Ana Sayfa Röportaj Nurduran Duman ile Söyleşi

Nurduran Duman ile Söyleşi

Nurduran Duman ile Söyleşi

Şiirde tetiğe basmanızı tetikleyen üç şair söyler misiniz okurunuza?


“Sordum sarı çiçeğe
Annen baban var mıdır
Çiçek eydür derviş baba
Annem babam topraktır”

Yunus Emre’nin bu dizelerini ezgisiyle birlikte siz de büyük olasılıkla biliyorsunuzdur. Beş altı yaşlarımda bu dizeleri ve şiirin tamamını ezgisiyle söylediğimi anımsıyorum… İşte o derviş baba günden güne gün ile biçimlenip benimle birlikte bugüne değin geldi. İlk gençlik çağımda “Gel gör beni aşk neyledi” ile benimleydi, şimdilerde ise “Bir ben vardır bende benden içeri”ye bakmaya çalıştığım bir soru olarak. Yunus Emre. Şöyle kocaman kocaman söyleyesi geliyor insanın, YUNUS EMRE. Tabii bu kıymeti sözlere sığmaz şairimizin Ahmet Yesevi’den etkilendiğini göz önüne alırsak, Ahmet Yesevi ile Yesevi’nin dokunduğu şairlerin arasında karşılaşmış karşılaşıyor olduklarımın her birine tetikleyicim diyebiliriz.

İkinci şairim, türküleri kimler yakmışsa onlardır, masallarımızı, bilmecelerimizi bugüne değin kimler taşımışsa onlar da.

Üçüncü tetikleyicilerim ise Halikarnas Balıkçısı’ndan “Aganta Burina Burinata”, Reşat Nuri Güntekin’den” Çalışkuşu”, Ahmet Muhip Dranas’tan “Serenad” şiiridir.

Bir de annemin, minicik bebekken ninni diye kulağıma tek tek söylediği harfler sanırım. O, harfi söyler ben de “hıı” dermişim. Miş’li geçmiş zaman kullandım ya, aslında birkaç parça an hatırlıyorum; o sesleyişleri, hı hıladığımı, o anne-bebek muhabbet bağının yaşandığı çiçekli, suyu çeşmelerden şırıl şırıl akan bahçeleri.


Haydar Ergülen ikinci şiir kitabınız “Mi Bemol”deki şiirler için: “Nurduran Duman, ikinci kitabıyla yepyeni bir şiir coğrafyası yaratıyor. Hem durulmuş hem zenginleştirici, hem sakin hem yerinde duramayan, hem aklıbaşında, hem haylaz şiiriyle, coğrafya dediğime bakmayın, sınırsız bir evrende gezdiriyor gözümüzü, gönlümüzü. Türkçeye şiiri mi gezdiriyor, şiiri Türkçe mi gezdiriyor, onu bilemedim ama şiir yeni bir Türkçe kazanırken, Türkçe de bu yeni şiirlerle biraz daha genişlik kazanıyor. Şaşırtıcı, sevinçli, sesli, ahenkli, içten renkli şiirler bunlar” demişti. Övgü de olsa, şiirinize ve öznenize ciddi bir tarihsel yüklem yüklemiş gibi görünüyor Haydar Ağabey. Tarihsel bir görev, sorumluluk, bir işlevsellik… Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Türkçem benim ses bayrağım demesini de göz önüne alırsak… Siz ne dersiniz bu övgüye, göreve, bayrağa?

Ne dese bilemiyor ki insan… O tehlikeli “ben” sözcüğünü kullanmadan yanıt verebilmek… En iyisi şu üç şeyi diyerek sözü açmaya çalışayım. “Pır pır” ve “günebakan”. Bir de “gönül” meselesi.

Bir: Kalbim pır pır, sorunuzdan. Bu soruyla Haydar Ağabey gibi siz de özneme o yüklemi yükleyivermediniz mi şimdi? Nasıl kalbi aklı pır pır etmez ki insanın. Hele de Türkçeye sevgisi hayranlık, Türk Dili’ne ilgisi, öğrendikçe artan düşkünlük derecesindeyse… Kendi içimde Türkçe, Türk Dili için ömrümce özenli bir emeğe durmakta kararlıyım, bundan sevinçliyim elbette. Dışarıdan söylendiğinde ise korkulu bir hisle karışık dengelenme gereksinimi duyuyor insan. O kadar arı duru, bir o kadar da derin dil ki, anatomik, bilim dili olmaya yatkın ve matematiksel üstelik… Bir bakıyorsun bayrak elinde ise, üç kez öpüp alnımıza götürmek görgüdendir; gereğince ve dahasına gayret göstererek taşımaya çalışırız kalemimle birlikte… Yine de daha harfin sözcüğün ve Türkçenin, Türk Dili’nin başında, henüz yola çıkmış biri olarak ben bildiğim gibi yürüyeyim, Âşık Veysel’in dediğiyle “dostlar bizi hatırlasın”.

“Günebakan”a gelir isek… Başka bir dolu sözcüğümüze baktığımızda olduğu gibi, salt bu sözcüğe bakarak Türkçeye vurulabilirsiniz. Türetilen sözcükteki mantık, anlam, çağrışım, imge, görsel uyarım vb. bir dolu yüklenimler…

Bu yanıt için şimdilik ekleyeceğim bir de “gönül” meselesi var, bence çok önemli, başka hiçbir dilde karşılığı yok bu sözcüğün. Bu ne demek iyice bir düşünürsek görüveririz önemini. Türkçede ise “gönül” ile birlikte kullandığımız eklerle, ek eylemlerle onlarca ifade var. Bunun üstünde de özellikle düşünürsek, kimiz neyiz, insanlık için ne demekiz, ne demek olabiliriz görebiliriz.

Şimdilerde -coğrafyamız için söylüyorum- yazılan çağ-daş şiirde en arızalı gündemden biri de “dil problemi olan şiirler”. Nurduran Duman öz şiirinde öz kaynaklardan ve oluklardan hareketle, dil problemi olmayan ve hatta dil meselesini ana bir mesele olarak alan bir şiir yazıyor. Yalın, dünyalı, çok katmanlı ve çok rafine. Ne dersin?

Şiir kurarken en baş malzememiz harf, sözcük, noktalama işareti olduğuna göre, temel araçları bunlar olan dil de ana malzemelerimizden biri oluveriyor aslında. Şiirin sınırsız olanaklarını görüp deneyimlediğinizde ise, tüm ögeleriyle dilin olanaklarını, tüm ögeleriyle şiirin olanaklarına katıştırmaktan, onları birlikte yeniden yine yeniye çoğaltıp biçimlemekten heyecan duymamak çok güç. İnsan bir işi duyduğu heyecanın bilinciyle kotardığında sonuçlar da başka oluyor tabii.

Şiir bir yaratı-tasarım. Harf, noktalama işareti, sözcükler, dizeler, boşluklar, ses, ritim, anlam, tema, çağrışım, imge, bağlam, bütünlük vb. diye sayabileceğimiz çok katlı bir yapı kuruyorsunuz şiirle, şiir diye. Bu yapı kurulurken kullanılan temel uygulamalardan biri ise matematik. İyi bildiğinde, bilgisayarlarda arka planda çalışan uygulamalar gibi, matematik de şairin bünyesinde iyi işler halde oluyor. Burada söz yine Türkçeye geliyor doğal olarak, Türkçe matematiksel bir dil. Şiiri yaratım sürecinde yazılmakta olan dizeler gözünüzün önüne serildikçe, şiirin sınırsız olanaklarını -yukarıda saydığım tüm ögeleriyle birlikte- apaçık görmenizi sağlıyor.

Şirin benim için aynı zamanda bir “dil meselesi” olduğunu söylüyorsunuz ya, Türkçe yazdığım, Türk Dili’nde söylediğim için öyle. Başka bir dilde yazıyor söylüyor olsaydım şiirde bir dil meselem olmayabilirdi.

İzliyoruz… İzlekleri, imge patlamalarını, genç kalpli şiiri, genç şiiri, yeniyi, yenilikleri vesaire… Biz kendi öz şiirimizi biliyoruz önermesiyle; dünyada şiirin seyri nereye gidiyor? Dünyalı şiiri uluslararası yayınlarınla, jüri üyelikleriyle yakından ve dostluklarla da izleyen bir şair-okur olarak?

Batı dünyası genelde hikâyesi olan şiirler yazıyor, öyle de yazagelmiş. Bireysel dertleri olan, biçimi pek dert etmeyen, içeriğiyle şaşırtıcı vuruşlar yapan şiirler. Dolaşımda daha çok gördüklerim böyle şiirler. En çok da o dertlenilen hikâyenin vuruşunu arayanlar dolaşımda. Mutfakta çorba kaynatmaktan, Mandarince kitap okumaya uzanan temaları olabiliyor. İyi kotarılmışları pek lezzetli. Sıradan görünen bir gündelik hayat detayına şiirin değen sihirli eli. Şiirle, hikâye anlatmanın başka bir yolu olarak ilişki kurulduğu için, verilen emek o yönde olduğundan kimilerinin eli daha lezzetli oluyor tabii.

Dünyada da şu sıra harıl harıl bir arayışın içinde dolaşan genç şiirden söz edebiliriz. Başarısız küreselleşmenin yanlış önerdiği tektipleşmenin sonucu bir tepki sanırım. Hangi dilde kültürde üretilen şiir olursa olsun, tektipleşmiş yaşam önerisi içinde kopyalar gibi dolaştığını gören sıkışmış bireyin, ellerini gözlerini önce kendi içine daldırıp sonra da dünyayı taraması arayışı bir başka gayret getirmiş oldu şiire elbette. Sonuçta: Şiir her şeyin içindedir, her şeyi de içerir. Şiir her şartta dönüştürür, iyi sanatın yolunu buldurur.

Gördüğüm, batı dünyası (genç) şairleri -hikâyeden pek uzaklaşmadan- yeni söyleyişler deniyorlar. Haiku yazma denemeleri başı çekiyor, haiban, bazen tanka yazmayı deniyorlar. Gösteriyle birlikte yapılan şiir sunumları pek ilgi görüyor. “Word wrestling (‘sözcük güreşi’ gibi çevrilebilir)” diye bir şiir kapışması var örneğin pek rağbet gören. Bildiğiniz boks ringine çıkar gibi iki şair sahneye çıkıyor. Edinburg Kitap Festivali’nde tanık olduğum böyle bir şiirli gösteride, bu sahne çadırın orta yerine kurulmuş bir ringti. Şairler beden dillerinden de destek alarak ellerindeki metinleri karşılıklı okuyorlar. Bu size bir şey hatırlatmış olabilir. Evet, bizdeki “âşık atışması”na benziyor. “Âşık atışması”nın müziksiz, hazırlıklı gelinmiş başka bir sürümü diyebiliriz sanırım. Aslında sırf bu benzeşmeden ana bir başlık açılabilir şiir çevremizin üstünde kafa yorup tartışması için, o tartışmadan yeni söyleyiş önerileri bile çıkabilir. Salt “âşık atışması”na dönüp baksak, bu değerimizi hatırlasak bile kâr.


Nurduran Duman’a yine bir şair-okur olarak şiirine ve şair görgüsüne hiç katkısı olmayan ve şiirde ölümcül hata yapmış olduğuna inanç beslediğin, şiirden ve şiir biçimlerinden sözü açarsak…

ND: olsun. Klasik şiir, hece şiiri, divan, deneysel şiir, görsel şiir, ses şiiri, haiku, haiban… daha nicesine nasıl sözümüz olabilir?

Ancak “tutum olarak” doğru göremediğim bazı yaklaşımlar var elbette. Ağlak, çok konuşan şiirlerle buluşmakta güçlük çekiyorum örneğin. Söylem sorumluluğunu yüklenmeyen şiirler ise tehlikeli bile gelebiliyor bazen bana. Şairin işlerinden birinin yaşam gücü vermek olduğuna inanıyorum çünkü. Kurban, ezik ruh haliyle, sürekli şikâyet eden şiirler bir tür zehir etkisi bile yaratabilir okurun bünyesinde. Sözün gücü var çünkü, hele de şiirin etkisiyle sihirlenmiş gücü düşündüğünüzde. Yazılan şiir, tarlasına giden çiftçiyi, fabrikasına giden işçiyi, okuluna giden öğretmeni öğrenciyi, şirketine giden yöneticiyi yaşama hevesiyle kuvvetlendirip onlara yaşam gücü vermeli.

Ve/veya: Yazılan şiir, başka söylemekler peşine düşen, yeniliklerle yeni olanaklar üreten şiirin peşine düşebilir, “Şiir Sanatı” için.

Her ikisini de yapabilirse ne güzel, ne şans.


Konuşurken “En sevdiğiniz dizeniz hangisi?” diye sorduğumda konusuna göre rengarenk ve akılda kalıcı pek çok dizenizi paylaşmıştınız benimle. Şimdi son ama son kararınızla en sevdiğiniz dizelerinizi okurunuzla da paylaşsanız…

Peki. Bugün için deyivereceğim şunlar olsun.

Şiir sana verilecek kötü haberim yok.” Poetik görüşüme işaret ettiği için.

Bir ağacın gövdesine yerleş de gör”. Bir başka yaşam önerdiği için.

Arada olsun seninle kuş izlemeye gelmediğimde / Evdeki çatal bıçaktan dünyanın notasını çıkarmak”. İlişkiye, ilişkinin içindeki kadın kişiye bakışıma değindiği için.

“şarkı söylediğinde sen bal arıları toplanıyor etrafıma / ağır bir kapıyı yumrukluyor kalbin ben / şiirle fısıldadığımda boynunu” Aşk hâline ilişkin olduğu için. Ya da şu: “bizim bir göğümüz var / gözden gemilerimiz, kirpikten kanatlarımız / bir bakışmamızla bizim bir uçuşumuz”.

anne gel sar çıvgınlarımı, topla beni eve katla / camdaki şarkınla demle beni, fesleğenlerle süsle / beni şekerle, karıştır elinle ev içir bana anne”. Anne denen o tarifi güç kıymetli bağa değindiği için.

kalbinde şey gizlemeyeceksin hele kalbini hiç”. Bir öneri.

“yağmuru seven de var bilmeyen de sevmeyi”. Bu da artı bir olsun.


Vakitli Üsküdarlı hatta Salacaklı olduğunu biliyorum. “İstanbul’la Bakışmak” (Heyamola Yayınları / 2010) kitabınızda da muhitiniz ve mekanınız Salacak’ı yazmıştınız. Neden “İstanbul’la Bakışmak”?

Salacak âşıklığı diye bir aşk türü, bir ifade vardır, bilmem bilir misiniz? “İstanbul’la Bakışmak” Salacak âşıklarına ithafımdır. Böyle bir aşkın içine ben de düştüğüm için yazdım bu kitabı. Yıllardır İstanbul’la bakışıp dururum oradan. Yedi tepeli eski şehri gördüğünüz gibi, Haliç’i, Galata’yı, Taksim’i, Beşiktaş’ı, Ortaköy’ü, hatta yüksek gökdelenleriyle Mecidiyeköy’ü, Levent’i, Maslak’ı bile görürsünüz aynı anda. Salacak, Üsküdar’ın bir parçası da olsa, Üsküdar’la bile bakışabilirsiniz oradan, eğer bakışacak noktayı bilirseniz, o noktaya varırsanız, tabii… İşte bu bakışmayı merkeze koyduğum bu aşkı anlattım diyebilirim. Kendi kişisel hikâyem, edebiyat yolculuğum ile semtimin arasındaki bağı, ilişkiyi… İstanbul, Avrupa Kültür Başkenti olduğunda geliştirilen “80 Semt 80 Yazar” projesinin temel iç yapısı gereği yazardan istenen de buydu. Örtüştük.

Salacak bence sadece İstanbul’un değil, dünyanın kalbi. Hem duygusal hem de coğrafi açıdan bakarsak az önce dediğim gibi neredeyse tüm İstanbul’la karşı karşıya durur, söyleşir, iletişir. Ayrıca dünyanın yukarısına veya aşağısına gitmek isteyenlerin önünde sonunda geçmek zorunda oldukları bir kapıdır. Bu kapı bazen geçilebilmiş bazen de geçilememiştir tarih boyunca. Bazı günler hava güzel olduğunda sahildeki çay bahçelerinde oturduğunuz yerden Yalova dağlarını bile görürsünüz. Ve Boğaz, yakamoz, Kızkulesi, rüzgâr ve elbette hiçbir zaman bir benzerine tanık olamayacağınız günbatımları. Koca, kadim ama hızla soluk alıp veren, yaşayan bir kentin üzerinden günbatımları… Kitabın son cümlesinde Cihannüma’nın da söylediği gibi, ses ve ışık, huzur ve suskunluk, dünyaya Salacak’tan yayılır. O’nun gözleriyle görenler bilir, Dünya her an yenilenen güzelliğini ilk Salacak’a gösterir.


Fransa gibi sanatın kültürün neredeyse asırlardır merkezi olan bir ülkenin en önemli şairlerinden Paul Valéry’nin adını taşıyan müzenin resim ve resimlere yazılan şiirlerden oluşan kitabında “edim” şiiriniz yayınlandı. “Peinture et Poésie”. Tüm dünyadan yaşayan 235 şair ile ölü diri 235 ressam… Adonis’ten Kübalı Victor Rodriguez Nunez’e koca şairlerle 17. yüzyıldan bugüne koca ressamlar… Bildiğim kadarıyla müze sizden bu şiiri müzedeki resimlerden biri için yazmanızı rica etti. Tüm bu süreci yaşamak nasıl bir duygu, duyguydu?

Duygum mu?.. Şanslı hissettim.

Şanslı bir şairim ben… Nisan ayında (2018) Fransa’daki Paul Valéry Müzesi’nden bir mektup geldiğinde de şanslıydım. Bu mektup müzedeki kalıcı eserlerden biri için şiir yazabilip yazamayacağımı sorduğunda da. Tarafıma gönderilen -belli ki şiirimin özellikleri biliniyordu- üç esere de yakın hissettiğimde de şanslıydım. Alexandre Hollan’ın ağacıyla ise kurduğum arı duru derin bağ şansımın doruğuydu sanırım. Sonra “edim” çıktı geldi şiir sanatının resimle kaynaşıp durduğu o sıcak serin yerden, dün yarın zamandan, o teşekkürü hep borç bileceğimiz kaynaktan…

ağacın gövdesine yerleştin mi bilirsin rüzgârı” diyordu “edim”. Sonrası Türkçenin de güzelliği…

edim

Alexandre Hollan’ın fırçasındaki bitimsiz devinimler için

ağacın gövdesine yerleştin mi bilirsin rüzgârı
sevincini görünür olmanın, örüp bağlarken
ucunu kelebek düğümlerle dalların

çekiliyor parçacıktan dalgaya ışık yaygısı
toprak içine dalan seyreden hava yuvarında
olmuşlar olacaklar zamandaki tüm anlar

yerleş iyice inişine sudan geçenlerin
geçişenlerin yükselişine suyla

 

*

 

yerleş iyice inişine sudan geçenlerin
geçişsin yükseliş seninle suya

 

*

 

yerleş iyice bil inişini sudan geçenlerin
geçişenlerin yükselişini suyla

 

Nurduran Duman

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl