Ana Sayfa Litera O Esnada Büyükada’da: Deniz Ne Kadar Güzel

O Esnada Büyükada’da: Deniz Ne Kadar Güzel

O Esnada Büyükada’da: Deniz Ne Kadar Güzel

Kristal kül tablalarına zarifçe silkelenen küller annelerin tüm gün buzdolabında serinlettikleri zeytinyağlıların üzerinde uçuşurken yaz aylarının dinmeyen neşeli uğultusu eşliğinde bir aşk-cinayet ağına takılırız Deniz Ne Kadar Güzel’de…

Yiğit Karaahmet, Büyükada’nın tam ortasında ancak apaçık sergilenerek gizlenebilen bir eşcinsel ilişkiyi merkeze alarak aşk, yaşlılık, kıskanmak, heves ve yaşamak arzusunun toplumsal bilincin heyula gölgesinde ilerleyişini anlatıyor. İçinde cinayet geçen bir roman olmasına rağmen alaycı bir tutumla göz ardı edilen bir gerçek varsa o da ölüm. Asıl mesele yaşamdır; romandaki her birey, her kıyafet, vazodaki taze kesilmiş çiçekler, mimozalar, böğürtlenli tartlar, her ağaç ve deniz yalnızca yaşamak, yaşamak istiyor. Ama en çok, en çok Şener… Hiçbir zaman durmamacasına büyüten, çoğaltan, yeşerten hep Şener’dir. Pişiren, taşıran, düşünen ve en çok da karar veren. Mutludur Şener; “Tüm hayatını küçük işlerle doldurabilecek kadar büyük bir hayatı olduğu için daha da mutluydu.” (s.86) Bitmek bilmeyen bereketiyle tıpkı bir tanrıça gibidir o. En mahrem tartışmalarda dile gelen bir nitelik sıfatıdır. Cinsiyet görevlerine dair bu uyuşuk düşünce Fehmi’nin öfkelendiğinde Şener’e “erkek gibi konuş benimle” dedirtebilecek kadar iliklerine işlemekte, aslında söylediği sözün korkunçluğundan ziyade bunun gerekli oluşuna içten içe hayret etmektedir.

Şener, Fehmi için arzularını yüz üstü bırakmayı seçmiş bir piyanist, Fehmi ise bir mühendis… Mesleklerde bile toplumsal kararlarımıza sinmiş o uyuşukluk hemen sezilir. Uyuşukluğun ince, ayaklara dolanan örümcek ağı dokusu ilişkilerinde kırkıncı yıllarını dolduran Şener ile Fehmi’nin aşkının da üzerini kaplamıştır artık. Yüzümüzde, omzumuzda, bacağımızda yapışkanlığıyla bizi rahatsız eden, üstümüzde olduğuna emin olduğumuz ama asla göremediğimiz ağları tuhaf el hareketleriyle beceriksizce çekiştirip atmaya çalıştığımız o gülünç çabayı bazen karakterlerde de görürüz. Akşam ne yiyeceklerini kararlaştırmak için girdikleri tartışma o kadar beyhudedir ki Şener yine de usul adına Fehmi’ye fikrini sorar, Fehmi bu konuşmanın öznesiz yüklemidir. Yıldönümü yemeğinde ne yiyecekleri günler öncesinden Şener tarafından zaten kararlaştırılmıştır. Yine de Fehmi olmadan böyle bir tartışma gerçekleştirilemeyeceği için, açıkça zayıf olan Fehmi gibi görünse de gizli güç yine ondadır. Az ve öz dostluklarla çevrelenmiş lezzetli bir masanın başında, artık başlarına beklenmedik veya tuhaf hiçbir olayın gelmeyeceğinin öngörülebilir olduğu tatlı günlere adım atmış, en yakın dostları tarafından sevilmenin ve benimsenmenin tadını çıkaran iki yaşlı insandır Şener’le Fehmi…

Yine de Büyükada bahçesinde diğer çiçeklerle aynı familyadan gibi durmaya çalışsa da göz alıcı renkleriyle bunu başaramayan yaşamları süregelmektedir. Dış dünyada benimsenme, onaylama ve sevgi yoktur. Kapılarına gelip giden görevliler, işçiler ya da öylece yoldan geçenlerin dikkatle yavaşlayan kısık bakışlarına ya da alaycı küçümsemelerine maruz kalmak onlar için alışılageldik olsa da sinir bozuculuğundan bir şey yitirmeyen bir yazgıdır. Yazgı derken ne Şener’in ne de Fehmi’nin bu yazgıyı kabullendiğini düşünüyorum. Burada yazgı, topluma aittir. Büyükada, yani tüm ortalama insanlar kötücül yazgılarında debelenip dururken hemen yanı başlarında bir üst yaşam sürmektedir. Ne var ki günün birinde, “güzel” bahçeye adım attığında “faydalı” olanın rengi solmaya başlayacaktır.

Güzelin gelişiyle birlikte az önce beceriksizce bir metafor olarak kullandığım örümcek ağını üzerinden çekip atmayı ilk başarabilen Fehmi olmuştur. Güzelliği doğrudan kavranabilen, hiçbir açıklamaya yahut kanıta ihtiyaç duymadan gayesiz bir ahenk içinde salınan salt bir güzeldir Deniz. Fehmi gece gündüz onu düşünmeye başlar. Güzel, tıpkı Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmindeki koka kola şişesi gibi, huzur içinde yaşayıp giden bu yaşlı ruhun içini dalgalandırır, heyecanlandırır. Onunla ne yapacağını bilemez. “Otursa olmuyor, kalksa olmuyordu.” (s.77) Fehmi nesnesine kavuşmuştur ve artık silik sureti yalnızca arzu penceresinin ardında gizli gizli heyecanlanırken can bulmaktadır.

İleride yaşanacak trajedi estetik hazdan payını almış bir şekilde, acıklı anlatı öğelerinden çok uzakta ele alınmıştır. Her şey olması gerektiği gibidir. O küçük yatak odasında o güne dek bedenlerinde gezinen tüm üstten bakışların, imalı sözlerin, alaycı gülüşlerin kaynadığı basit bir kelime gizlidir. Bu basit kelime büyük tetiklenmenin habercisi olur. Şener “güzel”i yok etmiş, yerine daha yüce bir hakikati koymuştur; özgürlüğü…

O güne dek dünyanın tüm güvenli köşelerini kapmış erdemlerin hepsini yerinden eden yaşlı çift artık bir başınadır ve o odadan “yıllarca kapalı kalınan bir odadan çıkar gibi” (s.42), ama bu kez peşlerinde bir ceset sürükleyerek çıkmaktadır. En az Şener’i tetikleyen o basit kelime kadar basit bir ölümdür bu. O güne dek sıradan bir yaşam sürmek için gösterdikleri çabanın rehavetiyle birbirlerine yeniden, gerçekten bakabileceklerdir. Kırk yılın ardından ciddi bir anımsamaya ihtiyaç vardır artık. Zira Fehmi, ne Şener ona rahatlaması ve uyuması için bir hap verirken ne de kapıya polisler geldiğinde Şener’e güvenmektedir. Rahatlıkla bir yabancıya duyulabilecek bir şüphedir bu. Onun aşkını, bağlılığını, yüce sevgisini unutmuş gibidir. Yıllardır sürdürdükleri sıradanlık hengâmesi içinde aşklarının da rengi solmaya başlamıştır. Şimdi Büyükada’nın güzel bahçelerini terk etme zamanı; “Çünkü biliyorsun ki biz aslında bize diyebilecekleri her şeyiz!” (s.138)

Yiğit Karaahmet’in modern niteliklerle örülü romanı bana en çok da içimi ısıtan küçük tesellilerimi hatırlattı. Fehmi, nihayet kimselerden sakınmadan Şener’i öperken benim de aklımdan şu geçiyordu, yüz üstü bırakılmış onca arzuların tesellisi sevilmekten başka ne olabilirdi?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl