Ana Sayfa Kritik NİETZSCHE: İSYAN VE KAOS-(2)

NİETZSCHE: İSYAN VE KAOS-(2)

NİETZSCHE: İSYAN VE KAOS-(2)

Tarih boyunca yaşamdan üstün değerleri kabul eden ya da eğilim olarak kendini gösteren üç biçim vardır: Bilgi, ahlak ve din. Yani doğru, iyi ve tanrısallık. Bu alanlar birbirlerinden ne kadar uzak görünse de iç içe geçmiş ve yaşama karşı tepkisel kuvvetlerdir. Önermeler şu şekilde biçim alır; hakikat, mutlak bilgidir. Hakikat en yüce şey olan iyinin keşfedilip yaşanmasıdır. Hakikat, tanrısal inayettir. Dikkat edilirse üç önerme de yaşamı yadsıyarak kendini var eder. Hakikat bir ölçü/norm olarak yaşamı yargılar, yönlendirir ve en vahimi yaşamı dinamik yapısından koparıp donuk sınırların içine hapseder. Tahribat bununla sınırlı değildir; rasyonel sınırlar düşünceyi yani farklı yaşam mekanlarının tasavvurunu yok etmeye çalışır. “Bilgi yasa koyucu hale geldiğinde en çok boyun eğen düşüncedir. Bilgi düşüncenin kendisidir, ama akla ve akılda ifade edilen her şeye boyun eğmiş düşüncedir’’.(3) Akıl kurulu düzenin dışına çıkılmasını yasaklar: fenomenal olan yanılsamadır esas olan aklın hakikat ışığında koyduğu yasalardır. Nietzsche’nin yaşamı savunmasının ilginç bir sonucu var; Sözgelimi felsefe ve dinin, dünyevi olana karşı münzevi yaşamda mutlak gerçekliğin keşfedileceğine dair güçlü inancı sonucu; kadınları dünyeviliğin sembolü olarak görülmeleri hala telafisi zor yıkıcı sonuçlara sebep oldu. Kadın dünyeviliğin şehevi simgesi ve hakikatin yanından dahi geçemez nesnellikler haline geldi. Kadınlardan sakınmak aynı zamanda dünyevilikten arınıp hakikate kendini adamışların temel düsturudur. Felsefe ile din arasındaki ince çizgi kadın konusunda aniden silikleşir ve hatta iç içe geçer. Sık sık Nietzsche’ye karşı yöneltilen ‘kadın karşıtı’ suçlamaları fazlasıyla yüzeysel yargılardır.

Hayattan soyunmaya başlayan Yunan fikrinin temsilcisi hatta fikir babası olarak Sokrates görülür. Nietzsche’nin Sokrates eleştirisi aslında kişi olarak Sokrates’e yönelik gibi görünse bile insanlığın benimsediği aklın biçimsel kategorilerine yöneliktir. ‘’Sokrat ile birlikte Yunan zevki diyalektiğe yönelmiştir… Sokrat kendisini ciddiye aldırmayı başaran bir soytarıydı’’. Diyalektik biçimselliğin yöntemidir ve bu biçimsellik otorite pekiştirici mevcudiyetin doğrulanmasının yöntemidir. Marx, diyalektiği devrimci bir yöntem olarak kabul edip Hegelci idealist soyutluktan kurtararak pratiğin yol gösterici yöntemi olarak kabul etti. Çok geçmeden sosyalist devrimler sonucunda ortaya çıkan otoriter rejimler baskıcı politikalarını rasyonalize etmek için diyalektiğin elastik yapısından yararlandılar. “İnsan, diyalektiği yalnızca başka seçeneği olmadığında tercih eder. Onunla kuşku uyandırıldığı, ikna etmekte pek fazla işe yaramadığı bilinir. Diyalektiğe bağlı bir kişinin yarattığı etkiden daha çabuk silinebilen başka bir etki yoktur… Diyalektiğe bağlı biri olarak insanın elinde insafsız bir araç vardır; onunla zorba olunabilir, galip gelerek küçük düşürülür”(4). Bu tarihsel tespit Nietzsche’nin 20. Yüzyılda gelişen zorba rejimlerin ön habercisi olarak görülebilir. Zorbalık aniden zuhur eden bir güç ilişkisi olmanın ötesinde, tarihsel kökenli bir güç sistematiğidir.

Nietzsche; aklın tahta oturma sürecini şu şekilde çözümler; ‘’İnsan eğer Sokrat’ın yaptığı gibi, aklı bir zorbaya çevirmek ihtiyacındaysa, başka bir şeyin de zorba olacağı tehlikesi az değildir. O dönemde akılcılık kurtarıcı olarak görüldü; ne Sokrat, ne de ‘hastaları’ akıllı olma hakkına sahipti-bu (de rigueur) zorunlu idi, sahip oldukları son araçtı. Son Yunan düşüncesinin akılcılığa yönelmesindeki fanatizm zor bir durumda kaldıklarını göstermektedir: İnsanlar tehlikedeydi, bir tek seçenek vardı: ya batmak, ya da -absürt akılcı olmak… Platondan itibaren Yunan filozoflarındaki ahlakçılığın patolojik nedenleri vardır: diyalektiğe verdikleri değer de aynı şekilde. Akıl=Erdem=Mutluluk, yalnızca şu demektir: Sokratı tahlil etmeli ve karanlık arzulara karşı süreğen bir gün ışığı yaratmalı- Aklın Günışığı. İnsan, ne pahasına olursa olsun zeki, açık ve uyanık olmak zorundadır: İçgüdülere, bilinçaltına her boyun eğme, aşağı sürüklenmektir”(5).

Yukarıdaki pasaj tarihsel bir tespitte bulunur ve bu aslında Nietzsche’nin kurmaca bir tarih anlayışının tipik bir örneğidir: tarih sadece yaşanmış olayların bir dökümü ya da anlatısı ise hiçbir işe yaramaz. Tarih ancak bugüne dair eylem çağrısı yapabiliyorsa bir değer sahibi olabilir. Nietzsche tarihin ‘mümkün hayat’ biçimlerinden sadece birinin yaşandığını gösterir ve ona göre tarih, başka olay silsileleri ile evrilebilme potansiyeline sahiptir. Hegel gibi filozoflar tarihin bir mümkünat olduğunu fakat zorunluluğun mümkünatı olduğunu belirterek mevcudiyetin kabulünü rasyonalize etmeye çalıştılar. Marks eylemsel duruşun tarihin bir zorunluluğu olduğunu ve tarihin zorunlu olarak komünist bir topluma evirileceğini diyalektikle kanıtladı. Görünen o ki; tarihin zorunluluğu aklın zorbalığının sahnelendiği kanlı bir arenadır. Tarihte bir zorunluluk varsa o da her bir anın yaşananları farklı bir biçimde de yaşanabileceği gerçeğidir.

Var oluş ve istek utanılacak değil bilakis Sokratesçi biçimciliğe karşı insanoğlunun masumiyetini simgeler. Hınca, vicdan azabına veya nihilizme karşı, olumluluğu savunmak diğer bir deyişle yaşamı savunmak gerekir. Nietzsche’nin sık sık kullandığı ‘trajik olan’ ironik bir biçimde ‘neşe’ ile eş anlamlıdır. Trajik olan olumlamanın kendisidir. Çünkü trajik olan rastlantıyı olumlar ve rastlantı yaşamın kendisidir. Rastlantı ‘oluş’tur ve ‘oluş’ varoluşun kendisidir. ‘’Trajik olan olumlamadır: çünkü rastlantıyı olumlar, rastlantıdan hareketle zorunluluğu olumlar; çünkü oluşu olumlar ve oluştan hareketle varlığı olumlar; çünkü ‘çok’u olumlar ve ‘çok’tan hareketle ‘bir’i olumlar. Trajik olan zar atımıdır. Geriye kalan her şey Nihilizmdir. Diyalektik ve Hristiyan Pathos’tur, trajik olanın karikatürü, vicdan azabının komedisidir”(6). Nietzsche’nin duruşu anti diyalektiktir ve güç istenci aslında diyalektiğin kaderciliğine karşı çıkıştır.

Güç istenci nedir? Güç istenci kuvvetlerin ilişkiye girdiği sentezdir ve önemli bir ayrım olarak; kuvvet ve istenç aynı şey değildir, çünkü kuvvet yapabilenken, güç istenci isteyendir. Her şey kendi içinde kuvvettir ve her kuvvet bir diğeriyle rastlantısal bir şekilde ilişkiye geçer. İlişkiye geçme durumu ancak güç istenci sayesinde olabilir -ki zaten tersi bir şekilde düşünülürse o zaman kuvvetlerin ilişkisi belirsiz olur. Bir kuvvetin diğer bir kuvvet üzerinde muzafferliği içinde istenç olmasıyla mümkündür. Eğer her şey kuvvet ise ve kuvvetlerin bir istenci yoksa o zaman itaat denilen durum da ortaya çıkmazdı. Bir kuvvet diğerine itaat etmişse bu ancak güç istencine karşı bir itaattir. Egemen olunma ancak bir kuvvetin diğeri üzerinde egemenliğidir. Bu denklemde ‘rastlantı’ faktörü çok önemlidir çünkü diyalektik güç ilişkilerinde rastlantıya yer vermez. Nietzsche’ye göre ise güç istenci; içinde ilkesel olarak rastlantıyı barındırır. Rastlantı olmazsa değişiklik özelliğini yitirir ve egemenlik ilişkileri sürekli aynı doğrultuda devam ederdi. Rastlantı kuvvetlerin ilişkiye geçişi, güç istenci ise bu ilişkiyi belirleyen ilişkidir. Diyalektik gibi apriori belirlenmiş devinim ilkesi yoktur. Yalnız önemli bir fark daha açığa çıkar: gücün itaat ettirdiği güç asla gücünü yitirmez (güçsüz olmanın tam olarak ne biçim bir şey olduğu bilinemez) yani diyalektiğin anti tez aşaması ve Hegel’in sentez içinde tez ve antitezi kaldırarak içerde (Aufhebung) safsatadan öte değildir; güç istencinin ilişki biçiminde bu tip totallikler yoktur. Diyalektik sentez aslında tek bir gücün diğer güçlere kendi potasında erittiği total egemenlik sahasıdır.

Güç istenci kuvvetlerin bir sentezidir ve böylelikle sentezin merkezinde çeşitli güçlerin yeniden üretildiği ‘ebedi dönüş’ söz konusudur. Aslında istenç deyince akla ilk gelen hiç kuşkusuz Hegel’in köle-efendi diyalektiğidir. İstençlerin karşılıklı giriştikleri ‘tanınma’ mücadelesi sonucunda, kendisini tanımadan karşısındakini tanıyan güç köle ve tanımadan tanınan ise efendidir. Nihayetinde efendi, ‘emek’ harcamadan yaşadığı dünyada, kölenin emeği ile oluşan dünyanın içinde maddi ve manevi çöküntüye uğrar ve sonuç olarak kölenin öncülüğünde gerçekleşen yurttaş toplumu bütün çelişkilerin yok olduğu bir toplumu simgeler.

Nietzsche tarihsel diyalektiğe güç istenci ile karşı çıkar: Bir kuvvet diğer bir kuvvet karşısında özünde hiçbir zaman olumsuz bir öğe olarak durmaz. Karşıt olan olumsuzlanmaz çünkü o kendiliğin farkını olumlayan bir kuvvettir ve bu sebeple aslında haz duyar. “Olumsuz, kuvvetin etkinliğini aldığı şey olarak özde bulunmaz: Tersine bu etkinlikten, olumlu etkin bir kuvvetin varoluşundan ve farkını olumlamasından doğar. Olumsuz, varoluşun kendisinin bir ürünüdür: zorunlu olarak etkin bir varoluşa bağlı saldırganlık, bir olumlamanın saldırganlığı.”(7) Olumsuzlama hazdan sonra türemiş yani ‘fark’ın çeşitliliğinden sonra çıkmış cılız bir karşıtlıktır. Fark, olumlamanın ve hazzın ilkesidir. Hazzın pratik gücü daha baskındır. Bir istenç ancak ve ancak kendi farkını olumlar ve bu onun asli isteğidir. Kendini farklı duyumsama hazzı ötekiyle ilişkinin temel unsurudur ve bu olumsuzlamadan önce gelir. Fark, varoluşu oluşturan ve onun özünden ayrılmayan pratik bir olumlamadır.

Diyalektikten çıkarmamız gereken sonuç şudur: Kendi farklılığını olumlama kuvvetini yitirmiş bir kuvvet (diyalektik kuvvet) aslında mekanikleşmiş ve egemen kuvvetlere tepki veren bir kuvvetten öteye geçemeyen kısır bir varoluş halidir. Olmadığı her şeyi yadsıyan ve olumsuzlamayı varoluşun özü olarak gören ve bu onu yaratıcılıktan koparan kısırlığın kaynağıdır.

Nietzsche’nin diyalektiğe karşı duruşu, 20.yy’dan günümüze dek gelen ‘devrimci şiddet’ ve ‘devrimci özne’ nosyonlarının pratik varyasyonlarını açıklamada ufuk açıcı bir içeriğe sahiptir. Devrimci şiddet, karşısındakini anlamadan sadece dolaylı olumsuzlamanın nesnesi olarak algılar. İdeolojinin kör edici etkisinin öznede egemen olması reflektif bir biçimde yani kendine dönen olumsuzlamanın kendi özü ile özdeşleşmesidir. Nietzsche ‘Ahlakın Soykütüğü’nde şöyle der: ‘’her aristokratik ahlak kendinin utkulu bir olumsuzlaşmasından gelmişken, köle ahlakı daha başında dışta olana, farklıya, ‘kendi olmayana’ ‘hayır’ der. Bu hayır onun yaratıcı eylemidir”. Olumsuzlama pratik sonuçlar doğursa bile özünde soyuttur ve sorgulama yeteneğini yitirmiş bir köle bilmezdir. ‘’o zaman çelişkinin soyut düşüncesi olumlu farkın somut duygusuna üstün gelir; tepki etkinin, intikam ve hınç da saldırganlığın yerini alır. Nietzsche bunun tersine, efendide olumsuz olanın her zaman efendinin varlığının ikincil ve türemiş bir ürünü olduğunu gösterir. Ayrıca köle-efendi ilişkisi kendinde diyalektik değildir. Bunu yapan köledir, kölenin bakış açısıdır, kölenin bakış açısından düşüncedir. Aslında köle-efendi ilişkisinin ünlü diyalektik tarafı, gücün, orada güç istenci olarak değil gücün temsili olarak, üstünlüğün temsili olarak, ‘birinin üstünlüğünün’ diğeri tarafından tanınması olarak kavranmasına bağlıdır. Hegel’de istençlerin istediği güçlerini tanıtmak, güçlerini temsil etmektir. Fakat Nietzsche’ye göre burada güç istencinin ve onun doğasının tamamen yanılgılı bir kavrayışı söz konusudur. Böylesi bir kavrayış kölenin kavrayışıdır, hınç insanın güç hakkında kendisiyle oluşturduğu imgedir. Köle, gücü ancak bir anımsama nesnesi, bir temsil konusu, bir rekabet meselesi olarak görür ve böylece onu, kurulu değerlerin bir kavga sonunda elde edilmiş basit bir dağılımına bağlı kalır”(8). Efendinin bilinci, onu efendi yapan çerçeve; köle tarafından çizilmiştir. Köle kendisini düşlediği gibi efendiyi yaratır ve Hegel’ci ‘efendi’ imgesi tamamen kölenin portresidir.

Nietzsche’nin ‘güç istenci’ çözümlemesi sık sık istencin gücü istemesi olarak anlaşılır. ‘Gücü arzulamak’ ifadesi ‘yaşamı istemek’ kadar saçma bir önermedir çünkü yaşam içinde olan, yaşamı arzulamaz zaten içindedir. Varlık ancak ‘istek’ dürtüsüne sahip olabilir ki tersi varoluşun sorgulanmasını gerektirir. Güç istenci bu bağlamda yaratıcı bir yaşam istencidir. Eğer güç istencin amacı olursa Nietzsche’nin söylemini Hobbes ve Hegel’in ‘güç’ kavramından ayırt edemeyiz. Hobbes’un doğa durumundaki insanı, üstünlüğün başkaları tarafından temsil edilmesini ve tanınmasını ister. Bu süreç Hegel’de bilmenin bir başka bilinç tarafından tanınmak ve kendinin bilinci olmak üzerinden gelişir. Her halükarda bilinçlerin karşılıklı ilişkisinden doğan ‘temsiliyet’ ilişkisidir. Nietzsche; nasıl olursa olsun üstünlüğü temsil etmek isteyen kişinin hasta olduğunu belirtir. Gücün temsiliyet kazandığı yerde kölenin güce dair duyduğu aşağılık bir istek yatar. Hobbes ve Hegel’in efendi olarak güç diye sundukları kölenin efendiye karşı temsiliyetidir. Köle, kendini efendinin yerine koyduğunu düşlediğinde kendine dair fikridir temsiliyet yani kölenin köle olarak zafer kazanmış hali. Güç tanındığı anda temsil edilmiş demektir. Aslında kurulu değerler ya da kabul edilmiş değerler tanınma ölçütleri sunar. Oysa güç istenci, bir tanınma istenci olsaydı kabul edilmiş değerler (para, ödül, iktidar, şöhret v.d.) içinde yer etmeye çalışırdı. Sıradan insan ancak kabul edilmiş değerler içinde yer bulmak için çabalar. Faka güç istenci Hegel ve Hobbes’çu kurulu düzen içinde işleyen istemlerin konformizminden farklı olarak değerlerin yeniden değerlendirilip yeni bir yaşamın yaratılması için çabalar.

Kurulu değerler içinde tanınma/temsil edilme istemi ancak kavganın ya da çatışmanın sonucunda biçimlenir. Çatışma içinde galip gelen geçerli değerlerden faydalanacak kişiyi belirler. Ortada bir çatışma varsa bu öyle ya da böyle kurulu/geçerli bir değer silsilesini varsayar. “Çatışma, savaş, çekişme, hatta karşılaştırma kavramları Nietzsche’ye ve onun güç istenci kavrayışına tamamen yabancıdır. Nietzsche çatışmanın varlığını yadsımaz çünkü çatışmayı değer yaratıcı olarak görmez. Yarattığı yegane değer zafer kazanan kölenin değerleridir; çatışma, hiyerarşinin ilkesi ya da taşıyıcısı değil, kölenin hiyerarşiyi tersine çevirmek için kullandığı araçtır.”(9) Zafer kazanan efendi değildir, zayıfların kuvvetliler üzerinde zafer kazanmasıdır çünkü zayıflar sayısal olarak daha fazladır. Modern çağdaki proleter-burjuva çatışmasının farklı bir perspektiften değerlendirilmesi için birçok olanak sağlar Nietzsche. Marx kapitalizmin genişleyerek kendi kuyusunu kazdığını söyler çünkü sayısal olarak çoğalan proleter sınıf, azınlığın iktidarını (burjuvayı) devireceği, sosyo-aritmetik bir devrim amentüsüne girişmesi ve asyatik ülkelerdeki devrimlerin sonuçları ilginç bir biçimde Nietzsche’yi doğrular. Devrimlerin yıkıcılığı ve sonuçlarının bulanıklığı, istencin gücü belirli bir sınıf üzerinde temsiline dayanır. Kendini yaratamamış ve karşıt olarak belirlediği istence tepkisel olarak gelişen her istenç başka bir şeyi yaratmaya kalkıştığında yıkıcı bir güç oluverir. Belki Nietzsche Stalin’i tanımış olsaydı; güçlü ve bir o kadar da ironik bir örnek olurdu onun için.

Nietzsche alışılagelmiş dünyayı ters çevirmez, o kaos yaratır ve bu kaos, yaratıcı edimin tetikleyicisidir. Peki ‘gerçek’ olarak kabul ettiğimiz şeyler neden kaos sarmalına sürüklenir? Gerçekliğin, bizim onun betimlememize kayıtsız, öylece orada durup keşfedilmeyi bekleyen ilahi bir şey olmadığını gördük.

Gerçeklik ancak bizim onu betimleme ihtiyacı duyduğumuz ya da betimleyebildiğimiz kavramsal araçların sınırlarıyla çevrilidir. Gerçeklik ancak bizim onu bilinir kılabileceğimizi düşündüğümüz araçlarla açığa çıkar. Kavramlar, -kendinde şeyler değildir. Çünkü insan yaratımıdırlar. Dolayısıyla kavram gerçekliğin betimi olduğu için gerçek keşfedilen değil, ’dil’ aracılığıyla hatta ‘dil’in kendisi tarafından yaratılan bir şeydir. İnsan hiçbir zaman dilsel dünyasını aşıp inandığımız gerçekliğin doğrulamasını yapamaz. İnsan kendi sınırlarına mahkûmdur buna rağmen insan bu sınırların bilincinde olmayarak sonsuz bir gerçeklik çabası peşine düşmüş doğadaki yegâne varlıktır. Canlılar muhtemelen sınırlarını sorgulamazlar çünkü edimleri sınırlarının kendisini ifade eder. İnsan ise edimlerinin ötesine geçmek isteyen metafizik bir varlıktır.

İnsan bilgi yapılarını kendi değer yargılarından bağımsız ve nesnel süreçler sonucunda elde ettiğini sanır. Fakat bilginin mümkün hale geldiği mantık, insanın zannettiği kadar nesnel süreçleri yürütebilecek objektif yeterliliğe sahip değildir. “Çünkü bütün mantığın görünüşteki özerk işleyişinin gerisinde de, değer biçmeler, daha açık söylersek yaşamın belli türlerini korumak için fizyolojik gereksinimler bulunur. Örneğin belirgin olan, belirsiz olandan daha fazla değerli olacaktır, görünüş ‘hakikat’ten daha az; ama böylesi değer biçmeler, bizim için düzenleyici önemleri bir yana, yalnızca yüzeyde değer biçmelerden fazla bir şey olmayacak, bizim gibi varlıkların kendilerini korumaları için belki kesinlikle gerekli bir tür budalalık. O halde insan her şeyin ölçüsü değildir.(10) Nietzsche ‘Güç İstenci’ yapıtında bu meseleye son noktayı koyar: Bizim dışımızda önceden verilmiş hazır bir dünya yoktur ve dünya sayısız anlamlardır. Olgular yerine yorum bu dünyayı biçimlendirir. Ne kadar ‘göz’ varsa o kadar da hakikat vardır-ki başka bir deyişle hakikat yoktur. Oluşun egemen olduğu ve buna karşı insanın yarattığı bir dünya vardır. Dünya varoluşların değil oluşun dünyasıdır. Kendiliğin değil sadece ve sadece perspektiflerin olduğu karmaşık ilişkiler yumağıdır.

Her bilgi aslında perspektifsel nitelik taşır çünkü bilgi son çözümlemede bir tanım ve değerlendirme biçimi şeklinde gelişen bir bakışı gerektirir. İnsan bilgiyi ancak kendi varsayım ve önyargılarıyla yola çıkarak biçimlendirir. Bilginin oluşumu veya edinimi her özne için farklı imgeleme sahiptir. Pozitivist bilimin deneye atfettiği güven sanki bilginin edinilme sürecinde insan gibi çok yönlü bir varlıktan soyutlanmış ve salt nesnel bir süreç biçiminde benimsenmiştir bu ciddi bir yanılgı örneğidir. Bilmek, öznenin kendisiyle ‘şey’ arasında kurduğu bağdır ve bu ‘şey’ Nietzsche’ye göre yorumun kendisidir. Bilme süreci insan gibi yorumlayıcı yönü güçlü olan varlığın dahil olduğu bir süreçtir, hatta insan bilme sürecinin başlatıcısı, sürdürücüsü ve nihayete erdiricisidir. Bilimin herhangi bir olayda, olayı mümkün kılan olguları toplayıp diğer olguları elemesi ya da onların önem sıralamasını yapması öznel bir süreçtir. Kısacası bilginin öznesi insanın kendisidir. Pozitivistlerin düşündüğü gibi salt ayna görevi gören bir insan tanımı mümkün değildir. İnsan özne olması sebebiyle algıladığı şeyleri olduğu gibi algılamaz ya da yansıtmaz. Nietzsche: Dünyadaki bütün perspektifler çıkarılsaydı geriye ne kalırdı diye sorar ve cevabı tabi ki ‘hiç’ ! “Olgu diye bir şey yoktur (es giebt keinen that best and). Her şey akış halindedir, kavranamaz, ele avuca sığmaz; görece en dayanıklı olan şey kanılarımızdır” der.

Sağduyunun kavrayışı sadece bir kurgudur ve sonsuz sayıdaki kavrayış biçimlerinden sadece biridir. Dünyayı kavramak aslında onu ‘yorum’lamaktır. Aynı zamanda hiçbir yorum bir diğerinden üstün veya daha düşük olamaz. Başka bir deyişle; herhangi bir yorumu doğru veya yanlış biçiminde kategorize edip yargılayamayız. İnsanlığın belki de en büyük trajedisi; ezeli-ebedi sabit bir kavrayışın peşine düşmesidir –ki bu tam bir budalalık örneğidir.

25 Şubat 2020

Kepsut Cezaevi E-10 Koğuşu

KAYNAKÇA

  1. G. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, çev. Ferhat Taylan, Norgunk yay. , s. 54.
  2. A. g. e. , s. 55-56.
  3. A. g. e. , s. 132.
  4. F. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, çev. Serpil Erfındık, İlya yay. , s. 26-27.
  5. Nietzsche, a. g. e. , s. 29.
  6. Deleuze, a. g. e. , s. 56.
  7. Deleuze, a. g. e. , s. 22-23.
  8. Deleuze, a. g. e. , s. 24.
  9. Deleuze, a. g. e. , s. 111.
  10. F. Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, çev. A. İnam, Gündoğdu yay. , s. 11.
  11. F. Nietzsche, Putların Alacakaranlığı, s. 19.
  12. Allan Megill, Aşırılığın Peygamberleri, çev. Tuncay Birkan, Ayraç yay. , s. 71-72.
  13. Megill, a. g. e. , s. 77.
  14. Megill, a. g. e. , s. 106.
  15. F. Nietzsche, Şen Bilim, çev. A. İnam, Say yay. , s. 57.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl