Ana Sayfa Litera NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ KRALDAN KABUL EDİN!

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ KRALDAN KABUL EDİN!

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜNÜ KRALDAN KABUL EDİN!

Nobel Tolstoy’u ödüle aday gösterince yerleşik fikirler ve kurumlarla başı hoş olmayan Tolstoy paranın hayırdan ziyade kötülük getireceği inancıyla duruma müdahale eder ve sonuçta ödül (ölümünden bir yıl önce) İtalyan şair Giosue Carducci’ye verilir.

2016 yapımı “El Ciudadano Ilustre” (Saygın Vatandas) adlı filmin açılış sahnesinde kurgusal Arjantinli yazar Daniel Mantovani Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasını yapmak için kürsüye çıkar ve özel olarak bu ödül ve genel olarak tüm ödüller konusunda hepimizin kafasını kurcalayan sorulardan birine çomak sokan bir konuşma yapar:

“…. Benim inancıma göre, bu tür oybirliğiyle alınmış bir onay kararı bir sanatçının çöküşüyle doğrudan ve şüphe götürmez bir şekilde alakalıdır. Bu ödül şunu kanıtlıyor: eserlerim kişilerin zevkleri ve ihtiyaçlarıyla aynı görüşte. Yargıçların, uzmanların, akademisyenlerin ve kralların. Açık bir şekilde ben, sizin için en konforlu sanatçıyım ve bu konforun her sanatsal eserde bulunması gereken ruhla çok az ilgisi var. Sanatçıların sorgulaması gerekiyor, şaşırtması gerekiyor. Bu yüzden bir sanatçı olarak ulaşabileceğim son noktaya gelmekten pişmanlık duyuyorum. Ancak hissettiğim en kalıcı duygu şu aslında, gururuma yediremediğim, iki yüzlü bir şekilde beni kızdıran, yaratıcı macerama son vermeye karar verdiğiniz için size teşekkür ederim. Ama bunları söyleyerek sizi suçladığımı düşünmeyin sakın. Burada suçlanacak tek kişi var: o da benim.”

Ve yazmayı bırakır.

Tanınma diyalektiğinin çıkmaza sürüklendiği, tanınanın aleyhine işlediği, gerçekleşimin kendi imkânının koşulunu ortadan kaldırdığı paradoksal bir durum. Burada belki Mantovani’den ödülü reddetmesi beklenebilirdi, ama bu karşı kararın, verilmiş onay kararı karşısında artık bir hükmü kalmamıştır, zira yazar ödülü alsa da almasa da ödüle layık görülmesinin sebebi bakidir. Öyleyse ilk gerilim akademi ile yazar arasındadır. Acaba Akademi oyunu konfordan yana mı kullanmaktadır?” Ama örneğin Sartre’ın “yazarın görevine dair anlayışı” dolayısıyla Nobeli reddettikten sonra gazetelere gönderdiği açıklama yazısında okuduklarımız -“en şerefli bir şekilde dahi olsa müesseseleştirilmeyi reddetme”, “yüksek kültür divanlarından gelecek her payeyi reddetme”, “kabul edeceği her payenin okuyucuyu etki altında bırakması” vs.-, Sartre’ın hiç de konformist bir yazar sayılamayacağı göz önünde tutulduğunda, Akademiyi -ve de yazarı- en azından edebi niteliği ön planda tutmak konusunda ve yine en azından bazı örneklerde aklar. Fakat Akademinin üstün edebi nitelikleri aşikâr pek çok yazarı göz ardı ettiği de vakıadır. Bu bakımdan ödülün kimlere neden verildiği ve kimlere verilmediği (kimlerin neden almadığı) meselesi hep tartışma konusu olmuştur. Örneğin 1901’de ödül ilk kez verildiğinde Savaş ve Barış ile Anna Karanina’sını yazmış Tolstoy’un yanı sıra Mark Twain, Çehov, Oscar Wilde hayattadır. Gelgelelim ödülü Fransız şair Sully Prudhomme alır. Gerçi 1906’da Rusya Bilimler Akademisi Tolstoy’u ödüle aday gösterince yerleşik fikirler ve kurumlarla başı hoş olmayan Tolstoy paranın hayırdan ziyade kötülük getireceği inancıyla duruma müdahale eder ve sonuçta ödül (ölümünden bir yıl önce) İtalyan şair Giosue Carducci’ye verilir. Prudhomme ve Carducci muhtemelen büyük yazarlardır, fakat dünya ölçeğinde yapılacak bir oylamada Tolstoy’un yanında bunların esamisinin bile okunmayacağı muhakkaktır.

Kazuo Ishiguro

Bu da bizi ikinci gerilimli ilişkiye götürür: Akademi ile okur, yani edebiyat demokrasisi arasındaki ihtilafa. Akademi’nin seçimi ile okurun bireysel tercihlerinin -hele ki bir yazar konusunda genel bir ittifak varsa- çoğunlukla tutmaması her yılın tekrarlanan kavgasıdır. Ağızlardan düşmeyen Proust, Joyce, Borges adları dışında, bir Perec, bir Auster neden Nobel’e aday gösterilmez mesela? Hele ki benim gibi Kunderacılar için, Dylan şokundan sonra bu sene de “müsabakanın” Ishiguro ile Murakami arasında cereyan etmesi akıl alır şey değil.

Yine de Akademinin her seferinde beklenmedik kararlara imza attığı da söylenemez. Adları dünyaya büyük edebiyatçı olarak kalmaya layık pek çok yazar olması gerektiği gibi bu ödülle şereflendirilmiştir. Ancak bu noktada en büyük ve en gerçek gerilim ortaya çıkar. Bu sefer edebiyat ve piyasa arasında. Dubravska Ugresic’in sözleriyle “Estetik değerleri yerleştirenler, yazarlar, kalite kontrol yargıçları ya da eleştirmenler değil güçlü edebiyat piyasasıdır.” Sözde edebiyat demokrasisini belirleyen de büyük ölçüde piyasadır, hatta bu durumda Akademi bir noktaya kadar edebiyatın kral yolunun muhafızı rolünü üstlenmiş olarak bile görülebilir. Lacan’ın deyimiyle çöp-yayın (poubellication) yığını içinde as aktörlerinin hakkını yedirmez.

Son olarak, bizim dilimizle lingua franca arasındaki gerilim. Bir yandan sesleri kendi dillerinde boğulmuş dünya çapında yazarları okuma şansına nail olmak, diğer yandan bunların hak ettikleri teveccühten mahrum kalmalarına üzülmek… Neyse ki piyasa yeni pazarlar yaratmak peşinde bir sürü çöpün içinde bu yazarlara da yavaştan yer vermeye başladı. Yine de bir İhsan Oktay Anar Türkçede yaptığını ingilizcede yapan bir Amerikalı olsaydı piyasada nasıl bir yer kaplardı sormadan edemiyor insan. Ya da Hasan Ali Toptaş bir Avrupa dilinde yazsaydı Nobel’e aday gösterilmesi uzak bir ihtimal miydi? Hele bir Ahmet Hamdi Tanpınar, Bir Oğuz Atay Nobel alsaydı kim yok diyebilirdi ki? Şairlerimizi hiç saymıyorum bile.

Kısacası piyasa kraldan daha kraldır, o yüzden iyi kötü Nobel Edebiyat Ödülünü “Kral”dan kabul etmeye devam. Ya da tüm krallara ölüm.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl