı gelmeyecektir. Temelde kültür hayatında da arkeolojinin önemli bir ağırlığı olduğu düşünüldüğünde, Türk Milli şuurunu aşılamak için bu sanat anlayışının bizzat telkin edildiğini söyleyebiliriz.

Sanatın moda, tasarım, mimari, edebiyat ve diğer pek çok şeyle girift bir etkileşim ilişkisi içerisinde olduğunu, daha da önemlisi olması gerektiğini söylemek gerek. O halde, devletin sanat meselesine daha en başından ideolojik baktığını söylemek, yerinde olacaktır. Yani bu, disiplin kurumlarının belli bir görme biçimini yerleştirmek üzere Akademiyi kuramsal açıdan da inşa ettiği şeklinde de okunabilir. Daha sonra bu söylemin Akademiler vasıtasıyla ülke sathına yayılacağı umulmuştur.

Sözün özü, biz, sanattan anladığımızı söylediğimizde bile sanat konusunda da belli bir kodlanmışlık ve standart bir beklenti, beğeni içerisindeyiz. Göz zevki, güzellik, çirkinlik gibi basit görünen ama oldukça eski nosyonları sorgulamak üzerine kurulu avangard sanatın Akademilerde “talim ve terbiye” meselesi olması da, zaten kısmen de olsa bu gülünçlüğü açıklamaya yetiyor.