Ana Sayfa Genel Neoliberalizm, İslamcılık ve bir şirket-devlet olarak AKP

Neoliberalizm, İslamcılık ve bir şirket-devlet olarak AKP

Neoliberalizm, İslamcılık ve bir şirket-devlet olarak AKP

Giriş

Türkiye’de günümüz egemen ideolojisinin iki temel ayağı var: (1) dünya kapitalist sistemine entegrasyonun ifadesi olarak neoliberalizm, ve (2) Türkiye’ye özgü “yerli ve milli” ihvancılık diye nitelenebilecek bir çeşit İslamcı — milliyetçi sentez. Bu iki niteliğin özgün kombinasyonu, ülkemizde daha önce görülmemiş türden yeni bir görüngünün ortaya çıkmasına yol açtı: bu, devletin görece özerkliğinin bütünüyle ortadan kalkmış olması, AKP’nin hem bir kartel, hem de devlet olarak örgütlenmesidir.

Aşağıdaki uzun makale, aslında iki yıl kadar önce, çok daha uzun bir monografinin ilk bölümü olarak yazılmıştı. Monografinin mevcut siyasi tabloyu açıklamayı amaçlayan ikinci bölümü, ayrı bir makale olarak başka yerde yayınlandı. Üçüncü bölüm, daha teorik rejim tartışmaları (totaliterlik ve otokrasi teorileri, karşılaştırmalı faşizm teorileri, vb.) bölümü ise hiç yazılmadı.

Aşağıdaki ilk bölümü genel çerçevesine pek az dokunarak yayınlamak işe yarar umarım.

Neoliberalizm. Genel Bir Bakış. AKP Türkiyesi Nasıl Bir Dünyada Vücut Buluyor?

Gerçekte, en azından bildiğimiz biçimiyle sünni islamcılık ve neoliberalizm birbirleriyle çok açık bir şekilde örtüşürler. Bu nedenle, neoliberalizmle birlikte islamcılığın yükselişinin nedenlerini, sadece onun vahabilik ve ihvancılık şeklinde saldırgan bir ideoloji haline getirilerek batılı ve bölge ülkeleri tarafından kullanışlı oluşunda değil, burada da aramak gerekiyor. İslam, bir tüccar peygamberin dinidir ve ticaretle ilgili çok sayıda kural getirir. Bu dinsel öz ve kurallar, bir Arap müslüman imparatorluğunun (ve sonrasında muhtelif islam devletlerinin) kuruluşunda etkili oldu (Wood, 2016, pp. 65–66), ve yarattıkları içtihatlar da ticari kuralları kompleks bir hale getirdi. İslam hukuku, para ve servet istiflemeyi zenginliğin temel kaynağı olarak görür. Bu durum, finanslaşma döneminde “islami sermayenin” yükselişinde etkili oldu.

Özetleyelim. Neoliberalizm ideolojik, kültürel, ahlaki, siyasi, sosyal sonuçlarını her dakika yaşadığımız çok yönlü bir şey. Ne var ki bir kapitalist proje olarak, kapitalizmin özgün niteliğini yansıtıyor: “Bu özgünlük, ekonomik etkinliğin, yalnızca ‘son aşamada belirleyici’ olmasında değil, daha önemlisi, doğrudan doğruya belirleyici hale gelmiş olmasında yatar. Sonuç olarak iktisadi alan bağımsızlığını kazanır, önceki rejimleri karakterize eden politiko-ideolojik alan boyunduruğundan kurtulur” (Amin, 2017, p. 96). (Kapitalizmin bu niteliği üzerinde Poulantzas da etraflıca durur ve hatta faşizm incelemeleri de dâhil olmak üzere iktidar konulu bütün çalışmaları, bu özgüllüğü ve devletin görece özerkliğini vurgulamak üzerine kuruludur (Poulantzas, 2014, chap. Giriş)). Bugünkü siyasi, kültürel, ahlaki, ideolojik sistemi yaratan neoliberalizm, doğrudan doğruya iktisadi bir olgudur ve kökeni, 1970’lerden itibaren (Şili gibi) sömürgelere, 1980’lerden itibaren de ABD (Reagan) ve Britanya (Thatcher) başta olmak üzere bütün dünyaya dayatılan mali sermayenin mutlak egemenliğidir. Daha genel bir tanımı Boratav yapar: “Sermayenin dünya çapında sınırsız tahakkümünü oluşturma tasarımına neoliberalizm deniyor” (Boratav, 2015, p. 198). Finanslaşma, bu egemenliğin günümüzdeki kuruluş biçimidir.

Demek ki şimdi karşımızda olan, sermaye ilişkisinde para-sermayenin tuttuğu alanın genişlemesi ve diğer sermaye biçimlerine hâkim olması; ve mali sermaye dediğimiz de, bu gerekli nakit akışkana sahip yahut ortaklıklar vasıtasıyla erişme önceliğine sahip büyük sermaye. Neoliberalizm, niteliği gereği Keynes iktisadına (devletin düzenleyici rolü) karşıdır ve bunu ortadan kaldırmaya eğilim gösterir. Bu nedenle özelleştirmeler ve tekellerin faaliyetleri önündeki bütün engellerin kaldırılması, keynesçi modelin gerektirdiği her tür refah devleti uygulamasına son verilmesi, neoliberalizmin gereğidir.[1]

Neoliberalizm dönemi boyunca, finanslaşmayla paralel yürüyen iki süreç daha dikkat çeker: kâr oranı finanslaşmaya bağlı olarak yükselme eğilimi gösterirken, sermayenin verimlilik oranı (Şekil 1) ve sermaye birikim oranı (Şekil 2) neredeyse ters orantılı olarak düşer.

Metin Kutusu:  Şekil 1: Triad’da kâr oranı ve sermayenin verimlilik oranı (1960 — 2013) (Husson, 2014, fig. 2)
Şekil 1: Triad’da kâr oranı ve sermayenin verimlilik oranı (1960 — 2013) (Husson, 2014, fig. 2)
Metin Kutusu:  Şekil 2: Triad’da kâr oranı ve sermaye birikim oranı (1960 — 2013) (Husson, 2014, fig. 1)
Şekil 2: Triad’da kâr oranı ve sermaye birikim oranı (1960 — 2013) (Husson, 2014, fig. 1
Metin Kutusu:  Şekil 3: Dünya gelirinde ücretlerin payı (1970 — 2013) (Husson, 2014, fig. 4)

Şekil 3: Dünya gelirinde ücretlerin payı (1970 — 2013) (Husson, 2014, fig. 4)

“… geçmişte finansın işlevi ve varlık nedeni, uluslararası ticareti ve ödemeler dengesini desteklemek iken, şimdilerde finans, üretimden ve ticaretten bağımsızlaşmış bulunuyor.” Bu, spekülasyonun bir istisna olmaktan çıkıp kural haline gelmesi demektir. “Döviz piyasalarında bir günde yaklaşık 5300 milyar dolar el değiştiriyor… Bu rakamın Fransa’nın yıllık GYSH’nın iki katı olduğunu hatırlatmak yeterlidir… Dünya pazarında el değiştiren, ticaret konusu olan mal ve hizmetlerin finans sektöründe dönen paraya oranı 1973’de ikiye bir iken, bu oran 1980’de bire 10, 1990’da bire 50 ve 2015 yılında da bire 100 oldu” (Başkaya, 2018, p. 60).

Finans işlemleri ile mal ve hizmetler işlemleri arasında yapılacak bir karşılaştırma, daha aydınlatıcı olabilir. François Morin’in verdiği rakamlara göre, sadece “2002 yılında, mal ve hizmet işlemleri (dünya GSYİH’si) parasal ve mali işlemlerin yalnızca yüzde 3’ünü, uluslararası ticarete bağlı işlemler, döviz işlemlerinin ancak yüzde 2’sini, (sermaye piyasalarının asıl işlemleri sayılan) hisse ve tahvil alım-satımları ise parasal ödemelerin yalnızca yüzde 3.4’ünü oluşturuyor. Asıl itibariyle patlayan, —işlemciyi riske karşı korumak için dizayn edilmiş— finansal araçlardır” (Amin, 2017, p. 139). Bir başka deyişle neoliberalizm, sermayenin üretkenliğini düşürürken para sermayenin mutlak üstünlüğünü de kurmuştur.

Sentetik Tablo (trilyon dolar, 2002) (Amin, 2017, p. 139)
Mal ve hizmet işlemleri (dünya GSYİH’si) 32.3
Döviz işlemleri 384.4
(dövizde uluslararası ticaretin payı) 8%
İkincil finansal araç işlemleri 699.0
Toplam 1115.7

Amin, bu sistemin tepesine dev bir finansal oligopol yerleştiriyor. “Söz konusu olan, on kadar büyük uluslararası bankanın (ve bunların izinden giden yirmi kadar daha düşük kapasiteli bankanın), bu bankaların yan kuruluşları ya da ortaklarınca yönetilen kurumsal yatırımcılar (emeklilik ortakları ve kolektif yatırım fonları), yine geniş ölçüde ortaklık halinde bulunan sigorta şirketleri ve büyük firma grupları tarafından oluşturulmuş bir oligopoldür. Bu finansal oligopol, finans firmaları, endüstriyel üretim ve tarım endüstrisi, büyük ticaret ve taşımacılık alanlarında, en büyük 50 ila 100 grubun önde gelen patronudur.”

François Morin, derivatif miktarına göre dünya bankalarını şöyle sıralıyor:

Toplam itibari derivatif tutarı (31.12.2012 itibariyle; milyar dolar) (Morin, 2016, p. 8)
Deutsche Bank 73,411
JP Morgan Chase 69,500
BNP Baribas 63,773
Barclays PLC 63,245
Bank of America 61,900
Royal Bank of Scotland 60,736
Crédit Suisse 54,398
Citigroup 54,100
Morgan Stanley 45,000
Goldman Sachs 44,400
UBS 40,931
HSBC 26,803
Société Générale 25,351
Crédit Agricole Group 22,050
Wells Fargo 3,600
Bk New York Mellon 1,200
State Street 900
Toplam 711,298

Morin, derivatiflerin tamamen spekülasyon araçları olduğuna dikkat çeker: bir derivatif, herhangi bir iktisadi verinin gelecekteki durumuna dair risk karşılığında ödülü artırmayı hedefleyen sözleşmedir. Tablodan görüldüğü gibi, sadece bu 17 bankaya ait 710 trilyon doların üzerindeki tutar, aynı yıl küresel kamu borçları tutarı olan 50 trilyon doların 14 katından fazladır.

Bu spekülasyon araçlarının toplam tutarı ile küresel kamu borçları ve küresel GYSİH arasında bir karşılaştırma da aşağıda. (Grafik benim.)

Metin Kutusu:  Şekil 4: Küresel GSYİH, kamu borçları ve derivatif tutarları (trilyon dolar) (Morin, 2016, p. 16)
Şekil 4: Küresel GSYİH, kamu borçları ve derivatif tutarları (trilyon dolar) (Morin, 2016, p. 16)

Bu derivatif tutarlarının zaman içinde değişimlerini takip etmek de ilgi çekici. Faiz oranı derivatifleri, 1998’de toplam derivatif tutarının yüzde 62.3’ünü oluştururken, 2013’de yüzde 82.3’üne çıkmıştır. Bu, bütünüyle spekülatif bir finanslaşmanın hızla arttığını gösteriyor.

Morin aynı yerde, kambiyo piyasalarında en büyük paya sahip olan bankaları da anar:

Kambiyo piyasalarında en önde gelen 10 dünya bankası (2013 başı itibariyle; yüzde) (Morin, 2016, p. 9)
Deutsche Bank 15.2%
Citigroup 14.9%
Barclays 10.2%
UBS 10.1%
Dört bankanın toplamda tuttuğu yer: 50.4%
HSBC 30.0%
JP Morgan
Royal Bank of Scotland
Crédit Suisse
Morgan Stanley
Bank of America
On bankanın toplamda tuttuğu yer: 80.4%

Amin’e göre bu yapı, rekabet yasalarına göre değil bir “konsensüs”e göre yönetilir; “istikrarsızdır ve her an yerini vahşi bir rekabete bırakabilir. Böyle bir durumda rekabet, devletler arasında çatışmalar biçimini alacak demektir, zira oligopolü oluşturan birimlerin her biri dünya ekonomisinin uluslararası zemininde iş görse de, başlıca yöneticilerinin belli bir devletin burjuvazisine mensup olması dolayısıyla, bunlar ulusal niteliklerini korurlar” (Amin, 2017, p. 137).

Burada, geleneksel olarak keynesçi olan UNCTAD’ın 2017 tarihli bir raporunu anmakta fayda var. Raporda, finanslaşmanın birçok gelişmiş ülkede 1980’lerin başında ortaya çıktığı, 1990’ların başlarından itibaren de bütün ülkelere yayıldığı vurgulanıyor. Bankacılık sektörü varlıkları o tarihten beri ABD ve Avrupa ülkelerinde milli gelirin iki katından, Japonya’da ise dört katından fazlasına ulaşmıştır. (2008 krizi sırasında Türkiye’de bankacılık varlıkları, milli gelir seviyesindeydi.) Rapora göre “Finanslaşma, bu sayede mali kurumların ve pazarların kapsam ve nüfuz olarak büyüdüğü bir süreç[tir]” (UNCTAD, 2017, p. 94). Rapor, V. kısmın sonuç bölümünde, sermayenin yeni kâr alanlarını finanslaşmada aramasına dikkat çeker ve bunun, bir yandan üretken sektörleri aşındırır, bu sektörlerdeki kâr oranlarını düşürürken, diğer yandan mali denetimlerin azaltıldığını ve kaldırıldığını, spekülatif kazanç amacıyla sermayenin çevre ekonomilere kaydığını vurgular (UNCTAD, 2017, pp. 109–110). Dahası, raporun bir sonraki bölümünde “çağdaş kapitalizmin tüm sektörleri kapsayan bir rantiyeleşme eğiliminde olduğu” ortaya konur (Boratav, 2017a). Rapor, bunu etkili biçimde ifade eder: “Paranın siyasi güç kazanmak ve siyasi gücün de para kazanmak için kullanıldığı medici kısır döngüsü. Şirketlerin ve ulus devletlerin güçleri arasında artan gerilimin rol oynadığı büyük arena, karşılıklı ve bölgesel ticaret ve girişim mutabakatlarında yatıyor. Küresel ekonominin kalbindeki büyüyen iktisadi ve iktidar dengesizliklerini ıslah etmek için çok taraflı kararlı eylemlere girişilmediğinde, çok muhtelif boyutları olan iktisat siyasetlerini kapsayan ulusüstü düzenleme çerçeveleri … daha geniş kamu menfaatlerini mülahaza etmekten ziyade şirketler temelinde rantiye çıkarları tarafından şekillendiriliyor” (UNCTAD, 2017, p. 139).

Neoliberal küresel sistemin finanslaşmaya dayandığı eleştirileri ne yeni, ne de sadece soldan (keynesçi gelenek dâhil) geliyor. 2001-2003 arasında IMF Araştırma Dairesi İktisat Danışmanı ve Müdürü olan Kenneth Rogoff, klasik IMF politikalarını uyguladığı bu yılların arkasından 2004’te şöyle demişti: “En azından on iki yükselen piyasa ekonomisi, altından kalkamayacakları kadar borca batmış durumdadır. Zengin ülkelerdeki çok düşük faiz hadlerinin üzerinde getiri arayan küresel portföyler, yükselen piyasa ekonomilerine kayıyorlar. Bu devam edemez. Yatırımcılar yükselen piyasa borçları üzerinde elde ettikleri yüzde 55’lik ortalama getirinin bir sapkınlık olduğunu anlamalıdır” (Boratav, 2015, p. 204).

Yabancı Sermayenin Türkiye Ekonomisindeki Payı

Türkiye’de rejimin niteliği, ancak sermaye ilişkileriyle anlaşılabilir; ne var ki bu ilişkiler sadece “yerli” sermayeyi değil, uluslararası sermayeyi de kapsamazsa anlamı olmaz. Uluslararası sermayenin ülkede oynadığı yeni rolle ilgili çok sayıda çalışma var; ancak bu rolü ilk defa kesin çizgilerle dile getirmekle kalmayıp devrimci bir siyasetin temeli haline de getiren, Mahir Çayan olmuştu:

“… yeni sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin sadece dışsal bir olgu değil aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi) sonucunu doğururken, öte yandan geri bıraktırılmış ülkelerde, geçmiş dönemlere kıyasla, izafi olarak —feodalizmin etkin olduğu, eski sömürgecilik dönemine kıyasla— belli ölçülerde pazarın genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nispi refahı artırmıştır” (Çayan, 2008, pp. 388–389).

Çayan’a göre emperyalizmin sömürge ülkelere ihraç ettiği sermayenin bileşimi değişmiş, know-how daha büyük bir yer tutmaya başlamıştı. Bu durum, uluslararası sermayenin ülkedeki işbirlikçileri vasıtasıyla başta sanayi olmak üzere üretim, tüketim ve kültürel ilişkileri tayin etmesine (kontrol etmesine değil) yol açıyordu.

Ne var ki finanslaşmanın yükselmesiyle birlikte geri kalmış ülkelere ihraç edilen sermayenin bileşiminde önemli değişiklikler meydana geldi. Servet biriktirmeye yönelik para sermaye olarak ortaya çıkan bu sermaye, esas itibariyle onu sınırlayabilecek her türlü bağdan (üretim dâhil) uzak durarak faiz ve spekülasyon yoluyla kendini büyütür.

Yabancı sermayenin ülke içindeki servet (gelir değil) bilgileri, merkez bankalarının uluslararası yatırım pozisyonu (international investment position) istatistiklerinden izlenebiliyor. Buna göre, eylül 2017 itibariyle Türkiye’nin dış yükümlülükleri toplamı (foreign liabilities), 666 milyar doları bulmuştur. Türkiye burjuvazisinin dış varlıkları ise (foreign assets) aynı tarih itibariyle 226 milyar dolardır.

Aradaki fark, sermaye akımları (gelirler) bakımından da çok çıplak. 2003-2016 arasında yıllık ortalama 43 milyar dolar sermaye ithali, 6 milyar dolar da sermaye ihracı var. 2003-2006 ortalamasında dış varlıkların milli gelire oranı yüzde 23.1 iken, 2012-2016 ortalamasında yüzde 24.5. Dış yükümlülüklerin milli gelire oranı ise aynı dönemde sırasıyla yüzde 57.5’den yüzde 69.3’e çıkmıştır. (2016 hesaplamaları için bak. (Lund et al., 2017, p. 8).) Bu durum şunları gösterir: (1) “Türkiye kapitalizmi, dış dünya üzerinde iddialı değildir; sermaye ihraç ederek olgunlaşma eğilimleri zayıftır.” (2) “Türkiye’de servet mülkiyeti üzerinde yabancıların payı belirgin boyutlarda artmakta, mülkiyet yabancılaşmaktadır.” (3) “Türkiye, emperyalist sistemin bağımlı çevresinde yer aldığı için uluslararası yatırım (mülkiyet) pozisyonu daima eksidir” (Boratav, 2017b).

2017’de GSMH 851 milyar dolar, yurtdışı yükümlülükleri ise 691.5 milyar dolardı. Demek ki bu yıl dış yükümlülüklerin milli gelire oranı yüzde 81’e ulaşmıştı (Bloomberg, 2018b; Eğilmez, 2018; Sendika.org, 2018). Net pozisyonun (dış yükümlülükler ile dış varlıklar arasındaki fark) milli gelire oranı ise, 2012-2016 ortalamasında yüzde 44.8 iken, 2017’de yüzde 54’tü.

Dış varlıklar ve yükümlülüklerin bileşimlerine dair karşılaştırmalı bir inceleme de bize temel bir takım bilgiler sunar. Bu karşılaştırmayı yayınlanmayı bekleyen başka bir yerde yaptım; dolayısıyla burada ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak şu kadarını söylemek mümkün: Türkiye gibi çevre ekonomilerinde dış varlıkların büyük bölümünü rezerv varlıkları oluşturur. Doğrudan yatırımlar ancak bundan sonra gelir. 2018 itibariyle Türkiye’nin dış varlıklarının yüzde 41’i rezerv, yüzde 19’u da doğrudan yatırımlardı; portföy yatırımları ise ancak on binde 6 seviyesindeydi. Bir başka deyişle, Boratav’ın belirttiği gibi, “Burjuvazimizin dış dünyada mülkiyet edinimi göreli olarak durağandır; esasen dış varlıklarımızın önemli bir bölümü devlete (TCMB’ye) ait rezervlerden oluşmaktadır.” Oysa emperyalist ülkelerde rezerv varlıklar, dış varlıkların pek az bir miktarını meydana getirir (örneğin İtalya’da yüzde 5, Almanya’da  ve ABD’de yüzde 2.) Buna karşılık doğrudan yatırımlar ve portföy yatırımları, dış varlıkların ana gövdesini teşkil eder (İtalya’da sırasıyla yüzde 22 ve 50; Almanya’da 25 ve 33; ABD’de 30 ve 2. ABD’nin sistemin merkez olarak, çevre ekonomilerine benzeyen başka sıradışı nitelikleri de vardır.)

Dış yükümlülüklerin bileşiminde ise, doğrudan yatırımlar ve portföy yatırımları Türkiye’de sırasıyla yüzde 27 ve 23 iken, İtalya’da yüzde 17 ve 41, Almanya’da yüzde 23 ve 36, ABD’de ise yüzde 24 ve 54’tür (IMF’nin 2018 rakamları). Bir başka deyişle emperyalist ve çevre ekonomilerinin dış yükümlülükleri başlığında portföy ve doğrudan yatırımlar ters oranlıdır.

Merkez Bankası istatistiklerinde net hata noksan kalemi olarak nitelenen kaynağı belirsiz para miktarı da Türkiye ekonomisinde büyük rol oynuyor. Şekil 5’te görüldüğü gibi, bu belirsiz para girişi, cari açık ile net noksan hata kalemi arasındaki ilişkiyi gösteriyor. AKP’nin ilk 14 yılı boyunca belirsiz para girişi 40 milyar doları buldu. Akış, Eylül 2017-Eylül 2018 arasında rekor seviyede 18 milyar dolara yükseldi (Bloomberg, 2018a). Bu miktarın büyük bölümünün Katar’dan geldiği ileri sürülüyor. Katar, Türkiye’de basın sektörünün AKP tarafından ele geçirilmesinde ve Türk Telekom’un satışında da büyük nakit para kaydırmıştı. Katar sermayesiyle bu ilişkiler, Türkiye’nin bu ülkede askeri üs kurması ve Suriye’den Libya’ya kadar İhvan iktidarları kurmak için özel işbirliği geliştirmesini de açıklıyor.

Bütün bu ilişkiler, Türkiye’nin emperyalist sistemin bir çevre ekonomisi olmaktan bir adım öteye gitmediğini, gidemeyeceğini, dahası AKP iktidarı boyunca iktisadi sömürge ilişkilerinin daha da pekiştiğini açık biçimde gösteriyor.

Metin Kutusu:  Figure 5: 2002 — 2016 cari denge ve kaynağı belirsiz para (Eğilmez, 2017)

Şekil 5: 2002 — 2016 cari denge ve kaynağı belirsiz para (Eğilmez, 2017)

Türkiye’nin Neoliberalizmi: Ortak ve Sıradışı Nitelikler

Türkiye’nin neoliberal dünya düzenindeki yerini ifade etmek için muhtelif kavramlar kullanılıyor. Bunların hepsini değil ama üçünü ele alacağım.

İlk olarak, Ümit Akçay’ın kullandığı neoliberal popülizm kavramı, büyük önem taşır.

Akçay’a göre, AKP hükümetinin iktisat siyaseti, ancak neoliberal çerçeve içinde anlaşılabilir. Ne var ki bu, Latin Amerika ülkelerinde askeri müdahalelerle gerçekleştirilen neoliberalizmden farklılıklar gösterir. Birinci durumda devlet zoruyla, yoksul kitlelerin durumlarını hiçe sayan bir vahşi kapitalizm uygulanırken, Türkiye’de “… devlet, özelleştirmeyi, fakir hanelere gelir desteği ve ucuz kredi imkânı sağlamak suretiyle liberalizasyonun şiddetini törpülemek için tasarlanmış bir dizi tedbirle ifade edilen kısmi bir refah devletçiliği ile tamamladı” (Akçay, 2018, p. 5). Akçay’a göre bu, neoliberal popülizmdir.

Ana akım medyadaki uzmanları, aslında olmaları gerektiği gibi uzmandan saymazsak eğer, bütün iktisatçılar ve siyaset bilimciler 12 Eylül faşist diktatörlüğüyle kurulan rejimi, Türkiye’de neoliberalizmin ilk adımı olarak değerlendirirler. Bu darbeyle birlikte 1960’lı yıllardan beri uygulanan ithal ikameci sanayileşme modelinin yerini ticaret ve faiz oranlarının, döviz kurlarının liberalizasyonu, tarım sübvansiyonlarının kırpılması ve kesilmesi (bu, özellikle Türkiye ekonomisinin uluslararası bir işbölümüne “entegrasyonunu” sağlamak için öngörülmüştü) ve KİT’lerin özelleştirilmesi aldı.[2]

Liberalizasyonda ikinci büyük adım ise, 1989’da sermayenin hareketi önündeki bütün engellerin kaldırılmasına yönelik kanun ve yönetmelikler oldu. Ne var ki Akçay’a göre bütün bu gelişmelere rağmen emek cephesinin direnişi, liberalizasyon politikalarının başarısını engelledi ve 90’lı yıllar boyunca içinden çıkılmaz hale gelen siyasi bir kriz ve bunun parlamenter göstergesi koalisyon hükümetlerine yol açtı.

Bunun, ana hatlarıyla doğru olmakla birlikte yetersiz bir değerlendirme olduğu kanaatindeyim. Zira 90’lı yıllarda ekonominin liberalizasyonunun karşısına dikilen sadece sendikal hareketin direnişi değildi; gerçekte (Samir Amin’in kavramsallaştırmasını takip edersek) bir halk direnişi söz konusuydu. Bu direniş de esas itibariyle örgütlü devrimci güçlerin varlığından güç alıyordu. “80’lerin sonları ve 90’ların ilk yarısı boyunca devrimci demokrasi, yaptığı silahlı eylemler aracılığıyla özellikle devletin güvenlik aygıtı açısından çok ciddi bir tehdit unsuru haline gelmiştir” (Yaşlı, 2014, p. 115). Sendikal hareketin örgütlediği direnişler de büyük ölçüde bu güçlerin çalışmalarının ürünüydü. Örneğin, 12 Eylül sonrasının ilk örgütlü işçi direnişi olan 1987 Migros grevi, DS tarafından örgütlenmişti. Bu dönemde 1991’deki büyük Zonguldak madenci yürüyüşü dışında hemen bütün işçi eylemlerinin başını bu güçler çekiyorlardı. Ancak onların ana gövdesinin faaliyetlerini de ya silahlı mücadele ya da yasal partileşme çalışmaları oluşturuyordu; yani sendikal faaliyet taliydi veya fiilen taliydi.

Keza, Kürt milliyetçi hareketinin yükselen gücü de aynı yıllarda devleti paralize etmiştir.

Bu analizin ikinci yetersizliği, 1989’dan sonra neoliberalizm sürecini en azından AKP’ye kadar başarısız olarak nitelemesi. Ne var ki, hedeflere bütünüyle erişilmemiş olsa bile, ideal bir iktisat politikası zaten yoktur. Her tür iktisat politikası muhakkak toplumun farklı kesimlerinden dirençle karşılanır. Bu anlamda Türkiye’de 1989’da başlayan ikinci dalga liberalizasyon da aslında başarılı oldu. Bu, en belirgin şekilde, neoliberalizmin neden olduğu finanslaşmanın ortaya çıkardığı kriz dalgalarında ortaya çıkar. Bir finanslaşma modeli olarak neoliberalizmde, “sermaye hareketlerinde ani frenleme veya tersine dönmenin” kriz yaratıcı bir etken olduğu IMF doktrini tarafından dahi kabul edilir (Boratav, 2018). Tam da bu durum, Türkiye’de 1989’dan beri dört büyük krize neden olmuştur: 1989, 1994, 2001 ve 2018 krizleri. Başka bir deyişle, 1989 kararları hiç değilse 1989 krizini üretecek kadar başarılı oldu.

Neticede AKP, emek cephesinden gelen direnişi tasfiye etmeyi başardı. Bu sadece sürekli sıcak para akışının, kredi ve borçlanma imkânlarının sağladığı (yükselen cari açıklara rağmen) orta sınıfların geçici zenginleşmesi ve sadaka ekonomisi sayesinde genel olarak refah seviyesinin yükselmesiyle de ilgili değildir. Aynı zamanda, sendikaların etkisizleştirilmesi için sendika yönetimlerinin satın alınmasına da yoğun şekilde başvuruldu, bu çerçevede Türkiye’de reformist solun kıblesi AB’nin “demokratikleşmenin başarısı” vb. propaganda faaliyetleri de etkili oldu. Böylece, OECD verilerine göre Türkiye’de sendikalaşma oranı 2003’de yüzde 25.8’den 2016’da yüzde 8.2’ye düştü. (Öte yandan, ÇSGB, TÜİK ve SGK verileri arasındaki uyumsuzluk yüzünden, gerçek sendikalaşma oranının yüzde 5’ler seviyesinde olduğu da iddia ediliyor.) Özel sektördeki sendikalaşma oranı ise DİSK’in ÇSGB istatistiklerinden aktardığına göre 2017 itibariyle yüzde 5.5. Bu düşüşte, geçmişte hiç olmadığı kadar yaygın olarak uygulanan taşeron sistemi tayin edici olmuştur.

Türkiye’de Sendikalaşma Oranı (OECD.Stat, 2018; Pıçak and Kadah, 2018, p. 229)
  ÇSGB data OECD data
2002 57.98
2003 57.54 25.80
2004 58.05
2005 58.65
2006 58.21
2007 58.40
2008 58.72 10.70
2009 59.88
2012 9.21
2013 8.88 6.30
2014 9.68 6.90
2015 11.21 8.00
2016 11.50 8.20

Öte yandan, mevcut sendikalaşmada düzen dışı sendikal mücadele geleneği olan DİSK’in fiilen tasfiye edilerek AKP kontrolü altındaki Türk-İş ve AKP’nin örgüt kolu durumundaki Hak-İş’in hâkim olması amaçlanıyor (bak. Şekil 6). Bu tablo, İtalya’daki Dopolavoro’yu hatırlatır.

Metin Kutusu:  Şekil 6: İşçi konfederasyonlarının üye sayısı (DİSK-AR, 2017)


Şekil 6: İşçi konfederasyonlarının üye sayısı (DİSK-AR, 2017)

Benzer bir tablo (Şekil 7; grafik benim), memur sendikalarında görülür. Memur konfederasyonları arasında da Memur-Sen, işçi alanında Hak-İş’in oynadığı rolü oynarken, DİSK’in muadili KESK’in üye sayısında ise düşme eğilimi dikkat çekiyor.

Metin Kutusu:  Şekil 7: Kamuda sendikalaşma (Pıçak and Kadah, 2018, p. 231)

Şekil 7: Kamuda sendikalaşma (Pıçak and Kadah, 2018, p. 231)

İşçi ve memur konfederasyonları arasında geleneksel olarak sınıf mücadelesine (veya, daha doğru bir ifadeyle, sınıf mücadelesinin bir biçimi olarak ekonomik mücadeleye) daha açık olan DİSK ve KESK’in durumunu da abartmamak gerek. Bu sendikalar aslında sınıf mücadelesinden büyük ölçüde düşmüş durumdalar. DİSK açısından bunun esas nedeni, uzun bir süredir DİSK yönetimlerinin aslında o koltukları CHP’den milletvekili seçilmek için dolduruyor olması. KESK ise DİSK’ten daha politize bir yapı; KESK yönetiminde geleneksel olarak hâkim durumda olan başka yapılar var. Ancak bu yapılardan (tahmin edilebilecek olan) ilki, aslında sağ liberalizme kayan bir “radikal demokrasi” propagandası eşliğinde tamamen kimlik siyasetine kapılmıştır ve KESK, onlar açısından, kamu emekçilerinin sendikal mücadele örgütü değil, kendi kimlik mücadelelerinin kozudur. Bu eğilim bütün sendikal faaliyete damgasını vuruyor.

Akçay, AKP’nin neoliberal sistemle tam anlamıyla örtüştüğünü vurgularken, yumuşatıcı tedbirlere dikkat çeker. Bunların başında yeşil kart sistemi geliyor. Bu sistem, aslında sosyal güvenliği bulunmayan kesimler için 1992’de uygulamaya konmuş olmakla birlikte, AKP tarafından son derece yaygınlaştırıldı: 1997’de sistemden yararlananların sayısı 1.7 milyon iken 2010’da 10 milyonu buldu. Akçay, yeşil kartın özellikle politize olmuş yoksul Kürt kitlelerini kapsadığını, Erdem Yörük’ten naklediyor: “Türk hükümeti sosyal yardımı, Türkiye’deki Kürtlerin rahatsızlığını frenlemek için kullanıyor” (Yörük, 2012, p. 517). Buna göre, ağırlıkla Kürt nüfusun yaşadığı doğu ve güneydoğu Anadolu bölgelerinde yeşil kart sahiplerinin nüfusa oranı 2011 itibariyle yüzde 37’i bulurken, geri kalan bölgelerin ortalaması yüzde 8’de kaldı (Aydın, 2014, p. 52). (Hesaplamalar bana ait.) Ne var ki hükümetin yeşil kart uygulamalarında Kürt nüfusunun pasifize edilmesi amacı güdüldüyse bile (buna şüphe yok), uygulama sadece onları kapsamadı, özellikle şehirleşmenin daha az yoğun olduğu orta ve kuzey Anadolu’da, kendi doğal tabanını konsolide etmesinde son derece etkili oldu. (Ne yazık ki taşrada iktisadi tedbirlerin uygulanması ve siyasi konsolidasyonun sağlanmasıyla ilgili yeterli çalışmaya ben rastlamadım.) Tam da bu durum, tarımda korkunç bir çöküş ortaya çıkmış, tarım istihdamı büyük ölçüde dağılmışken, kırsal bölgelerde AKP desteğinin hâlâ çok yüksek olmasının da bir nedenidir (bak. Şekil 8).

Metin Kutusu:  Şekil 8: Temel tarım göstergeleri (Tan et al., 2014; Doğan, 2016; Çakmak and Kasnakoğlu, 2016)


Şekil 8: Temel tarım göstergeleri (Tan et al., 2014; Doğan, 2016; Çakmak and Kasnakoğlu, 2016)

2012’de yeşil kartlılar SGK’ya geçirildi; bu da, Akçay’ın analizine göre ikinci “popülist tampon”dur.

Dünya Bankası tarafından desteklenen nakit yardım (Conditional Cash Transfers) programı, AKP’nin üçüncü hava yastığıdır ve tıpkı ilk ikisi gibi, özellikle yoksullar arasında bir kitle desteğinin oluşmasına hizmet etti. 2011 itibariyle bu programdan yararlanan insan sayısı yılda 10 milyonu bulmuştu.

Bu yardımlar, neoliberalizmin ruhuna uygun değilmiş gibi görünmesine rağmen, aslında doğurduğu sonuç itibariyle doğrudan doğruya neoliberal düzenin tahkimatına hizmet ediyor. Akçay’ın, Umut Bozkurt’un bir çalışmasına dayandırarak yaptığı şu gözlem son derece doğru: “… tedbirler, yoksul kesimlere rahatlama getirmek üzere tasarlanıyordu, bununla birlikte eş zamanı olarak, sosyal yardımın bir sosyal zaruret olduğuu fikrini de aşındırıyordu — refah, bir hak değil ayrıcalık olarak görülecekti” (Akçay, 2018, p. 12).

Akçay’ın, Türkiye’deki neoliberal rejimin özgül bir niteliği olarak dikkat çektiği gibi, finanslaşmanın hane bütçesi üzerindeki etkisi (kredi karşılığı borçlanma ve tüketim), emekçi sınıfların atomizasyonunda etkilidir: “AKP hükümetleri döneminde hane borçlarının GSYİH’ya oranı 2002’de yüzde 1.8’den 2013’te yüzde 19.6’ya dramatik biçimde arttı.” (Hane borçlanması artarken emekçi sınıfların gelirlerindeki reel düşüş de dikkat çekici.)

Bu durum üzerinde biraz daha duralım; zira siyasi islamla birlikte AKP’nin taban konsolidasyonunun (yeni bir hegemonya ilişkisi: tarihi blok) şekillenmesi üzerinde etkili olur.

Hakan Özyıldız, Şekil 9’u sunarken, hane borçlarının yüzde 63’ünün kısa vadeli olduğuna dikkat çekiyor ve bunun, Avrupa ve ABD’deki durumun tersine, borçlanmanın tasarruf yetersizliğinden ve günlük ihtiyaçlarını karşılamak için yapıldığını vurguluyor (Özyıldız, 2018). Bu önemli çıkarım, siyasi düzen açısından Akçay’ın gözlemleriyle tamamlanan yeni bir nitelik öne çıkartıyor: yoksullar her ne kadar lüks değil acil ihtiyaçları için borçlanmak zorunda kalıyor olsalar da, finanslaşmanın yarattığı borçlanma imkânı, rejime sunulan desteğin konsolidasyonunda etkili olmaktadır.

Metin Kutusu:  Şekil 9: Borçlar / harcanabilir gelir ve özel tasarruflar (Özyıldız, 2018)

Şekil 9: Borçlar / harcanabilir gelir ve özel tasarruflar (Özyıldız, 2018)

Bu durum, AKP iktidarının, soyağacının en önemli unsuru olarak aynı zamanda sosyal kutuplaşmaları derinleştirmek için bir sembol olarak kullandığı Demokrat Parti iktidarı yıllarıyla da tuhaf bir paralellik içerir:

“DP’nin iktidara gelmesinden sonra, iktidar aygıtının yerel organlarının halk kitlelerine yönelik baskısı zayıfladı, tahıl alım fiyatları arttı … yollar, sulama kanalları yapıldı, böylece belli bir derecede kitleleri kendine çekmeyi başardı. Altın rezervleri eriyor, dış borçlar artıyordu; ama aynı zamanda ülkede bir para bolluğu da gözleniyordu. … Gıda fiyatları artıyordu, mallar karaborsaya düşüyordu; ama aynı zamanda kolay yoldan çok para kazanmak imkânları da vardı. … Para bolluğu ve (geçmişle karşılaştırıldığında) kolay yoldan para kazanma imkânları, halka … yükselmek ve zenginleşmek ümidi veriyordu”[3] (Boran, 1970, p. 46). Yollar, AKP’nin de medar-ı iftiharı oldu ve her seçim döneminde muhakkak propaganda afişlerine taşındı. Gerçi tahıl fiyatları yükselmedi, tersine tarımda (başta uluslararası piyasalar için üretim yapan tütün, fındık vb.) hem milli gelirdeki payında, hem de istihdamda ciddi bir gerileme ortaya çıktı; ama para bolluğu, zenginleşme ümitlerini büyüttü.

AKP Kartelinin Çekirdeği ve İdeolojik Taşıyıcı Olarak İnşaat Sektörü

İnşaat sektörü, üzerinde durmak gerektiren, en önemli kanallardan biri. AKP’nin bu sektörle ilişkisine dair çokça çalışma yapılmıştır; bunların en önemlileri, bana kalırsa, Politics of Favoritism in Public Procurement in Turkey: Reconfigurations of Dependency Networks in the AKP Era (Gürakar, 2016) (kitabın özeti bir makale için bak. (Gürakar and Bircan, 2016)) ve AK Faşizmin İnşaat İskelesi (Sönmez, 2015) ve aşağıda ele alacağım, Yeşilbağ’ın 2016 tarihli çalışması. Ayrıca, Rusçada da Erdoğan karteli oluşumu ve inşaat sektörünün rolüyle ilgili önemli bir makale var.

Şekil 10, Rusya’da yayınlanan Строительная газета (İnşaat Gazetesi) ve BM Avrupa Ekonomik Komisyonu verilerinden derlenmiştir.



Şekil 10: Ülkelere göre GYSİH içinde inşaat sektörünün payı (Киюцина, 2016; UNECE, 2018)

Tablo, genel olarak, inşaat sektöründeki yatırımlar dünyada ortalama bir seviyede (yüzde 4-6) sürdüğü halde, Türkiye’de AKP iktidarı döneminde giderek arttığını (2016’da yüzde 9.7) gösteriyor. Rusya’da 2012’de görülen yükselme, Soçi olimpiyatlarıyla ilgili yatırımlara bağlanabilir. Kazakistan’da ve İspanya’da ise daha önce yüksek seyreden oranlar diğer ülkelerin ortalamasına inme eğiliminde. Demek ki Türkiye’de GMYİH’deki büyümeyi geride bırakan (2002-2014 arasında GSYİH’nın ortalama büyümesi yüzde 4.9, inşaat sektörünün ortalama büyümesi ise yüzde 6.5 olmuştur (Yeşilbağ, 2016, p. 608)) bu devamlı yükselme, bilinçli bir tercihe işaret ediyor.

Bu tercihin bir yanı, zorunluluktur. Zira neoliberalizmle birlikte emekçilerin alım gücünün azalması, tüketimi pompalamadan bir büyüme çevrimi sağlamanın aracı olarak konut, altyapı ve alışveriş merkezi yatırımlarını artırmayı gerekli kılıyor (Harvey, 2001; Yeşilbağ, 2016, p. 606). Bu bağlamda, Akçay’ın “neoliberal popülizm” kavramından farklı olarak AKP döneminin ekonomi politiğini “inşaata dayalı birikim rejimi” olarak tanımlamayı öneren Yeşilbağ, AKP’nin inşaat sektöründe oynadığı rolü, bir “hegemonya projesi” çerçevesinde ele alıyor. Yeşilbağ, bu çerçevede Jessop’u referans gösteriyor: “Hegemonya projesi, sınıf bağlantılı bir siyasi aktörün, sermaye birikim sürecinin bekası adına hem egemen sınıf içerisindeki fraksiyonlar arası ilişkileri, hem de egemen sınıf ve tabi sınıflar arasındaki ilişkileri bir siyasi, ideolojik önderlik etrafında örgütlemesi olarak tanımlanabilir.”

Yeşilbağ’ın verilerinin açıkça gösterdiği gibi, inşaat sektörü kriz döneminde kırılgan ve risklidir (bu sektör 2008-2009 krizlerinde GSYİH’dan neredeyse üç kat daha fazla küçülmüştür); ikincisi de bu emek yoğun sektör, 2005’de toplam istihdamın (19.6 milyon) yüzde 5.6’sını, 2014’de de toplam istihdamın (26 milyon) yüzde 7.4’ünü kapsamaktadır. Bu hesabın sadece resmi iş sözleşmelerine göre yapıldığını hatırlatalım. Üçüncüsü, inşaat sektörü neoliberal dönemin temel karakteristiğini yansıtır: borca dayanır. Bu, hem sektörün dış borçları, hem de konut edinmenin ancak bireysel borçlanmayla mümkün olması açısından böyledir. Dördüncüsü, hem girdileri (demir, çimento), hem de çıktılarının başka sektörleri uyarıcı olması nedeniyle (mobilya, beyaz eşya, otomobil, vb.) büyüme motoru haline gelebilir (ve Türkiye’de de hep öyle olmuştur). Dahası, konut fiyatları artarken zenginleşme duygusunu besleyerek de tüketimi teşvik eder. Dolayısıyla “inşaatın ekonomideki rolünün GSYİH’daki payının çok ötesinde bir düzeyde olduğunu söylemek mümkündür.” Beşincisi, teşvikler; altıncısı da dev projelerdir. Halkbank’ın 2015 raporuna göre sadece bu devlet bankasının iştiraki olan projelerin tutarı 138 milyar dolardır. Bu, AKP’nin karar alma dinamiklerine de yansır: örneğin 2013’te bütün kabine kararlarının yüzde 60’ı imar izinleriyle ilgilidir (Yeşilbağ, 2016, p. 613).

Ne var ki neoliberalist büyüme sınırına ulaştığında AKP iç talebi teşvik etmek için sanayileşmeye (KİT’lerin faaliyetlerine neredeyse tamamen son verilmiş ve bunlar satılmış, yani mevcut sınai tablo da önemli ölçüde gerilemiştir) ve tarıma (sanayie yönelik zirai ürünlerin üretimine tütünde olduğu gibi ya tamamen son verilmiş, ya fındıkta olduğu gibi fiyatlar dünya ortalamasının da altına çekilmiş, ya pamukta olduğu gibi verimlilik bilinçli olarak düşürülmüş, ya beslenme ihtiyaçlarında olduğu gibi üretici fiyatları maliyete yaklaştırılırken çoğunluğu AKP’ye siyasi angajman içindeki taşeron tüccarlar zenginleştirilmiştir) değil, inşaat sektörüne daha çok yatırım yapma yoluna gitti. Yeşilbağ’ın dikkat çektiği gibi, bu yatırımların ideolojik bir etkisi de vardır ve hegemonya ilişkilerinin şekillenmesinde özel bir öneme sahiptir: inşaatlar, özellikle de yollar, “islami modernleşmenin” sembolü olarak görülmektedir (bak. Şekil 11). “Kamu arazilerinin cömertçe metalaştırılmasına olanak sağlayan hukuki düzenlemelerle birlikte gelişen inşaat hamlesi, gerek sınıf atlama arzusundaki orta sınıfların lüks konutlar ve korunaklı sitelerde cisimleşen statü iştahlarını gerekse alt sınıfların bir bölümünün ev sahipliği hayallerini karşılayarak güçlü bir rıza jeneratörü işlevi görmüştür” (Yeşilbağ, 2016, p. 619). Konut sahibi olmanın ancak finanslaşmanın parçası olarak mümkün olabilmesi ise neoliberalizmin genel kabul görmesinde büyük rol oynamıştır.

Figure 11: Kamu yatırımlarının başlıca üç sektördeki oranı (İNTES, 2018, p. 40)

Gürakar, Şekil 12’de görülen çok özenli çalışmasıyla, inşaat sektöründe faaliyet gösteren firmaları siyasi ilişkilerine göre ayırıyor ve bunların hem toplam sözleşme bedellerini, hem de sözleşme sayılarını gösteriyor. Gürakar’ın hazırladığı bu tabloyu özetlemeye değer. Burada birinci sütun, AKP ile siyasi olarak ilişkili, ikinci sütun muhalefet ile siyasi olarak ilişkili şirketleri gösteriyor. Son sütun ise diğer grupları kapsıyor. Ancak bu son sütunu, ilişkisinin kapsamı belirlenemeyenler diye görmek daha doğru olacak. Demek ki tablo, henüz eksik; sadece belediyeler seviyesinde AKP ile ilişkili olan inşaat şirketlerinin mütevazı bir gözlemini sunuyor. Tamamlamak için söz konusu şirketleri orta ve büyük burjuvaziye göre ayırmak, ayrıca ulusal projelere katılan şirketleri de aynı şekilde sınıflandırmak gerekli. Ancak bu haliyle dahi şunu gösteriyor: AKP, yerel seviyede (bir zamanlar “Anadolu kaplanları” diye anmak moda olan) yeni orta burjuvaziyi (KOBİ’ler) ihya etmekle kalmıyor, bunlardan yerel bir ağ da örgütlüyor ve parti teşkilatları özellikle taşrada bu yeni orta burjuvazi üzerinde şekilleniyor.

Metin Kutusu:  Figure 12: Belediye ihaleleri ve siyasi partiler arasındaki ilişki (özet tablo) (Gürakar, 2016, fig. 4.15)

Şekil 12: Belediye ihaleleri ve siyasi partiler arasındaki ilişki (özet tablo) (Gürakar, 2016, fig. 4.15)

Gürakar’ın Hürriyet Daily News’a verdiği bir mülakat, bu işleyişe dair ipuçları sunabilir: “Kamu ihaleleri, AKP’nin bu bağımlılık ağlarını inşa etmek ve yaygınlaştırmak için kullandığı en etkili araçlardan biri. Sistemin başlıca üç ayağı var: yasama yoluyla rant yaratmak; AKP’ye bağımlı özel sektör firmaları yaratmak için rantın yeniden dağıtımı; kaynakların seçmenlere bölüştürülmesinin yeni biçimleri. Örneğin yerel seviyede sözleşmeyle ödüllendirilmiş şirketlerin hissedarları ve yönetim kurulu üyeleri çoğu zaman AKP ile doğrudan irtibatlı, AKP kadroları olarak hizmet ediyorlar yahut partinin milletvekilleri veya resmi görevlilerinin yakınları. Yani parti, bağış için siyasi olarak irtibatlı firmalara dayanıyor: sözleşme alıyorsan bağışta bulunacaksın. Kaynakların dağıtımı için islami STÖ’lerden başka potansiyel seçmen kitlesi için de belediyelere dayanıyor” (Armstrong, 2017).

Ne var ki, parti ile şirketler arasındaki ilişkiyi “sözleşme alıyorsan bağışta bulunacaksın” formülüne yaslamak, bence son derece problemli. Gerçekte AKP (eski iktidarlar döneminde olduğu gibi) bu ihaleleri kendi örgütlü veya yandaşlarına bağış veya rüşvet ilişkisi içinde vermiyor; ancak onlar örgütlü ve yandaşları oldukları için veriyor. Bu, artık tamamen yeni bir sınıfsal blok teşkil edildiğini, ve dahası AKP’nin de bu bloğun doğrudan doğruya gövdesini teşkil ettiğini gösteriyor. Belli bir hata payını göze alarak şu metaforla ifade edebiliriz: bu bloğun omurgası, benim “Erdoğan karteli” dediğim dev servet birikimidir. Bu kartel, tekelci ve finans burjuvazisinin (inşaat sektöründen yükselen sanayi sermayesi, OYAK’ta cisimleşen generaller, fetullahçı şebekenin varlıklarına el konulması, Varlık Fonu, kriz ortamında faiz ve kur oyunlarıyla büyütülen para-sermaye) yeni, dolayısıyla en saldırgan unsurlarını topluyor. Bloğun midesini ve bağırsaklarını, özellikle belediyelerin etrafında örgütlenmiş çoğunlukla yeni bir orta burjuvazi (KOBİ’ler) teşkil ediyor. Gövde ise, AKP’nin tampon tedbirleriyle, ama daha çok da çağdaş faşist bir ideoloji olarak siyasi islamcılıkla neoliberalizme uydurulmuş geniş halk (seçmen) kitlelerini kapsıyor.

Bu bahsi kapatmadan önce, ilki kısmen konunun dışında, ikincisi ise inşaat sektörünün yurtdışı genişlemesiyle ilgili önemli bir konuda parantezler açmak gerek.

“Erdoğan Karteli”nin başlıca üyelerinden birinin Limak olduğunu biliyoruz. 2018’de, Limak’ın, ABD’nin Kudüs’te açacağı yeni büyükelçilik binasının ihalesini ABD’li Maryland merkezli Desbuild ile birlikte aldığı ortaya çıktı. AKP’nin siyasi platformlarda Kudüs kararına sert tepki göstermesine rağmen, Limak’ın bu ortaklığı, ilişkinin derinliğini gözler önüne serer (Crawford and Kim, 2018). (Bu ortaklık daha sonra bozuldu.) Desbuild Inc. devasa yatırımlarına rağmen resmi olarak sadece 120 işçi çalıştıran esrarengiz bir şirket; genel olarak ABD ordu ve Ulusal Güvenlik Ajansı gibi güvenlik örgütlerinin ihalelerini alıyor. Kudüs büyükelçiliği, Desbuild Limak konsorsiyumunun ilk çalışması değil; daha önce de Irak’ta ortak işler yapmışlar. Bu işlere Group 77 de katılmış. Group 77, Erdoğan’ın başdanışmanlarından İlnur Çevik’in aile yatırımlarıyla ilişkili. Böylece, Erdoğan kartelinin en önemli bileşenlerinden birinin, Erdoğan’ın en yakınındaki isimlerden biriyle ilişikli şirketle birlikte, ABD’nin güvenlik yatırımlarını yapan şüphe uyandırıcı bir şirketle, hem de AKP’nin ABD ile en yüksek seviyeden çatışmacı bir dil kullanmaktan kaçınmadığı bir konuda ortaklık ilişkisi kurduğu ortaya çıkıyor.

Şekil 13’de inşaat sektörünün yurtdışı yatırımları özetleniyor. Bunlar AKP’nin çevre ülkelerdeki etkinlik alanını da gösteriyor. Bu yatırımların ve etkinliklerin 2008 krizinden sonra şiddetli bir düşme eğilimi göstermesine dikkat çekmeli.

Metin Kutusu:  Figure 13: İnşaat sektörünün yurtdışı yatırımları

Şekil 13: İnşaat sektörünün yurtdışı yatırımları

Kartelle Bütünleşen Devlet: Varlık Fonu

Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi kurulması hakkında kanun, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 19 Ağustos 2016’da parlamentoda kabul edildi. Fon, kamuya ait şirket ve imkânların özel hukuka tabi hale getirilmesinden başka, daha önemlisi, bütün bunların tek merkezden, saraydan yönetilmesi anlamına geliyordu. Bütün varlıklarının değeri 200 milyar dolara yaklaşacak olan bu fon, iktidara yakın “iktisatçılar”a bakılırsa, ülke ekonomisinde devasa bir büyümeye yol açacaktı: zira faaliyetlerinde mali, ticari, sınai, uluslararası hiçbir sınırlama getirilmiyordu; üstelik bakanlar kurulu kararıyla kamu gelirlerinden sınırsızca yararlandırılabilecekti. Fona devredilen varlıkların ve fonun sahibi ise ne hazine, ne de yönetim kuruluydu: fonun sahibi kendisi olacaktı; dolayısıyla hiçbir engelle karşılaşmayacaktı. Dahası fon, vergi ödemeyecek, rekabet kurulundan izin almadan her tür konsorsiyum kurabilecek veya dağıtabilecek, fona bağlı şirketlere ceza kesilemeyecekti. Böylece fon, 1.2 trilyon dolar kaynak yaratabilecekti (Ulusoy, 2017).

Daha ileri giden iktisatçılar da vardı: mesela Ferudun Kaya’ya bakılırsa “Türkiye, küresel finansal sistemde yer alan önemli bir kulvarda ben de varım demektedir. … Devletimiz, finansal sahada da varyasyonları hesaplanmış en son finansal savaş tekniklerini kullanmaya devam etmektedir. Anlamak isteyenler için finansal anlamda ciddi bir devrim söz konusudur. Varlık Fonu, finansal savaştaki en yeni ve en milli silahımızdır”[4] (Kaya, 2016).

Ne var ki dünyadaki varlık fonu uygulamalarının başarılı olduğu örnekler, genellikle enerji zengini ülkeler. Türkiye ise enerji zengini değil; bütçe fazlası vermiyor ve dış ticareti ithalat ağırlıklı. Diğer ülkelerde (Suudi Arabistan ve Katar hariç; onlar da malum) fon yönetimi özerk tutulurken, Türkiye’de fon, iktidar ve parti iç içe geçti. Fonun tamamen denetim dışı tutulmuş olması da aslında bir niyet beyanı gibiydi. Fonun hedefleri o kadar geniş tutulmuştu ki, aslında tam bir belirsizlik olduğu anlaşılıyordu. (Ülkenin caydırıcılığını artırmak, dış politikada ülkenin daha etkin olmasını sağlamak, islami finans enstrümanlarının kullanımını yaygınlaştırmak, vb. bu “hedefler” arasındaydı (Karasioğlu and Göktürk, 2017, p. 107)).

Erdoğan, 2018’in 11 Eylül’ünde fonun başkanlığına kendisini, vekâletine de damadını atadı (diğer atamalar da sırdaşı sayılabilecek kimselerden oluşuyordu). Bu atamalarla birlikte varlık fonunun kuruluş nedeninin, Erdoğan kartelinin ihtiyaçlarını karşılamak için devletin mali ve sınai teşebbüslerinin daha etkin bir şekilde reorganizasyonu olduğu ileri sürülebilir.

Varlık fonunun doğrudan Erdoğan’ın devlet tekeli olarak şekillendirilmesi; özellikle son dönemde kamu şirketlerinin yönetimlerine bu şirketlerin iş yaptığı özel şirketlerin yöneticilerinin atanmasının vakayı âdiyeden sayılması; Yargıtay başkanı, Sayıştay başkanı, Anayasa Mahkemesi üyeleri, generaller gibi yargı ve ordu bürokrasisinin en tepesindeki kimselerin akrabaları ve özellikle damatları vasıtasıyla (bunu da fetullah şebekesi geleneği saymak gerek galiba) Erdoğan ailesi ve bu aile çevresindeki şirketlerle kişisel mülkiyet ilişkileri kurdukları dikkate alınırsa, kapitalist toplumlarda kaçınılmaz olan devletin kısmi özerkliği tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Bu, son derece sıradışı bir durumdur.

“Ahbap-Çavuş Kapitalizmi”

Türkiye’deki AKP rejiminin neoliberal politikalarını açıklamak için Akçay’ın “neoliberal popülizm” ve Yeşilbağ’ın “inşaata dayalı birikim rejimi” önerilerinden başka, Yıldızoğlu’nun “ahbap-çavuş kapitalizmi” önerisi üzerinde de durmak gerek. Yıldızoğlu bu kavramı, “Siyasal islamın ve başkanlık rejiminin ekonomik ve sosyal politikalarını betimlerken sık sık kullandığını” belirtiyor (Yıldızoğlu, 2018). Öneri ve kavram önemli, çünkü hem sol düşünürlerin ve iktisatçıların önemli bir bölümünün görüşlerini yansıtıyor, hem de yeni rejimle yakın bir akrabalık içinde.

Yıldızoğlu’na göre AKP rejiminin, neoliberal sistemin temel özellikleriyle çelişen yanları var. AKP, sermaye birikim sürecinin gereklerine uygun işlemek zorunda; demek ki “yalnız yerel değil küresel neoliberalizme uygun özellikleri üretecek asgari verimlilikte, rasyonel ve uygun duyarlılıkları üretecek bir eğitim sistemine sahip olması” gerekli. “Neoliberalizm … genelde sosyal bilimleri kaynaksız bırakırken fizik, kimya, biyoloji gibi bilim dallarını sermaye birikim sürecine eklemleyerek besleme eğiliminde” olduğuna göre, otoriter neoliberal bir yönetimin de “bu eğilimi daha da güçlendirmesi” gerekir. Oysa, eğitim sistemini neredeyse gereksizleştirecek kadar gerileten dincileştirme, “kapitalist sınıfın, sermaye birikim sürecinin … gereksinimlerine” cevap veremez. “İmam hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin ve de camilerin sayısının bu kadar hızlı artışı, buralarda yaşayan ve sayısı hızla artmakta olan kalabalığın artık değerden pay alması hangi sermaye mantığı ile açıklanabilir?” Neoliberalizm esas olarak devletin sermaye hareketleri önündeki her tür engeli kaldırmasıyla ilgilidir. “Bu süreçte önceliğin egemen sermayeye tanınmış olması olağandır, ama egemen sermaye de ancak diğer sermayelerle birlikte var olabilir, tek başına değil.” “Neoliberalizmde kaynakların kullanımı ve dağılımının egemen sermayenin gereksinimlerine göre şekillenmesi” gerekir. Oysa “siyasi islamın rejim inşa etme sürecinde, kaynakların, AKP iktidarına ‘siyasi-kültürel sermaye’ … üretecek ideolojik aygıtlara, kurumlara”

[burada kastedilen islamizasyonun aracı olan kurumlardır]

“dağıtılmış olması krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırıyor.” “Bu bağlamda güçler ayrılığı, sermayenin gereksinimlerini açıkça tartışan bir medya ve mülkiyet güvencesi, kapitalizmin neoliberal ‘biçimi’ için de gereklidir.”

Özetle:

“Bu özelliklerin ortadan kalktığı, hukukun ve ekonomik kararların tek bir adamın iradesine bağı kaldığı, piyasada ayıklanmaların, artık-değerin paylaşımının, sermayelerin göreli gücüne, kar oranları yasalarına göre değil de taraftarlık (akrabalık vb.) ilkelerine göre yaşandığı, tüm eğitim sisteminin ve toplumun günlük yaşamının hatta siyasi söylemin hızla dincileştirildiği bir ortamda, ekonomik ‘modelin’ neden hala neoliberal (otoriter ya da değil) olarak nitelenmesi germektedir? Böyle bir ısrar rejimin, toplumu sistemli bir biçimde dincileştirme sürecini gizlemeye yardımcı olmaz mı?”

Yıldızoğlu devam ediyor: “AKP’de temsil edilen siyasal islamın iktidarı, ülkenin kurumsal, kültürel dokusunu en azından 12-13 yıldır sistematik olarak, dini ilkelere dayanan gerekçelerle yeniden yapılandırıyor. Devlet de bu süreçte yeni bir biçim aldı.” Burada vurgu, kültürel ve kurumsal yapının üzerindedir: rejim, “kapitalizmin ne işine yarayacağı belirsiz, ama rejime sadık öznellikler üretmeyi” hedeflemektedir.

Bununla birlikte Yıldızoğlu, bu yeni rejim ve toplum inşasını açıklamaya çalışırken başvurduğu “ahbap-çavuş kapitalizmi” kavramıyla rejimin iktisadi dinamiklerini siyasi karar alma mekanizmalarına bağlıyor. Bu, yanılgılı bir yaklaşım; zira ekonomi dışı zoru, ekonomiye hâkim hale getiriyor. Bu zor kapitalizmde bir ölçüde, kimi zaman da çok önemli rol oynar, ancak bu sürekli değildir ve ekonomik belirleyicilerle örtüştüğü ölçüde kalıcı hale gelir. Öyleyse Türkiye’de bu zorun hangi ekonomik belirleyicilerle örtüştüğünü incelemek gerekir. AKP’nin siyasi uygulamaları, Yıldızoğlu’nun iddia ettiği gibi “ülkede üretilen artık değerin, ekonomi dışı (siyasi ilişkiler, rüşvet, komisyon kayırma, hukuki şantaj, açık baskı ve doğrudan el koyma gibi) sermaye ve piyasa ilişkilerinin dışına kaçan yöntemlerle edinilerek belli dini çevre özellikleri sergileyen bir grubun içinde dağıtılmasını sağlamaktan” mı ibaret, yoksa benim “Erdoğan karteli” dediğim bu yapı, bütün bu siyasi uygulamaların iktisadi temelini mi meydana getiriyor?

Yıldızoğlu, “ahbap-çavuş kapitalizmi … toplumsal artık değerin önemli bir kesimini, komisyon rüşvet ilişkileri üzerinden birikim süreci dışına çeken, üretken olmayan servete dönüştürerek ‘istifleyen’ bir bölüşüm daha doğrusu edinim ilişkisinin ve bunun üzerinde yaşayan asalak bir sosyal tabakanın varlığına işaret eder,” diyor. Bu görüngüler doğru; ne var ki bunlar zaten neoliberal finanslaşmanın sonuçları. Bu finanslaşma, servet istiflemeyi biricik zenginleşme sayan siyasi islamcılıkla örtüşüyor.

AKP, rejim ve toplum inşasını bunun üzerine oturtmuştur.[5]

Genel Karakteristikler. Rejim Tartışmalarına Girişmeden Bir Ara Sonuç

Neoliberalizmle birlikte ortaya çıkan finanslaşma ve para bolluğu (bu kapsamda kredi sisteminin genişlemesinin düşük ve orta gelir düzeyindeki nüfusta oynadığı rol). Bu durum, bireyin atomize olmasına, sınıf bağlarının parçalanmasına ve 19. yüzyılın köylülüğüne benzer amorf sosyal grupların oluşumuna yol açar. Postmodernist, postmarksist (aslında pseudo-marksist) kimlik teorilerinin maddi zemini budur.

Neoliberalizmin hava yastığı olan tedbirler: yeşil kart, sigorta sistemi, nakit yardımlar, AKP’nin taban konsolidasyonunda rol oynamakla kalmaz, Kürt milliyetçi hareketinin yoksul ve politize tabanının siyasi eğilimlerinin körelmesinde, AKP’nin ümmetçilik programına uyum sağlamalarında da etkili olur.

Yurtdışından, özellikle de Arap ülkelerinden ve iki ülke hanedanı arasında özel bir bağ kurulduğu anlaşılan Katar’dan gelen sıcak (ve karanlık) para akışı, finans piyasalarında kriz risklerini azaltır. Bu akışın da rol oynadığı görece istikrar, konsolidasyon ve (hem egemen sınıflar içinde, hem de “Erdoğan karteli”yle tabanını oluşturan yeni “tarihi blok” arasında) hegemonya ilişkilerinin pekişmesine yol açar.

Devrimci hareket büyük ölçüde bastırılmıştır. Bu süreç, bu hareketin kendi hatalarından başka, 2000’lerin başından itibaren AB’nin hukuki ve siyasi yardımlarıyla tamamlanmıştır. Böylece başta sendikaların büsbütün sarartılması sağlanmış, “halk muhalefeti” örgütsüzleştirilmiş, neoliberal politikalar ve islamizasyon karşısında direnç odakları atomize edilmiştir.

Radikal Kürt milliyetçiliği, ortaya çıkışından beri kitle tabanını ve gücünü teşkil eden yoksul köylülükle ilişkilerini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bunda AKP’nin hava yastığı tedbirlerinden ziyade, Kürt milliyetçiliğinin kendi tercihleri rol oynamıştır. Birçok nedenle (ABD ile ilişkiler, hareketin genişleyerek önemli bir sermaye birikiminde rol oynaması, HDP ile gelen yaygın yasallaşma, belediyeler ve belediye ihaleleri yoluyla zenginleşme, Kürt orta burjuva elitinin doğuşu, Kürdistan şehirlerinde Kürt siyasetini belirleyen burjuva gettolarının ortaya çıkması, vb.) Kürt milliyetçi hareketi orta burjuvazinin etki alanına girmiş, böylece AKP karşısında büyük ölçüde paralize olmuştur. “Yerel alandaki yeni-orta-sınıflaşma, bu sürecin belirleyenidir” (Koçal, 2018). (Koçal’ın, nedense Türkiyeli solcu akademisyenlerin de dikkatinden kaçan çalışması son derece önemli. Koçal burada, Kürdistan’da orta sınıfların yükselişinin siyasi etkilerini inceliyor.)

Yeni hegemonya ilişkilerinin kurulmasında en önemli faktörlerden biri inşaat sektörüdür. Bu sektör, Erdoğan kartelinin ortaya çıkışında kilit rol oynamış, öte yandan yarattığı istihdam ve birikim döngüsü ve islami “modernizasyon” algısıyla da kitle konsolidasyonunda etkili olmuştur.

Tarım gerçek bir felaket tablosuyla karşı karşıya olmasına rağmen kırsal alanlardaki AKP desteği artmıştır. Bu, sadaka ekonomisi ve dincileşme ile mümkün kılınmıştır.

AKP’nin sahip olduğu geniş kitle desteğini açıklamak için sadece iktisadi sebepler yeterli değildir. Bu süreçte ideolojik sebepler büyük rol oynamış, islam bu yeni tarihi bloğun çimentosu haline gelmiştir. AKP, bir ulus inşasına girişmiştir ki, buna aşağıda değineceğiz.[6]

Birinci Bölüme Sonuç

Yıldızoğlu, yeniden üretimi koşullayan üretim bilgisini ve “ideolojik-psikolojik şekillenmeyi” tayin eden bilgiyi de üretim araçları arasına katıp bundan yola çıkarak, “… sırf bilginin mülkiyetine sahip olduğu için ekonomik artığa, servete ulaşabilen bir toplumsal tabaka varsa onu özgün bir sınıf olarak tanımlamak gerekir,” diye yazar. Ona göre, bu nedenle entellektüeller kimi şartlarda “özgün bir sınıf olarak şekillenebilir”. AKP, “dini bilgiye” hükmeden ve bu sayede “çelişen bilgileri bastırmayı ve imha etmeyi amaçlayan bir entellektüeller tabakası”dır; “bu tabakanın ‘cumhuriyet düşmanlığı’ … paranoyak bir nefret değil, tarihsel kökleri, geleneği, mirası olan bir sınıf tavrıdır” (Yıldızoğlu, 2015, pp. 30–31).

Bu analizin ufuk açıcı bir tarafı var, ancak manevi dünyanın yeniden üretimini maddi dünya ile aynı seviyede görmek, sorunlu bir tavır. Hiçbir sınıf veya sınıflaşma eğilimi gösteren tabaka, manevi üretim araçlarının sahibi, üretimin düzenleyicisi olmakla yetinmez.

Gerçekte AKP, tekelci burjuvazinin, bu iki dünyayı son derece etkili bir şekilde birleştiren ve bu sayede yöneten yeni bir katmanıdır. Ne var ki bu katman gene de maddi dünyanın, kapitalizmin reflekslerini gösterir, o dünyaya aittir. AKP, liderinin etrafında şekillenmiş bir karteldir. Bu kartel 2003’ten itibaren ilkin inşaat sektöründe yükselmiştir. OYAK’ta yönetim değişikliği ve arkasından darbe girişimiyle ordu da kartele dahil edilmiş, inşaat ve enerji yatırımları ve bilhassa Irak Kürdistanı kleptokrasisi ile kurulan ilişkiler ve Katar sermayesiyle ortaklıklar yoluyla bölgesel bir güç haline gelmiş, varlık fonuyla da devletle tamamen bütünleşmiştir.

Öte yandan AKP, tekelci burjuvazinin bir kesiminin temsilcisi olmakla kalmaz, bu kesimin ta kendisidir. Askeri bürokrasi OYAK üzerinden, yargı ve diğer yüksek bürokrasi de genellikle akrabaların AKP kartelinde “işe” alınması yoluyla bu kartelle birleşmiştir.

Bir sınıfın doğrudan bir siyasi parti ve giderek de zor ve ideolojik aygıtlarıyla devlet olarak örgütlenmesi, muazzam sonuçlar doğurur. Devletin, tekelci burjuvazinin tek bir ve en saldırgan, en haydut, en soyguncu kesiminin egemenliği altına girmesi, siyasi alanda, doğrudan doğruya faşizme işaret eder; ne var ki bundan fazlası da vardır: faşizmlerde de devlet kısmi özerkliklerini koruduğu halde, bu devletin hiçbir özerkliği kalmamış, diğer sermaye grupları karşısındaki tarafsızlığını tamamen kaybetmiş, tamamen reorganize edilmiştir. Reorganizasyonun ideolojik çerçevesi dindir. Bu, yeni bir kurucu ideoloji ve yeni bir ulus inşası anlamına gelir.

AKP, seçimler yoluyla kazandığı meşruiyete büyük önem verir; giderek artırdığı hilelere rağmen seçimlerdeki ısrarı da bunu gösterir. Dolayısıyla AKP açısından (hileli veya değil) seçim sonuçları, hem dışındaki dünyaya karşı demokratiklik, kendi tabanıyla ilişkilerinde de rıza göstergesidir.[7]

Ne var ki krizin yükselmesiyle birlikte AKP, toplumla kurduğu rıza kanallarını giderek devre dışı bırakmak ve zoru öne çıkarmak zorunda kalabilir. Bu, iki nedenle böyledir: birincisi, kriz ona başka bir yol bırakmamaktadır; ikincisi de, AKP bir şirkettir ve kapitalizmin en deruni içgüdüsüne göre hareket eder. Bu, azami kârdır. Başka deyişle, AKP’nin bu özgün yapısı, şirket kontrolsüzlüğüyle milli krizi yükseltir; ancak AKP’nin diğer özelliği, onun siyasi islamın ideolojik aygıtı olması, bu krizi frenler. Bu kartel diğerleri arasına yeni katılmış ve sonradan görme olması, (islami) ideolojik önyargılarla zehirlenmiş bulunması kadar, diğerleri karşısında derin aşağılık kompleksinin yanı sıra kısa zamanda böylesine yükselmenin verdiği aşırı özgüven yüzünden hatalar yapmaya çok teşnedir; ancak gene de bir sınıftır ve sınıf refleksleriyle hareket eder.

Öte yandan, kapitalist toplumda değişkenlerin sonsuz sayısı yüzünden tek taraflı alınan kararlardan ziyade eğilimlerin daha büyük önem taşıdığını hatırda tutmak gerekir.

Bütün bunlardan yola çıkarak, şunları ileri sürmek mümkün görünüyor. İlkin, batılı ülkeler açısından: Erdoğan’ın, köklerini islamcı darkafalılığında bulan “iktisatçı”lığının yarattığı güvensizlik tablosuna rağmen, ABD, AB ve onun maddi zeminini teşkil eden mali sermaye, siyasi istikrar arar. Kredi derecelendirme kuruluşlarının ölçüm bilgileri özünde şunları kapsar: AKP’nin darkafalılığı ve ölçüsüz hırsı, mali sermayenin hareket serbestisi karşısında tehdit midir? Gerek batılı hükümetlerin AKP’yi desteklemekteki kararlılığı, gerekse de mali sermayenin önde gelen yorumcularının AKP’yi yıkıcı bir tehdit olarak görmediklerine bakarak, Erdoğan kartelinin şirket olarak reflekslerinin yıkıcılık noktasına varmayacağını düşündüklerini ileri sürmek mümkün. İkincisi de, AKP’nin varlığı mı, yokluğu mu siyasi istikrarsızlık sebebidir? Neoliberalizmin ilk uygulamalarının (Latin Amerika ve Türkiye’deki askeri diktatörlükler) açıkça gösterdiği gibi, mali sermaye ihracının gerçekleştirileceği ülkeler için istikrar, demokrasi demek değildir; tam tersine, çoğu zaman demokrasisizlik, iktisadi istikrarın başlıca aracıdır. AKP’nin iktidar kudretindeki her sarsılma, siyasi istikrarsızlığı tetikler.

Yeni bir devlet ve toplum inşası projesiyle birlikte eski kurumlar hemen bütünüyle parçalanmış, devletin görece özerkliği ortadan kalkmıştır.

Bu mesele ve yeni rejimin niteliği, başka bir makalenin konusu.

Kaynakça

Akçay, Ü. (2018) Neoliberal Populism in Turkey and Its Crisis. Working Paper 100/2018. Berlin: Hochschule für Wirtschaft und Recht Berlin, p. 31. Available at:

IPE_WP_100.pdf erişimi için tıklayın

(Accessed: 18 October 2018).

Amin, S. (2017) Kapitalizmden Uygarlığa. İstanbul: Yordam Kitap.

Armstrong, W. (2017) ‘Esra Gürakar on cronyism in public procurement in Turkey’, Hürriyet Daily News, 8 July. Available at: http://www.hurriyetdailynews.com/interview-esra-gurakar-on-cronyism-in-public-procurement-in-turkey-115236 (Accessed: 27 October 2018).

Aydın, N. (2014) Türkiye’de Kürt Sorununun Çözüm Sürecinde Algının Yeniden İnşası. Ankara: Gece Kitaplığı.

Başkaya, F. (2018) Çöküş. Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme. İstanbul: Yordam Kitap.

Bloomberg (2018a) 12 Ayda Net Hata Noksandan 18 Milyar Dolar Girdi. Available at: https://www.bloomberght.com/haberler/haber/2155327-turkiye-ye-12-ayda-kaynagi-belirsiz-18-milyar-dolar-geldi (Accessed: 3 November 2018).

Bloomberg (2018b) Türkiye’nin Net Uluslararası Yatırım Pozisyonu 431.1 Milyar Dolar Açık Verdi, Net Uluslararası Yatırım Pozisyonu. Available at: https://www.bloomberght.com/haberler/haber/2130883-turkiye-nin-net-uluslararasi-yatirim-pozisyonu-431-1-milyar-dolar-acik-verdi (Accessed: 25 October 2018).

Boran, B. (1970) Türkiye ve Sosyalizm Sorunları. İstanbul: Tekin Yayınevi.

Boratav, K. (2015) Dünyadan Türkiye’ye, İktisattan Siyaseti. İstanbul: Yordam Kitap.

Boratav, K. (2017a) Bir UNCTAD Raporu, soL Portal. Available at: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/bir-unctad-raporu-218424 (Accessed: 25 October 2018).

Boratav, K. (2017b) Servet Mülkiyetinde Yabancılaşma, soL Portal. Available at: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/servet-mulkiyetinde-yabancilasma-221938 (Accessed: 25 October 2018).

Boratav, K. (2018) Mart-Ağustos 2018: Krizi Tetikleyen Sermaye Hareketleri, soL Portal. Available at: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/korkut-boratav/mart-agustos-2018-krizi-tetikleyen-sermaye-hareketleri-249320 (Accessed: 25 October 2018).

Boratav, K. and Yeldan, E. (2006) ‘Turkey, 1980-2000: Financial Liberalization, Macroeconomic (In)Stability, and Patterns of Distribution’, in External Liberalization in Asia, Post-Socialist Europe, and Brazil (ed. Lance Taylor). Oxford: Oxford University Press, pp. 417–455.

Çakmak, E. H. and Kasnakoğlu, H. (2016) Türkiye İhracatçılar Meclisi Tarım Raporu 2016. Ankara: Türkiye İhracatçılar Meclisi. Available at: http://www.tim.org.tr/files/downloads/raporlar/tarim_raporu_2017.pdf (Accessed: 28 October 2018).

Çayan, M. (2008) Bütün Yazıları. İstanbul: Boran Yayınevi.

Crawford, S. K. and Kim, S. R. (2018) US Embassy in Jerusalem to Cost More Than $21 Million, ABC News. Available at: https://abcnews.go.com/Politics/us-embassy-jerusalem-cost-21-million-100-times/story?id=56645279 (Accessed: 30 October 2018).

DİSK-AR (2017) Sendikalaşma ve Toplu İş Sözleşmesi Raporu, DİSK. Available at: http://disk.org.tr/2017/08/disk-ar-sendikalasma-ve-toplu-is-sozlesmesi-raporu/ (Accessed: 28 October 2018).

Doğan, S. (2016) ‘Türkiye İçin Tarımın Önemi’. Ziraat Mühendisleri Odası Toplantısı, İstanbul. Available at:

SON-TÜRKİYE-İÇİN-TARIMIN-ÖNEMİ-VE-TARIMA-BAKIŞ-SAMİ-DOĞANIN-SUNUŞU.pdf erişimi için tıklayın

(Accessed: 28 October 2018).

Eğilmez, M. (2017) Net Hata ve Noksan Nedir ve Nereden Doğar? Available at: http://www.mahfiegilmez.com/2017/02/net-hata-ve-noksan-tartsmalar.html (Accessed: 3 November 2018).

Eğilmez, M. (2018) Dış Borç, Dış Yükümlülük Farkı. Available at: http://www.mahfiegilmez.com/2018/07/ds-borc-ds-yukumluluk-fark.html (Accessed: 25 October 2018).

Gürakar, E. Ç. (2016) Politics of Favoritism in Public Procurement in Turkey: Reconfigurations of Dependency Networks in the AKP Era. New York: Palgrave Macmillan.

Gürakar, E. Ç. and Bircan, T. (2016) Political Connections and Public Procurement in Turkey: Evidence from Construction Work Contracts. Working Paper 1053. Dokki, Giza: The Economic Research Forum, p. 27. Available at: https://erf.org.eg/wp-content/uploads/2016/10/1053.pdf (Accessed: 27 October 2018).

Harvey, D. (2001) ‘Globalization and the Spatial Fix’, Geographische Revue, 2(3), pp. 23–31.

Husson, M. (2014) ‘La théorie des ondes longues et la crise du capitalisme contemporain’, in Les ondes longues du développement capitaliste. Une interprétation marxiste (Ernest Mandel). Paris: Éditions Syllepse, pp. 1–25.

İNTES (2018) İnşaat Sektörü Raporu. İstanbul: İNTES, p. 54. Available at: https://intes.org.tr/wp-content/uploads/2018/05/SEKTÖR-RAPORU.pdf (Accessed: 30 October 2018).

Karasioğlu, F. and Göktürk, İ. E. (2017) ‘Varlık Fonu Temel Stratejisi ve Türkiye Örneği’, Global Journal of Economics and Business Studies, 6(12), pp. 100–109. Available at: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/391474 (Accessed: 31 October 2018).

Kaya, F. (2016) Varlık Fonu, Finansal Savaştaki En Yeni ve En Milli Silahımızdır, Finans, Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği. Available at: http://www.fesa.org.tr/doc-dr-ferudun-kaya-varlik-fonu-hakkinda-yazdi/ (Accessed: 31 October 2018).

Koçal, V. (2018) ‘HDP’nin Politik Ekonomisi: Seçimin Işığında Bir Yerel Ölçek Denemesi’, Evrensel, 8 July. Available at: https://www.evrensel.net/amp/356450/hdpnin-politik-ekonomisi-secimin-isiginda-bir-yerel-olcek-denemesi (Accessed: 9 July 2018).

Lund, S. et al. (2017) Mc Kinsey Global Institute’s The New Dynamics of Financial Globalization. McKinsey Global Institute, p. 14. Available at: https://www.mckinsey.com/~/media/McKinsey/Industries/Financial%20Services/Our%20Insights/The%20new%20dynamics%20of%20financial%20globalization/MGI-Financial-globalization-Executive-summary-Aug-2017.ashx (Accessed: 25 October 2018).

Morin, F. (2016) ‘Un an après l’arrivée de Syriza, où va la crise financière en Grèce, en Europe et dans le Monde’, in Les Soirées-Débats du GREP Comminges. GREP Midi-Pyrénées Saison 2015-2016, Toulouse: GREP-Comminges, p. 28. Available at: http://www.grep-mp.com/wp-content/uploads/2016/09/11-MorinFinal.pdf.

OECD.Stat (2018) Trade Union Density in OECD Countries, OECD.Stat. Available at: https://stats.oecd.org (Accessed: 28 October 2018).

Özyıldız, H. (2018) The Latest on Household Debd Burden, The Latest on Household Debd Burden. Available at: https://sigmaturkey.com/2018/06/05/the-latest-on-household-debt-burden/ (Accessed: 24 October 2018).

Pıçak, M. and Kadah, H. (2018) ‘Türkiye’de Sendikalaşmanın Tarihsel Gelişimi’, in Dünden Bugüne Ekonomi Yazıları (ed. S. Koç, S. Yılmaz Genç, K. Çolak). İzmit: Umuttepe Yayınları, pp. 198–241.

Poulantzas, N. (2014) Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar. İstanbul: Epos Yayınları.

Sendika.org (2018) TL İle Büyüdük Dolar İle Küçüldük: 2017’de Kişi Başına Düşen Milli Gelir Azaldı, TL İle Büyüdük Dolar İle Küçüldük. Available at: http://sendika62.org/2018/03/tl-ile-buyuduk-dolar-ile-kuculduk-2017de-kisi-basina-dusen-milli-gelir-azaldi-483179/ (Accessed: 25 October 2018).

Sönmez, M. (2015) AK Faşizmin İnşaat İskelesi. İstanbul: Notabene Yayınları.

Soydan, B. (2020) ‘Selin Sayek Böke: Krizin nedeni ahbap çavuş kapitalizmi; bu düzen değişmeli’. T24. Available at: https://t24.com.tr/video/selin-sayek-boke-krizin-nedeni-ahbap-cavus-kapitalizmi-bu-duzen-degismeli,25756 (Accessed: 15 January 2020).

Tan, S. et al. (2014) ‘Türkiye’de Son On Yıllık Süreçte Tarım Sektöründeki Değişimlerin Genel Ekonomik Göstergelerle Değerlendirilmesi’, in Session 7c: Kalkınma IV. International Conference on Eurasian Economies 2014, Skopje, Macedonia: Eurasian Economists’ Association, p. 7. Available at: https://www.avekon.org/papers/1005.pdf (Accessed: 28 October 2018).

Ulusoy, E. (2017) ‘1.2 Trilyon Dolarlık Kaynak Yaratacak Fon’, Milliyet, 13 February. Available at: http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/prof-dr-erol-ulusoy/1-2-trilyon-dolarlik-kaynak-2395027/ (Accessed: 31 October 2018).

UNCTAD (2017) Trade and Development Report 2017. United Nations Publication UNCTAD/TDR/2017. New York and Geneva, p. 199. Available at: https://unctad.org/en/PublicationsLibrary/tdr2017_en.pdf (Accessed: 25 October 2018).

UNECE (2018) Share of Construction in GDP. Available at: https://w3.unece.org/PXWeb/en/Charts?IndicatorCode=8&CountryCode=792 (Accessed: 27 October 2018).

Wood, E. M. (2016) Sermaye İmparatorluğu. İstanbul: Yordam Kitap.

Yaşlı, F. (2014) AKP, Cemaat, Sünni-Ulus. Yeni Türkiye Üzerine Tezler. İstanbul: Yordam Kitap.

Yeşilbağ, M. (2016) ‘Hegemonyanın Harcı: AKP Döneminde İnşaata Dayalı Birikim Rejimi’, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 71(2), pp. 599–626. Available at: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/160193.

Yıldızoğlu, E. (2015) Siyasal İslam ve Restorasyon. İstanbul: Tekin Yayınevi.

Yıldızoğlu, E. (2018) Neo-liberalizm, in perpetuum. Available at: http://erginyildizoglu.blogspot.com/2018/10/neo-liberalizm-in-perpetuum.html (Accessed: 10 October 2018).

Yörük, E. (2012) ‘Welfare Provision as Political Containment: The Politics of Social Assistance and the Kurdish Conflict in Turkey’, Politics & Society, 40(4), pp. 517–547.

Киюцина, О. (2016) ‘Стройка должна продолжаться’, Строительная газета, 12 January. Available at: https://www.stroygaz.ru/publication/item/stroyka-dolzhna-prodolzhatsya (Accessed: 27 October 2018).


[1]Neoliberalizm bunu yaparken, kamu harcamalarının aşağı çekilmesinin ekonominin genişlemesine yol açacağı iddiasından yola çıkar. Oysa, IMF’nin “World Economic Outlook” bültenlerine göre, “kamu harcamalarının 1 dolar aşağı çekilmesi, toplam milli geliri de 1.5-2 dolar” düşürür (Boratav, 2015, p. 212). Neoliberal politikaları çürüten bu veriler, doğal ki, kerameti kendinden menkul IMF programlarında düzeltmeye yol açmamıştır.

[2]Burada, son derece önemli saydığım en azından bir makaleyi anmakta yarar var: (Boratav and Yeldan, 2006).

[3]Ne yazık ki kitap elimin altında değil; buradaki metin, benim başka bir vesileyle çevirdiğim Rusçadan geri Türkçeye çeviri.

[4]Türkçe terminolojiye aşina bir okur, burada kullanılan kavramların AKP’nin siyasi diliyle birebir örtüştüğünü derhal fark edecektir. En dikkat çekici nokta ise “milli” vurgusudur ki bu, aslında, aşağıda değineceğimiz yeni bir millet inşasının başlıca ögelerinden birine işaret eder.

[5]Bu aslında eski tarihli metnin ana gövdesine dokunmamak için bir dipnotla da olsa, yeri gelmişken, ahbap çavuş kapitalizmi kavramının CHP tarafından da kullanıldığını hatırlatmak gerek. CHP’nin “sol” kanadından Selin Sayek Böke, bu yılın başında Barış Soydan’la görüşmesinde, kriz ve çözüm yollarıyla ilgili (savunması beklenebilecek sol keynesçi çözüm yollarını bile değil) liberal klişeleri tekrarlarken, “Krizin nedeni ahbap çavuş kapitalizmidir,” dedi (Soydan, 2020). Oysa krizin nedeni, dev bir kartel olarak AKP’nin bütün organlarıyla devleti de dönüştürmüş olmasıdır. Bu nedenle kriz, hiç olmadığı kadar yapısaldır ve aynı zamanda, iktidarda kalabildikleri müddetçe de sürdürülebilir. Krizin nedenini başka yerlerde aramak, AKP kartelini kapitalizmin klasik düzenine çekmek için bahaneden başka bir şey değil; başka deyişle bu bahaneler, “Erdoğan karteli”ni biricik olmaktan vazgeçip eşitler arası birinci olmaya çağırma girişimi. Dolayısıyla, “ahbap çavuş kapitalizmi” teorileri sağa yaklaştıkça bütünüyle kötü niyetli, rejimi tekelci burjuvazinin geleneksel unsurlarıyla iktidarını paylaştırmaya teşvik etmek, sömürü düzenini kendince makul bir seviyeye çekip sürdürmek amacıyla ileri sürülüyor.

[6]Rusça yayınlanmış bir makaleyi teşkil eden sözünü ettiğim ikinci bölüm, zaten epeyce şişen bu makalenin kaldıramayacağı bir yük olacak. Bu yüzden, onun yayınlanmasını başka bir zamana bırakıyorum.

[7]Monografi, son yerel seçimlerden önce yazılmıştı.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl