Ana Sayfa Kritik Okulu Asmak ya da Modernin Kırılma Anlarında Türkiye Şiirinin Ezoterik Tarihi (mi?)

Okulu Asmak ya da Modernin Kırılma Anlarında Türkiye Şiirinin Ezoterik Tarihi (mi?)

Okulu Asmak ya da Modernin Kırılma Anlarında Türkiye Şiirinin Ezoterik Tarihi (mi?)

Dosyalara yazı yazmak zor zanaattır; hele yazılacak şey “resmi tarih” değil onun dışında; yazanın yaşayan olduğu, kırıldığı, büküldüğü, dövüldüğü, sürüldüğü, süründüğü bir karşıt kültür ve onun tarihini satırlara vurmaksa..

Kişi metin eri bile olsa belli tarihsel dönemlerde yaşanan kaçış çizgilerini, “anti kanun/kanon” varoluşları, kendi yağıyla kavrulmayı, dünyayı takmamayı, suyun başını tutan edebiyat/kültür elitlerine eyvallah çekmemeyi, suyun altında kalmayı deneyimlemişlerin tarihini özetlemek zordur.

Bu tuhaf girişi yazıyorum, çünkü bu dosyayı hazırlayan sevgili Editör dostlar benden “yeni beat ve yeni sürrealist gruplar etrafında gelişen, kendi şiir/sanat anlayışlarını da tarifleyen yeni avangard şiir oluşumlarını” inceleyen bir yazı yazmamı istediler. Bu; daha önce tam olarak hiç yazılmamış, bu topraklar için köksüz gözüken, bir anda biten, ana akımdan uzakta kendini konumlayan ve tam olarak hiçbir zaman bir grup olmayan, ya da bunu hiç hedeflemeyen “scene”lerin tarihine bir girizgâh yapmak demek.

Kuşkusuz böyle bir dosya metninden beklenen teorik bir ekin ortaya koymasıdır. Fakat bu satırların yazarı bu bahsedilen tarihlerin bir yaşayanı, tanığı ya da yaşamadığı kısmı da yaşayanların dilinden ağır ve aksak gecelerin alkol dumanlarında dinlediği, deneyimlediği varsayılırsa- ortaya koyacağı teorik bir metinden çok yaşayanların dilinden aktaracağı biyografik ya da yaşadığınca oto-biyografik dağınık düşünceler olacaktır.

Artık yıpranmış “yeraltı”, “altkültür” gibi tanımları kullanmayacak olsak da; elimizde bu gün farklı alanlarda yaptıkları/yaşadıkları/başardıklarıyla (o ne demekse?) görmezden gelinirlik durumunu kendi inatçı ve tutkulu faaliyetleriyle aşan farklı şehirlerde, çetelerde, göçebe çadırlarında yüzer gezer küçük ama iştahlı, üretken ve tarz sahibi ekipleri kendi iç çekim, çakışma, çatışma, çarpışma ve dayanışma pratikleri ile anlatmaya çalışmak olacaktır.

Bu girizgâhı yaparken öncelikle 5 uyarıda bulunmak, okurun anlatacağımız derdi/birikimi anlaması açısından faydalı olacaktır:

1-Bahsi geçen oluşumlar; şiir merkezlidir ve hatta yaşam pratiklerine bakıldığında ülkede hâkim olan geleneğin ötesinde şiiri yaşayan, hayatlarını şiire çevirmek isteyen insanlardan oluşur. Bu noktada ülkenin bilinen şiir sınırları ötesinde, sınır ihlalcisi bir hat izlerler. Bu yüzden şiir dosyalarından, yarışmalardan, ödüllerden, toplu fotoğraf çektirmelerden öte-  performanslardan, ses kayıtlarından, sergilerden, sokaktan, karşı-mimariden ve esriklikten bolca bahsedilecektir. Ki bunu yaşayanlar için bu anlattıklarımın hepsi şiirdir.

2- Bu gün bilinir ya da görmezden gelinemeyecek bu oluşumlar özellikle 2000’li yılların 2. Yarısından sonra çok daha gürültülü hale gelmişlerdir. Kuşkusuz bu duruma gelişen internet teknolojisi kullanımlarının önemli payı vardır. Çünkü ana akım dışı, kültüre arkadan giren bu oluşumların kökleri 90’lı yılların ortalarından bu güne gelen bir zamanı ve o zamana bırakılan patlayıcı üretim ve deneyimleri barındırır. Şiire dosya hazırlayarak ya da Varlık dergisinin “genç şiir sınavları” köşeleriyle başlamayanlar için oldukça da olağan bir şüphelilik durumudur bu. Önce mail gruplarında, ardından blog’lar ve diğer sosyal medya kanalları ile bu grupların kendi “medya”sını oluşturduklarını söylemek yanlış olmaz. (Lütfen bu anlatımı internet şairliği ile kimse karıştırmasın..)

3- Bu yazıda bahsedeceğimiz temel iki oluşum ve onlardan yola çıkarak aşacağım geçitlerin hepsi bir şiir okulu, tarzı ya da akımı olmayı başaramamıştır. Aslında ortada ne yeni/güncel Sürrealist şiir ne de Beat şiiri vardır. Belki de doğdukları post-modern iklime paralel kendi içlerinde eklektik, kolaj ya da pastij kalmışlardır. Ama belki biraz kifayetsizce bu duruma karşı “serin” durmuşlar; bir şiir okulu olmaktan öte şiirsel bir hareket olarak tercih etmişlerdir. Bu noktada şiiri yaşamının şiirin yazımının ötesine geçtiği; yazılan şiirin de kendi içinde rutin ile mucize arasında gidip geldiği söylenebilir. Bu noktada bir hareket olarak çok’luğu ve akışkanlığı yakalayanların; bir şiir olarak uzun vadede müdahale ederek değiştiren, büyütülerek sürdürülen, pekiştirilen ve “ herkesce yazılabilecek” bir şiir akımı oluşturamadığı da itiraf edilmelidir.

4-Bahsettiğim hareketler kanonu oluşturanların sürekli kanun hükmünde kararnameler şeklinde kendi tarihlerinin yazımını yapması karşısında; tarihsiz ve tanımlanmaz olmayı tercih etmişlerdir. Bu refleksleri yaşam olarak “underground” geçmişte kalsa da, onun temel idraklerinin günümüze değin bir yer altı duyarlılığı olarak kaldığının da delilidir. Fakat bu delil; alınan bu tavrın sonunda şiir ve şiirsel bir hayat için yaşanan/deneyimlenen birçok ilkin, öncüllüğün, disiplinler arası ya da düzensiz hamlenin bilinmemesine, tarihsizleşmesine de izin vermiştir. Ana akım nostaljik bir duyarlılıkla son 50 yılda dünyada yaşananları anıp, bu topraklarda olmadığından dem vururken; o deneyimleri hemen yanı başlarında yaşayanların vakur suskunluğundan da beslenmişlerdir. Bu açıdan bahsettiğimiz hareketlerin açık değil “yarı açık” olduğunu ve karşıt bir kültürün tarih yazımına soyunmadıkları, ağzı bozuk bir minyatüre dönüşmediklerinden de bahsedilmelidir.

5-Modern Türkiye şiirinde kanonu hep toplumcu/halkçı ve gerçekçi şiir anlayışları kurmuş ve sürdürücü olmak yanında iktidar da olmuşlardır. Bu iktidar tek/yekpare bir merkezden öte; genel olarak tüm kültür hayatında da egemen olan çoklu güç alanlarının oligarşik yapısını ortaya koyar. Bu noktada deneysel olmayan, yeniyi çağırmayan/aramayan, var olan ekolleri hep kendilerine mal eden, güç alanı oluşturan, şiiri sadece şairlerden oluşan küçük bir zümre içinde üreten ve tüketen, hapseden bir ağaç yapısı oluşturulmuştur. Bu dikey yapı köhnemiş köklerini de takipçisine hep geleneğe bağlılık olarak sunmuştur.

Bu yazıda bahsi geçen şiirsel hareketler yanında, bu köhnemiş devasa ağaca karşı özellikle 2000’li yılların başından itibaren şiir ağacının içinde var olan, ama dikey değil yapay bir varoluşa kalkışan, karşı girişimler olmuştur. En parıltılı örnekleri olarak Ücra, Heves ve PoetikHars dergi ve çevrelerini gösterebileceğimiz bu girişimler şiir ağacının içinde ama dikey yapıya karşı yatay, durağanlığa karşı kök-sap bir karşı söylem gerçekleştirmişlerdir.

Bu hareketlerin metnimizin merkezinde olan şiirsel hareketlerle zaman içinde dolaylı ilişkileri olsa da, sadece Ş Dergisi çevresi ile açık ilişkileri olmuştur (Bu iletişimi kışkırtan şeyin Ş Dergisi çevresinde oluşan enerji olduğunu yazımız içinde irdeleyeceğiz). Bu metnin periferi’den yazan kalemi ile şiirin Ücra’sı arasında bile çakışma; oldukça geç bir çarpışma olmuştur. Bu noktada şiirin içinden bu emeklerle, şiiri merkezden uzak bir hareket olarak deneyimleyen emeklerin de fazlaca kendi içlerinde kaldığı, çok’luğu fazla zorlamadıkları, dışarılarındaki uyumsuzlara bulaşmadıkları, farklı emeklerle benzer kaygıları taşıyan çabaları yakalayamadıkları özeleştirisi de karşılıklı verilmelidir.

1 Muamma Olarak 90’lar

Şimdi ağzımızı o konuda açmasak da 90’lar bu ülkede gerçekten “underground” deneyimlerin ilk kez yaşandığı yıllardır. Ve bu bahsettiğim ana akım dışı oluşumların ilk nüveleri kuşkusuz o “özgür” kültürel(daha doğrusu karşı-kültürel) iklimde oluştu. Neredeyse tüm cumhuriyet döneminde hâkim kanonu oluşturan soldan ya da sağdan toplumcu/halkçı gerçekçi sanat-edebiyat anlayışlarının etkilerinin kırıldığı dönemde tam da bu dönemdir. Açılan bu kara delik ile geçmişte ötelenen, yok sayılan birçok radikal anlayış düşünülmeye, tartışılmaya ve de ardından deneyimlenmeye alan bulmuştur. Modernin “es” geçtiği akımlar, anlayışlar, manifestolar ilk kez post-modern iklimin açtığı “düzayak” alanda gündeme gelmiştir.

Ve oluşan bu “tuhaf havayı” bilişselleştirmekte kentin olgusunun gelişimi, Özal neo-liberalizmi, duvarların yıkılması gibi fenomenler tek başına açıklayamamaktadır. Yaşanılan etkisi uzun erimde çözümlenebilecek tarihsel bir kırılmadır. Bu açıdan yaşananı alımlamak için, geçmişe sıçrayış yapmak; bu günü geçmişten geri dönerek okumak gerekir.

Şimdi Şenol Erdoğan’ı Kent ve Kültür(haşhaşi 02, Temmuz 2010) metninden dinleyelim:

“1994’te gerçekten bir sokak olabilmiş olan Abdullah var aklımda. Polisin girmediği, junk’ın, eczanın, halüsinatiflerin, esrarın ve otun kolaylıkla “döndüğü” insanların H’den öldüğü, bar faktörünün formal olarak dışlandığı ve ucuz içme yöntemi olarak açık alanın kullanıldığı ve TARZ yaratan bir sokak!

Punkların, rockerların, metalcilerin, tinercilerin, fanzin kültürü ile iç içe geçtiği uzun saçlı ve İspanyol paçalı insanların küçümen ve tarihsiz devrimini yaşadıkları bir saha-alan olarak Abdullah sokak… bu sokağın birikimi net olarak dönemin kült mekanı Gitanes Bar-Balo sokak- menşeli oluştu işin aslı, “konser sonrası” kafası önceleri belirli bir kitlenin bildiği “İTÜ arka bahçeyi” oluşturdu- buranın asıl baharı ise 1998/2000 yılları arasında beatnik komünal bir sokak tayfasınca yaşandı yaşatıldı… Sonrasında bu kitle çok açıdan uygunluğu bakımından Abdullah’a taşındı.”

 

Bu satırlar dönemin ruhunu, kırılma anlarını “kendi” deneyimleri üzerinden çok güzel özetlemektedir.  Bu satırlara İzmir’den Konak/Alsancak Adası hattı üzerinden yapılacak başka ekler vardır. Ya da Porsuk Çayı kıyısından da.. 90’lar bizim kendi pratiğimiz içinse gençliğin darbe sonrası ve yaşanan kirli savaş ortamında politikleştiği, politik yarı-legal’in sokağın gayr-ı meşrusu ile yer yer yakınlaştığı, rock ile alkolizm, özgürlük ile yabancılaşmanın, şiir ve sokağın iç içe aktığı bir dönem olmuştur. Belki de sanatçı olmak isteyen aktivistten, artık aktivist olmayı özleyen sanatçıya yavaş çekim ve buruk bir geçiş. İşin bu kısmını 3. Bölümün altmetninde ele almak için, önce kendimizi Kadıköy’den esen lodosa bırakalım; dilimiz döndüğünce yerli Beatnik hareketi anlatmaya çalışalım.

Öncelikle T.C.’de var olan bir Beat edebiyat hareketinden çok; Şenol’un yukarıdaki anlattığı dönemde filizlenen ve hala çekirdeğini koruyan aynı kader birliği içinde yaşanan bir Beat olduğunu söylemek isterim. Beat bu topraklarda köksüzdür ve öncüsüzdür. Mehmet Fuat’ın Yeni edebiyat dergisindeki özel sayısı, Edgü ve Duru’nun 1976 da yaptığı şiir derlemesi, C. Arslan’ın katkıları Beat hareketi denen ummanın yanında küçük birer vaha olmaktan öteye gidemez.

Ülkede Beat adına gerçekten bir şeylerin yapılmasının başlandığı tarih olarak, 6:45 Yayınevinin yayın hayatına girmesini milat vermek yanlış olmaz. Ama bu işin asıl kitleselleşmesi, bir hareket olarak yaşanması için 6:45’in 2. Kuşağının ve onun başını çeken Şenol Erdoğan’ın ve onun çevresini oluşturan dostlarının yaptıklarını beklemek gerekecektir. Bu noktada 6:45 yayın bir tarafa, önce 31 sayı fanzin olarak ve ardından 12 sayıdır matbaadan çıkan Underground Poetix dergisi ve etrafında oluşan enerjiye yoğunlaşmak gerekir.

Kutsal Kâsenin Peşinde

Şenol Erdoğan; yaşadığımız süreçte bu ülkede gerçekten kültüre yamuk bakarak hizmet veren bir avuç kişilerden biridir; önemlidir ve kuşkusuz öncü bir kişidir. Karmaşık bir zihindir; tasavvuftan mimariye, noise’dan deneysel sinemaya, punk’tan situasyonizme çok geniş bir alanda düşünen ve üreten bir beyindir. Kendi “öznel” poetikasında Ebu Nuvas ile haikuyu, İlhan Berk ile Dada’yı ve bunların hepsiyle beat şiirini birleşik kaplarda yan yana getirir. Şiir yazar ama yazdığı düz yazıların çoğu da birer “gizli” şiirdir. Ses kayıtları yapar, müzisyenlerle sahneye çıkar, okuma geceleri düzenler/katılır şiirin alanını kaosa değin genişletmek isteyenlerdendir.

2008’de Ginsberg’in Uluma’sını çevirip, bir kitap olarak yayınlamaması, bu şiiri aslına/özüne uygun bağıra bağıra okuması ve Mehmet Ada Öztekin’in bu okumadan yola çektiği Uluma filmi kuşkusuz Şenol’un poetikasının yükseldiği noktaları temsil eder. Kuşkusuz inat ile üzerinde çalıştığı Undergound Poetix dergisi bu çabaların hepsinin bir çeşit kaldıracı olmuştur. Onunla yıllar önce tanıştığımızdaki düşü Türkçe de bir Beat Kuşağı antolojisi hazırlamaktı. Yıllar boyu takıntılı bir iştahla yaptığı bu hazırlık, büyüttüğü bu çocuk nihayet 2011 yılında gerçekleşti.( istemek ve başarmak, ne tuhaf şeyler)

Müzisyen şairler Can Gox(Göksun) ve Çağrı Erdem, İmam Mayıs, Beat’e sevdalı Hakan C Arslan, gizli şairler Musa Yılmaz, Kerem Kamil Koç gibi eski dostları ile çıktığı yola, yeni ve genç yol arkadaşları eklendi. Bu noktada çoğalan yol arkadaşlarının da arkadaşı olarak Küçük İskender’den 2’li olarak bahsetmek gerekir: Etrafında yarattığı genç enerji ve okuma geceleri.

İskender; 80’li yıllardan beri kendi şiirini/tarzını ortaya koyarken, bir taraftan toplumcu şiirden 2. Yeni’ye ülke şiir geleneğinden beslenirken, ağırlıklı olarak Beat şiirinden de beslenmiştir. Ve yıllar boyu İskender’in etrafında toplanan genç şairler Underground Poetix’in yarattığı yeni ve patlamaya müsait enerjiden oldukça etkilendiler. Ve bu yeni enerjiden oldukça etkilenerek şiirlerini kurdular ve bir “scene” olarak Poetix ‘te olmaktan çekinmediler. İskender inatçı bir çabayla yıllar boyunca şiir okuma gecelerini sürükledi, ama okuma pratiği olarak teatral ve dramatik bir dizgede konum aldı. Oysa Şenol’un Uluması bağıran, akan, noise ile öpüşen, delişmen ritmiyle yeni ve devrimci bir okuma pratiği ortaya koydu. Bunun neticesi olarak genç şairler İskender’in okuma geceleri yanında 6:45’inde okuma gecelerinde olmak ve çağın ruhunu veren bu ritme de katılmak istediler. Kuşkusuz Beat bağırarak, uluyarak okunan bir şiirdir!

Konuyu çokta dağıtmadan Şenol’un yarattığı poetikaya dönersek, mutlaka bir betik olarak dolaşıma soktuğu Beat Kuşağı ve Garip Akımı başlıklı önemli incelemesine bakmak gerekecek. Şenol; bu incelemesinde çok zekice bir zihin yürütme ile Beat ve Garip arasında tarihsel ve ruhsal bir analoji kurar. Bu metne bir anlamda bu toprakların ilk gerçek Beat şiiri için bir “kurucu” hamle gözüyle bakmak gerekir. Ki Şenol; bu soykütük analizini çeşitli metinlerinde İlhan Berk ve Ece Ayhan şiirleri/düşünceleri üzerinden genişletip; bu güne değin ilerletir. Özellikle “İlhan Berk Defteri” adını verdiği seri metinler kendi başına bir şiir olması yanında, mesenlin teorik zeminine de mimariden atonel müziğe lirik bir yapı sunar.

Underground Poetix dergisi bir “beatzine” olarak yola çıkmış ve o yolu yanına birçok farklı alamet-i farika ekleyerek yürümeyi sürdürmüştür.  Selçuk Gürkan, Emre Varışlı, Semih Yıldız, Ömer Akay, Uluer Oksal Tiryaki, Deniz Cansever gibi isimler yazdıkları şiirler ile Poetix’te öne çıkıyorlar, akılda kalıyorlar. Fakat Şenol Erdoğan dâhil bu şairler içinde ben Beat şiiri yazıyorum diye bir ifşada bulunan olmamıştır. Hatta Şenol birçok metninde ve konuşmasında Beat’in kültür endüstrisinin yeni bir tüketim idolü olarak aslından farklı bir yere çekildiğini, buna karşı Lamantia, Brautigan’ın gibi dönemin gerçek şairlere bakılmasının altını çizmiştir.

Selçuk Gürkan’ın 6:45 Yayıncılıktan çıkan Septik Zamanlar adlı kitabında Beat ruhu öne çıkar; fakat yazarın kendisi en iyi şiirlerinin asıl bu kitapta yer almayanlar olduklarını söylemiştir. Gerçek bir bar şairi olan Gürkan’ın şiirinin, yazının başında yaptığımız “kendi içinde rutin ile mucize arasında gidip gelen” tanımına en uygun kalemlerden olduğu kesindir.

Gürkan dışında bahsettiğimiz şairler arasında yazdığı şiir ile Beat şiiri arasında en açık köprüyü kuran ise Uluer Oksal Tiryaki olmuştur. Oksal; Akköy dergisinde çıkan mülakatında çıkan sözlerini dinlersek:  “bana sorarsanız hepsinden çok kendimi “beat” kuşağına yakın hissediyorum… Brautigan’dan Kerouac’a kadar okuduğum büyük yazarlar içinde bana yapmacık gelen neredeyse hiçbir şeye rastlamadım; çünkü o sufi dönüşün veyahut dönüşümün kaynağı hep içe ve o hep ney sesine, onlar bu sesi bence bizden yıllar önce fark ettiler ve her şeyi siktiredip yollara düştüler.”

Oksal’ın vurgu yaptığı şey bu toprakların insanının, geçmişten ve uzak diyarlardan geri dönerek ney sesini Beat şiirinde duydukları olgusudur. Ki bu kadim karşılaşma Mehmet Ada Öztekin’in Uluma filminin de ana fikrini oluşturmaktadır. Bu bilgiyi yeraltı tarihinin bir köşesinde gizil kalan ZPerisi Otonomu, Poetix çevresinin ontolojik anarşizm araştırma ve uygulamaları, Şenol Erdoğan, Mayıs ve Çağrı Erdem’in şiirlerinden çıkan heterodoks İslamik vurgu ile birlikte düşünmek; yeni bir Beat şiiri mi tartışmasından daha sağlıklı olacaktır.

Ben; bu şiirlerin tümünün deneyimlenerek yazılan “sokak şiirleri” olduğunu; samimiyet ve keskinliklerini de bu deneyimlerden aldıklarını düşünüyorum. Şimdi tren yolları eskidi, Haydarpaşa’yı da zalimce bir otel yapacaklar, ama şehrin yeni Beat şairleri Metrobüs duraklarının şiirini poetikaya belki de çoktan koşmaya başladılar.

 Geçitler: Ş

2000’lerin ikinci yarısıyla oluşan en önemli şiir damarlarından biridir Ş, Sonat ve en son Hacı Şair ile gelişen EŞİT (Ege Üniversitesi Şiir Topluluğu)çevresi. Kendi içinde dağınık ama aktif bir topluluk olarak Ş şiir, son 5/6 yıl boyunca ülkenin çeşitli yerlerindeki, farklı radikal şiir mecraları ile temasa geçtiler ve onları yer yer oyuna çağırdılar. Bu yazının konusu olan Underground Poetix ve S.E.T/erekte şiir hareketleri yanında, özellikle ilk dönemlerinde Tesmeralsekdiz, PoetikHars ve Heves şairleri ile de ilişki kurdular, etkilendiler ve sanırım etkilediler de.

Etkilediler derken Racon Öyle Kesilmez Tophane Halkı şiirimden bir alıntı yapmak istiyorum:

“az durun hevesiniz kırılmasın, dinleyin sizde ege üniversitesi arka bahçesi öğrencileri, Hacivat’tır contempory art!”

Kuşkusuz bu etkileşimlerdeki en büyük sebep Ş şiirin içersindeki Aras Keser, Liman MehmetCihat, Barış Çetinkol, Denge Esentürk, Münir Yenigül, Hande Çıvgın gibi genç şairlerin gerek yazdıkları şiirlerdeki dinamik ve coşkun yeni dil, gerekse de şiiri besleyen teori ve pratiğe karşı gözüpek hevesleriydi.

Aras Keser’i hep genç şiirin Orson Welles’i olarak düşünürüm. Amokachi İlerde Hep Yalnızdı adlı şiiri bence son 10 sene içinde yazılmış en ”sıkı” ve yaratıcı şiirlerdendir. 2000’li yıllar boyunca yaşadığımız iletişimsizlik, yalnızlık, patetiklik, aidiyetsizlik durumlarının en net ifadesi, zamanın ruhunun çıplak tecellesi, dillerde marş olmalı bir şiirdir. Yine erken çekilmiş bir Yurttaş Kane sendromu gibi; sonrası?

Sonrasını sanırım yaşayarak göreceğiz, Keser hala şiir yazıyor; çok sevdiği Sasani tarihini şiirinde işliyor. Şu ana dek yeni bir Amokachi gelmedi ama onu hala kale önünde, yalnız deparlarla görebiliriz.

Barış ve MehmetCihat PoetikHars’ın açtığı görsel/somut şiir tartışmalarında üretim ve düşünsel metinleriyle yer aldılar. Bu tartışmaların çok içine girmese de o dönemde Münir Yenigül yer yer çok sürpriz somut şiir örnekleri verdi. Hande Çıvgın ise şiir denemelerini şablon ve sprey ile yaptığı “street art” çalışmaları ve dj kültürüne ilgisi ile birleştirmeye çalıştı. Sonuçta bu şiirler Ege Üniversitenin geniş ve anaç bahçesi, Küçük Park berduş köşeleri ve barları, metro durakları ve öğrenci otobüsü hatları arsında yazılmış/kazılmış şiirlerdir. Situasyonist Khayati’nin “öğrenci hayatının sefaleti” dediği şeyin içindeki gizli lirikleri, özellikle sarhoş ve gerekirse arabeskçe ortaya çıkartmaya çekinmemiş denemelerdir. Bu nokta da Ş şairlerinin Uluma adlı etkinliği yapması ve bu etkinlikte Şenol Erdoğan ve beni yan yana getirmesi de olağan şüphelerimize dair delillerdi.

Ülkenin kültür/sanat hayatı kayıtlarına geçmeyen bu cesur ve özveriyle hazırlanan etkinliklerde 2 gün boyunca Eşit taifesinin seçtiği şu başlıklar irdelendi: Dada, Sürrealizm, Beat, Punk, Siberpunk ve Situasyonizm..

Bir ilk olan ve 2000’li yıllar boyunca üniversitelerimizde yapılan en önemli “karşıt kültür” harekatını temsil eden etkinlikler her ne kadar başarı ile geçse de, bu etkinlik sonrası Ş çevresi ile etkinliğe davet ettiği oluşumlar arasında çok yoğun bir diyalog sürmedi(Bu soruyu hala kendime de sorar dururum).

Ş çevresi kapanışının hemen öncesi Heves’in son sayılarına taşındı. Belki gecikmiş bir buluşmaydı bu kim bilir? Sonrası Ş çevresinden şairlerin dergilerde çıkan şiirlerini kastetmezsek, ilk ciddi atak olarak Hacı Şair dergisi geldi. Liman MehmetCihat ile Nazmi Cihan Beken’in beraber çıkarttıkları dergi ilk etapta, görsel/somut/madde şiir tartışmalarına pratik bir müdahale olarak belirdi. Görsel şiir ve ona bağlı mecraların kısa sürede kendi merkezini kurması; bunun sonucu tartışmanın tepeden seyri, dışarıya ironik kendine çok ciddi davranması, kendini karamizahın nesnesi halini getirememesi, şiiri konvansiyal halden kurtarması beklenen adımın (artık ustalaşan birkaç isim hariç) git gide şiiri harfte ya da tipografik denemelerde tıkamasına da yol açmıştı. Bu noktada Hacı Şair işe kendini “tiye” alarak başladı ve ironi haritasının bile isteye Duchamp’ın ready made üzerinden çizmeye girişti.

Sonuçta görsel şiir geldiği haliyle; şiirin basılı yazılı formunu aşma ve onu yaşanır/deneyimlenebilir bir öznelliğe çevirme konusunda bir noktada tıkanmıştı. Şiir “jpg” formatına gelse de ortada nedeni bilinmez bir kütüphane kokusu vardı(sonuçta blog’ta bir çeşit defterdir). Bu noktada Hacı Şair somut ya da görsel şiirini gündelik hayata taşırma, pop kültürle de barışma çabasına girdi ve çok iyi yaptıJ

Hacı Şair’in çıkışı ardından Liman’a “sence Ş./Eşit tayfasının kendi şahsına bir şiiri var mıdır; onlardan akım değilse de ekip olarak bahsetmek mubah mıdır?” sorusunu yönettim.

Liman’ın bu soruya verdiği yanıt sanırım Ş çevresinde oluşan şiirin geleceğine dair en net ipuçlarını içeriyor:

“Bence eşit grubunun kendine özgü bir şiiri yoktu, çeşitli sağlam yerlerden (ağırlıkla poetikhars ve heves, biraz da ücra) gerektiği ölçüde etkilenmiş bi grup idik. Elimizde yeterince örnek yok, kendine özgü diyebilmek için. İlk kitaplar çıktıktan sonra anlaşılabilir bence ama Hacı Şair de şu an için bir vakıadır diye düşünüyorum.”

Geçişler 1/ki

Borges Defterinde bir Ela diye söze başlamak isterim…

Borges Defteri son 7/8 senedir hâkim kültürün gizil kıldığı dillere ulaşma çabasında oldu. Kendi deyişleriyle “siyanür kuşağının” sözüne, şiirine yakın durmak istedi, yer altı duyarlılığı taşıyan ekinleri önemsedi, dillendirdi. İnternette kültür/sanat merkezli çok az sayıdaki nitelikli sitenin içinde olan Defter şiire de “özel” bir kıymet verdi.

Şenol Erdoğan’ın metnimizde andığımız önemli betiği “Beat Kuşağı ve Garip Akımı”nı bir e-book halinde yayınladı ve bu metnin İngilizceye çevrilmesi için çaba saffetti. Metnimizin ikinci merkezi başlığında yer vereceğimiz” erekte şiir manifestolarını” yayınladı ve tartışmaya açtı. Bunların yanında Afganistan’dan Irak’a dünyanın çeşitli köşelerinden şairlerin çevirilerini yaparak, şiirimizin ufkunun gelişimine önemli katkılar sağladılar. Defter ekibi Kirpi Şiir dergisinin oluşumuna da ciddi bir emek verdi ve bu derginin her bir sayısının editörlüğü farklı bir şaire vererek çok sesli bir yaklaşımı bir iddiadan öte pratiğe çevirmeyi başardı.

Defter’de ülkemizden de birçok şairin şiirleri yayınlanmıştır. Özellikle genç şairlere sayfasına cesurca açmıştır, bunun getirdiği riskleri ve bazı dezavantajları da üzerlerine alarak. Bu mana da Defter’de yayınlanan yerli şiirlerde “kendi içinde rutin ile mucize arasında gidip gelen” tespitimiz içinde genel olarak değerlendirilebilinir. Defter’de yer alan şairler içinde kuşkusuz Ela Dinçer soluk alan, canlı-kanlı, direngen ve kendini yenileyen bir şiire imza atmıştır. Spinoza’dan Blanchot, Deleuze’den Proust’a uzanan geniş ve verimli bir düşün iklimi Dinçer şiirini beslemektedir. Ve Dinçer bu iklime bu toprakların dilini, yalvaç nefsini de şiirine taşımaktan çekinmez. Şu an pek anılmasa da bu şiirin, kendi akışkan gelişim hattını takip ettiği sürece ileride konuşulacağını düşünüyorum.

Metnimizin son bölümünü teşkil eden “gerçeküstücü karşılaşmalara”  geçmeden önce son bir geçiş olarak Eren Barış’ın poetikasından bahsetmek istiyorum. Barış çeşitli dönemlerde bu yazıda adı geçen hareket ve oluşumlar ile müzakerelere girmiş, paslaşmaktan çekinmeyen ve de biraz da kendini her türlü akıntının dışında tutma gayretinde olan bir beyindir. Birçoklarımız onu EceAyhan’a dair hazırladığı iki özenli çalışma olan Poelitika ve Kardeşim Akif kitaplarından anımsayacaklardır. Barış; 2005/2009 yılları arasında önce bir fanzin ardından bir dergi olarak Tesmeralsekdiz mecmuasının çıkışında emek vermiş ve Ankara’da bir fanzin sergisinin oluşumunda çalışmıştır. Geçmiş yıllarda şiirlerini çeşitli fanzin ve dergilerde takip ettiğimiz Barış uzun süredir şiirde sessiz. Benim en son yakaladığım Monica Papi ile birlikte hazırladıkları Rüzgârın Uykusu başlıklı betik. En azından birkaç kişi –biri de ben- Barış’ın bu sessizliği bozmasını hala bekliyor.

Gerçeküstücü Karşılaşmalar

Avangard sözcüğü yaşadığımız deneyimleri ne kadar karşılar bundan tam emin değilim. Ama bu sözcüğün “modernist” sanat/hayat pratiklerinin yaşanmadığı bu köprü coğrafyada; Romantik hareketten günümüze uzanan tüm öncü hamleleri içine sığdıracak ve bu coğrafya da kendi şiirsel hikmetini, yolunu, sentezini, sözünü arayacak insanlara, her şeyin içine aktığı bir tavşan deliğini vaat ettiği rahatlıkla söylenebilir. Peki;  neler istiflenmiş, eklemlenmiştir bu tavşan deliğine:

Otomatizm, potlaç, simya,  içuzay, barikat ilmi, flanéur/sürüklenme,  sanrı, paranoyak-kritik yöntem,  zaman yolculukları, fetişizm,  entropi, leziz ceset, erekte şiir,  ütoya/distopya/heteretopya/yeni Babil’ler, şiirsel terörizm, ham sanat, saptırma, punk, hermetizm, rüyalar/rüya dökümleri-paylaşımı, aşırma/çalıntılama, hayali diller, siberpunk, psikanaliz/anti-psikiyatri/şizo-analiz, batınilik/sufilik/hetorodoksi, tinsel devrim, hack, karşıt kültür, sualtı, önbilicilik, kolaj, montaj, assemblage, gotik gelenek, simülasyon, psiko-coğrafi, happining,  esrimeler/sarhoşluğun gücü, somut şiir, rastlantılar/olası randevular, karaşın tarih/karşı tarih, cobra, lowbrow, grafiti/street art/sokağın sanatı, sex-pol,  şimdiki gelecek, ready made, arketipler/mitler, cut-up/fanzinler/e-zine/nette adalar, oyun felsefesi, noise, bdsm, geçici otonom bölge, anti-sanat/sabotaj sanatı/kavramsal sanat/mutant sanat, bilgi arkeolojileri/kazı sanatı, vahşet tiyatrosu, paralel evrenler, devletin ideolojik aygıtları, koleksiyoncu imgesi, atopos/değersiz mekanlar,  yapıbozum, soru-yanıt oyunları,  deneysel müzik, gerçeklik terörü, doxa/epistomoloji/praxis, modernizm/karşı modernizm/post-modernizm…

 

Aslında bu kazı sahası bir bakıma ironiktir; çünkü avangard’ın tinsel haritasında güneş hep Doğu’dan yükselir. Nerval, Rimbaud, Michaux, Breton, Genet, Burroughs, PK Dick, Beuys kendini hep Doğu’ya vurmuş; zamanın altınını Doğu’nun kadim ufkunda aramıştır.

O zaman 2000’li yıllarla bu toprakta gelişen ruhsal/şiirsel hareket neden Batı’nın avangard’ından yola çıkıp menzilini yolda dizmiştir? (Öyle mi yapmıştır?). Neden rotasını mesela Apolloncu İzmir’den daha batıya şehr-i İstanbul’a çekmiştir. Peki, o zaman devrimci gördüğü her parıltıyı; bu sihirli delikte birleştirmiştir?

Bu sorular çok uzatılabilinir; ama sonuçta yaşayarak öğrenen, kendini sınayarak geliştiren, kervanı yolda düzen, deneyimi merkeze alan, kolektivite ve de hareket kalmakta ısrar eden bir direnç noktası var. Peki nasıl tanımlayabiliriz bu direncin temel elementlerini:  Her zaman şiirden yola çıkıp sonuçta hep -otomatikte olsa -şiire varması, kendini  zaman içinde Düzensiz, Sürrealist Eylem Türkiye(S.E.T), Şebeke, Erekte Hareket ya da Periferi olarak anması ama tanımlanmaktan ve sınırlanmaktan kaçması, disiplinleri disiplinsizce ilişkiye sokması, araması, sabit durmaması,  sürekli isim değiştirip gizlenmesi, lakap kullanarak şekil değiştirmesi, bilindik yollar tamah etmeyip, eyvallahsız geçinip, arka kapıları sürekli yoklaması..

Aslında; bu hareketin kendini önemli bir dönem Gerçeküstücü konumlandırması, kelimenin Brethçi anlamıyla pratik bir hamledir. Sonuçta avangard diye genel bir şemsiyenin ya da dünyanın başka köşelerinde gelişmiş hareketlere bağlanmanın yaşadıkları deneyimi sınırlamaktan öteye geçemeyeceğinin farkındadırlar. Bu noktada kültür endüstrisince “eskimiş/gözden düşmüş” ilan edilen Gerçeküstünün tinsel ve şiirsel birleştiriciliğini model alırlar. Sürrealizm miladına değin; tarihin ilk devrilerinden bu yana gelen ütopyacı arzuları, hayatı şiire çevirmeyi amaçlayan çabaları ve de Sürrealist şafaktan 21. Yüzyıla uzanan devamcılarını “gerçeküstücülük” diye tek bir düşsel başlığa alırlar. Peşine de “Türkiye” takısını eklerler çünkü dertlerinin hası bu topraklar, kelimenin Eceğil ifadesiyle bu “çöl ülkesidir”. Kuşkusuz bu da yaşanan deneyimin, köksüzlüğün, öncüsüzlüğün, bir yüzyılı aşkın kaybın telafisi değildir.

Ama; Tepegöz’den Cihat Burak’a, Neyzen Teyfik’ten Komet’e, Lokman hekim’den İlhan Berk’e, Şeyh Bedreddin’den Ece Ayhan’a, Simurg’tan Enis Batur’a, Siyah Kalem’den Yüksel Arslan’a, Alemdağ da Var Bir Yılan’dan Perçemli Sokak’a ve oradan Yıkım 2011’e bu topraklar Gerçeküstücü karşılaşmaların kavuşma yeridir. Bu yüzden Ece Ayhan gerçeküstücülerin haritasındaki iki başkentten bahseder; birisi Paris diğeri de İstanbul..

Gerçeküstücü deneyim karşılığında ödenen tüm bedellere rağmen; bu topraklarda deneyimlenmiştir. Sonuçta hiç sürrealist olmayacak kadar sürrealistik. Ve her imkânsızı deneme gibi kendi içinde başlayıp bitmiş ama gerçeklik içinde kendini inşa etmeye devam edecektik; biz gitsek bile.

Avangard’ın döngüsel kaderidir, sadece öteden, uzaktan, gelecek zamandan geri dönerek kendini kurar, derdi anlaşılır; idrakına varır..

Biz daha 2006 yılı başında kendi akımımızın ismini Mutant Sanat olarak koymuştuk. Bundan gerisi –hala yazılan bir- tarihin konusudur.

 

Şehrin Bilinçaltında Fare Delikleri

Bu direnç noktası Siber Gnosis dergisini 5 sayıdır yayınlamaktadır.

Onston lakaplı Can Yeşiloğlu ile Alsancak barları ve kaldırımlarındaki yaşadığımız ruhsal çakışma ve kardeşlik Düzensiz’in hayata geçmesini sağlamıştır. Can ile beraber şiiri ve resmi otomatik olarak birleştirmişizdir. İlk sergi deneyimimizi beraber Hayalbaz’da Gün Işığında İlk Buluşma ile yaşamışızdır. Onston’un çizgisinde büyüyen şiirsellik zaman içinde gizliden de olsa söze de dökülmüştür.

Bu ikili ile İstanbul’dan Ayşe Özkan’ın yan yana gelmesi ile S.E.T hayat bulmuştur. Ayşe bu ülkede daha vakıf olunmamış ilk ve has Gerçeküstücü şairdir. Çocuk diliyle tekinsizi yazacak kadar naif bir ustadır aslında.( bkz: http://fantom-indreams.blogspot.com/)

Alper T. İnce; S.E.T’in kendini imha süreçlerinde benimle çarpışmıştır. Şiir yazar ve onları genelde Akatalpa dergisinde yayınlar. Beraber Periferi’yi sırtladığımız bir kader arkadaşımdır. Kendine özgü bir sokak mistizmi ile gelenek ile an’ı çakıştıran bir şiir kurar Alper İnce.

cins lakaplı adı saklı sanatçı, sokaklarda şiir yüklü çalışmalar yapmıştır ve yapmaya devam etmektedir.

Erman Akçay 99KÇ başlıklı fanzini ülkenin ilk lowbrow yayınına imza atmıştır, Albemuth Bilimkurgu’dan bizi bulup kolektif pratiklere girmiştir. Şiirin ve illüstrasyonun avangard bir mecrada buluştuğu Fanzin Fetus ve Postishead Project artzine’lerine kalkışmışızdır. Çeşitli zamanlarda Underground Poetix ve Karagöz dergilerine dosyalar hazırlamış, bir nevi dışarıdan editörlük yapmıştır.

Semih Yıldız bu ekibe dâhil olmasa da gerek bu deneyimden gerek Gerçeküstücülükten dolaylı etkilerini şiirlerinde yansıtmıştır.

Adem Emre Cengiz özellikle kolaj şiirlerinde ve dadaist arzularında bu hareketlerle bağlar kurmuştur.

Bu satırların yazarı şiiri kendi içine kapalı olduğu cemaatten hayata taşımak adına Erekte Şiir Manifestolarını yazmış ve yaşamıştır. Sokak şiiri, kolektif şiir, détournement şiir, et şiir, otomatik/performans şiir gibi bu coğrafya da karşılığı olmayan formlar arayarak şiiri basılı kâğıttan kaçırmaya kalkışmıştır. Duygusal Provakasyon ve Robotik Hayaller adlı kolektif deneyimleriyle şiiri ses, müzik, gürültü ve bedenle mutasyona uğratma çabasına da girmiştir.

STOP!!!

Biz okulu çoktan astık; gerisini her derse düzenli girenler düşünsün.

 

Hamiş

Ezoterik varoluşlar kendini uzun uzun anlatmaz, anlatmaya kalksa bu dosyaların sınırı derdine yanıt olmaz. Bu yüzden bir yerden sonra fazla derinleşmemeyi tercih ettim. Umarım bu uzun yazı her şeyin hızlı, hemen tüketilir ve harekete endeksli olduğu bir iklimde amacına ulaşmıştır.

Ve umarım metin; bu yazıyı benden isteyen editör dostlarımın arzu ettiği karşı-tarihe, sorgulamalara, kazılara, aşındırma denemelerine tekabül eder. İlk defa istenen bu karşı-tarih yazım isteği önemlidir kuşkusuz, ama bu tarihi yazmak/anlamak/aktarmak için ne yazık ki daha hacimli çabalara ihtiyaç vardır.

Okura her şeyi anlatmak yanlıştır, bu var olan atalet iklimine hizmet eder. Gerçek okur ortaya atılan ipuçlarından iz sürerek aradığı bilgiye kendi deneyimiyle ulaşacaktır.

Sonuçta şiir dar çevrelerin, okunmayan dergilerin, ödüllük dosyaların ötesinde gündelik hayatın içinde sürekli yazılmaktadır. Tüm sorun bu şiirin idrakine ermektir.

Şubat 2013/İstanbul

Resim: Yüksel Arslan

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl