Ana Sayfa Litera Ölesiye Bir Günde (Öykü)

Ölesiye Bir Günde (Öykü)

Ölesiye Bir Günde (Öykü)

İnce, solgun parmaklarıyla karnımı yokluyor önce, diyaframın diyor, bir okul atlasında küçük bir adayı, kara parçasını gösterir gibi, işte burada. Kemikli, tebeşir beyazı hayalet eli sıkıca bastırıyor karnımı. Bu tatlı okşayışın tesirine sükunetle direnmeli. Kaskatı kesilen ruhum bu ölü dokunuşlarına duyduğum iştahtan utanç duymalı. Karnımda gezinen elleri, bir karadulun kıpırtısını andırıyor. Her dokunuşta karnım istemsiz kasılmalarla titriyor. Karnım kaskatı kesiliyor. Ani bir refleks, saniyelik bir epilepsi kriziyle cevap veriyor karnımdaki zayıf sinirler. Zarif ama cansız parmaklarına direniyor. Tüm eliyle midemin üzerindeki o etten boşluğa dokunuyor uzun uzun. Parmaklarını bir hamur öbeğini yayvanlaştırır gibi bastırıyor karnıma. Ölü bir boşluğa, karnımdaki kör karanlığa hayat verircesine. Kuyruklu piyanosunun parmakları kadar beyaz tuşlarına dokunur gibi, elinin parmaklarını yaylandırarak.

Dokunuyor iyi bellemem için:

İşte diyor, sesin mucizesi bu çukurda gizli. Bir müzik kutusu var burada. İçinden yükselecek ezgilerle dolu bir müzik kutusu. Sesiniz sizin enstrümanınızdır diyor. Karnımın bir laterna olduğunu düşlüyorum. Nota defterini açıp, yapraklarını teker teker çeviriyor. Kurşun kalemle dikte ettiği aryantikte karar kılıyor. Ombra Mai Fu, diyor (tutkusu sönmüş bir yıldızın ışığını anımsatan bir aşkın ağıtı bu diyorum). Evliliğin sıradanlaştırdığı sevgilere serzenişi seslendirmemi istiyor. Ombra Mai! Kuyruklu piyanonun başına usulca geçip, çalmaya başlıyor. Onun yapmama en çok kızdığı şeyi yapıyorum.Söylemeye başlamadan önce boğazımı temizliyorum. Sesim ağzımda büyümeye başlıyor, ses helezonları döne döne odayı kaplıyor. Kendi sesimin tesiriyle göğsümde yakıcı bir gam. Sesimin hüznüyle iliklerime dek ürperiyorum. Hata edeceğim endişesiyle mühürleniyor gözlerim nota kağıdında. Bir an olsun ayırmıyorum gözlerimi el yazısıyla dikte edilmiş notalardan. Eklem bacaklı notalar. Çelik zırhlar kuşanmış nikelaj düğmeleri andıran parlak kabuklarıyla bana bakıyorlar. Esler, yaralayan kısa suskunluklar. Dört dörtlük susuşlar.

Diyaframını kullan diyor. Daha çok havayla doldurmalısın, tıpkı bir balon gibi şişirmelisin karnını diye söyleniyor. Tıpkı en sevdiğin çiçeği koklar gibi diyor, burnundan derin bir nefes çek, sonra onu karnına hapset. Daha hızlı! Piyanoya yetişemiyorsun. “En sevdiğin çiçeği koklar gibi!”

En çok mavi gülleri severim ben, sonra süt beyazı Ege evlerini süsleyen begonvilleri.

Sesim, parmaklarıyla dokunduğu seslerle yarışa giriyor.

Bakışlarım… Şekerlemelere benzeyen piyano tuşlarında beyaz bir örümcek gibi gezintiye çıkan ince, biçimli parmaklarını ezberlerken başım dönüyor. Ağzımdan taşan tiz çığĺıklar kulak kepçelerime doluyor. Ses egzersiziyle pes notalardan tiz seslere doğru tırmanıyorum. Nefesle beslenen ses frekansı notalar tizleştikçe, boynundaki damarları genişleyip, uzuyor. Şehvetli bir sevgili boynuma ellerini dolayıp boğuyor sanki beni. Tatlı su balıkları yüzümü ve boynumu dişsiz ağızlarıyla kemiriyor. Şakaklarımda kelebek kanatlarının rengarenk oyunları. Aşkın pençesine düşmüşlerin yaşayacağı türden bir sarhoşluk. Sesim silik benliğimi yiyor ve yeni biri oluyorum. Kendi sesim beni büyülerken bana hayranlık duymasını istiyorum. Işıkla dolsun kalbi sesimi işittikçe. Gurur ve meydan okuma iç içe geçip sesime, nefesime karışıyor. Gözlerindeki hayvani pırıltıdan, sesimin onu heyecanlandırdığını biliyorum. Hünerime övgü gösterirse, tanrıya teslimiyetleri beni ürküten, takdis edilmiş günahkârların bağışlandığında yaşadığı sonsuz huzura kavuşacağım, tanrıya göz kırpacağım belki. Sesimle arınıyor işte tüm kainat. Yıkanıyor ruhu evrenin. Onun sunağıyım ben, sonsuz kez yalanlasın onun sunağıyım. Bu Vatikan romantizmi büsbütün gülünç kılıyor beni. Benim piyanonun ritmine kendimi kaptırmam, onun kendini müziğe bırakışı, aramızdaki bu uyum, sanki birbirine ilk kez dokunan iki yabancının tedirginliğiyle aynı. Omuz başlarını örten el örgüsü bordo şalın uçlarından sarkan boncuklu saçakları saymaya koyuluyor gözlerim.

Beyaz bilekleri,mercan akı tuşların üzerinde ipil ipil yaylanıyor yine. Sandalyesine her an kalkacakmış gibi dimdik oturuşu, ruhumun hazır olmadığı korkularla dolduruyor içimi. Sanki her an sandalyesinden hızla fırlayıp bana hiddetle bağıracak, beceriksizliğimi yüzüme haykıracak. Bana dönük sırtına bakıyorum. Tıpkı bir kuğununki gibi uzun boynu, mekanik hareketlerle öne doğru eğilip, yeniden dikiliveriyor. Çaldıkça omuz başlarından aşağı doğru kayan şal, dizlerinin üzerine düşüyor. Yavaşça alıp omuzlarını örtüyorum. Bedeni dev bir mıknatıs gibi kendine çekiyor beni, çalmayı kesiyor. Dikkati çabucak dağılıyor. Şalı omuzlarından çekip alıyor ve oturduğu sandalyenin gövdesine asıyor. Çalmaya devam ediyor.

Sesimde kendinden geçişin gururu ve zaferin parmak izleri gülümsetiyor onu. Ürkekliğim siliniyor birden. Kalbim bir onur madalyası gibi göğsüme iliştirilmiş sanki. O çaldıkça sesim tüm yeryüzünün duyacağı kadar büyüyüp dağılıyor. Sonsuzluğun aryası dökülüyor diyaframımdan, sonsuz bir serenad haykırıyor sanki dudaklarım. Şarkısını çalarak eşlik ediyor bana, şakaklarından bal rengi saçlarına doğru şiirsel melodiler süzülen bu müzik meleği. Büyülü sesler bizi ele geçirip bitkin düşürüyor. Ve ansızın duruyor piyanoda gezinen parmakları. Yorgun kolları cansız bir bez bebeğinki gibi iki yanına düşüveriyor.

İşte! diyor, bu kendini kaptırmışlığın, ruhun coşkuyla doluşunun adı katharsis. Fakat asla seyircilerin önünde kendi sesinizin, müziğinizin sizi ele geçirdiğini açık etmeyin, küçümseniriniz. Utançla başımı önüme eğiyorum.

– Hadi asmayın suratınızı. Kabiliyetli olduğunuzu inkar etmeyeceğim.

Kafamı kaldırıp, bal damlasını andıran harelerle çevrili koca, karanlık gözbebeklerine bakarak sahte bir gülümsemeyle yanıt veriyorum.

Kusursuzluğu ürkütüyor beni. Beyaz kemikli yüzü, şüpheciliği, us dışı olana duyduğu küçümseme. Bir el kuklası gibiyim. Benden istediği her şeye yumuşak başlılıkla itaat ediyorum. Yerinden kalkıp eskimiş gazeteliğindeki kağıt tomarını kucaklıyor ve içinden rastgele seçtiği, köşeleri birbirine paslanmış ataçlarla tutturulmuş birkaç sayfayı uzatıyor bana.

Hadi diyor, biraz da buna bakalım.

Nesun Dorma… Odanın içine yayılan tiz ses, kış sebzeleri gibi kokuyor. Binlerce kar yıldızı gibi havada dağılıyor. Notalar. Bir sihrin tesirindeyim. Bir hipnoz seansının orta yerinde. Granit kadar sert bir ruh nasıl olur da insan ruhunu ipek bir mendile çevirecek denli yumuşacık aryalarla kuşatır yeryüzünü? Elitizmin ele geçirip granitle mumyaladığı bu ruh nasıl olur da kaskatı kesileceğine, karnını şişirip tatlı bir bir cırcır böceği gibi öter durur? Karnı bir akordeon gibi esneyip, büzülüyor. Sesini diyaframından göğüs kafesine yolcularken, bembeyaz dolgun göğüsleri titriyor. Kendi sesine kulak kesilmiş. Ağzında büyüyen melodiler odayı kapladıkça o da devleşiyor. Sarsıldıkça ince gövdesi, göğüsleri yukarı doğru zıpladıkça, hain bir kahkaha koparırcasına stakatolar fırlatıyor karnından. Ses sokağa taşıyor. Tüm yeryüzü, sesiyle müziğe boyanıyor. Göğsünde biriken ter damlaları birer gözyaşı gibi ağır ağır buğulandırıyor tenini. İman tahtasındaki kemikler derisini yırtacak gibi belirginleşiyor.

Melodiye dönüşen,şarkılı sözlere prozodi diyoruz, sesle sözün ölümsüz uyumu, diyor bir bilge edasıyla. Susuyor sonra ve birden “Ombra Mai Fu”yu, evlilikle birlikte ölen tutkulu aşkların yasını tutanların aryasını mırıldanıyor. İnce bir zincire geçirilmiş, üzeri parlak renkli taşlarla süslenmiş sol anahtarından kolye sallanıp duruyor boynunda. Ağzı bir fındıkkıran gibi açılıp kapanıyor. Karnında ve yüzündeki rezonans boşluklarında, elmacık kemiklerinde biriktirdiği ses sokağa yayılıyor. Şiddeti , sıvası dökülmüş, cilası soyulmuş, parkelerin arasına sızıyor. Notaları solmuş napolitenler, aryalar, operetler kapı aralığından sokağa süzülüyor. Tiz notalara basınca, yüreğim acıyla doluyor. Bir örümcek gibi ilerliyor tuşların üzerinde kayan parmakları. Önünde diz çöküp, parmaklarını, yumuşacık avuçlarını öpmek istiyorum. Piyanonun başından kalkıp, odadan dışarı çıkıyor birden. Eteğin kumaşı ince ayak bileklerine sürtünürken, tatlı bir hışırtı kaplıyor yeryüzünü. Ayağındaki rugan takunyaların sesiyle tüm koridor yankılanıyor. Tinsel bir acıyla doluyor göğsüm. Gösterdiğim törensel abartılılıktaki saygı, kendime duyduğum nefreti büsbütün arttırıyor. Onu kollarımın arasında hırpalayıp, korku dolu çırpınışlarına karşı koyarken, bedeninin gizli kalmış tüm güzel kıvrımlarına dokunmayı düşlerken kendime duyduğum nefret çaresizliğe dönüşüyor. Silinip göğe karışıyorum. Erkekliğimin, tatmaya can attığım arzulara karşı olan zayıflığı, duyduğum hayvani iştah ruhumu utançla dolduruyor. Bu duygunun bastırılmışlığının verdiği yükle ruhum sendeliyor.

Kafamı önüme eğip, kırmızı rugan takunyaları, carmen eteğiyle, ufacık geyşa adımlarıyla bana doğru yürüyüp geleceği anlar yaklaşırken nefesimi tutuyorum. Bana doğru yürüyor usulca, elinde nota kağıtlarıyla. Gelecek hafta bunu deşifre edeceksiniz, iyi çalışın. Bahar geldi diye aylaklık edeyim demeyin! Sınav yaklaşıyor diye uyarırken, tatlı- sert bir ifadeyle eliyle omzuma dokunuyor:

– İyi gidiyorsunuz ama bu söylediğim size cesaret verip, tembelliğe itmesin.

– Hayır, söz veriyorum, çok çalışacağım.

Gülümsüyor. Yaldızlı konsolun çekmecesini açıp, “işte” diyor, “beni sahnede hiç seyretmediğinizden yakınırdınız, alın bakalım La Traviata’ya locadan iki bilet.” Minnettarlık duymamı isteyen bir bekleyiş var gözlerinde, duyduğum şükran duygusuyla dizlerine kapanmamı istiyor.

– Biri sizde kalsın, ben yalnız geleceğim.

– Peki öyleyse, haydi gidin artık, biraz çalışmam gerek.

Birlikte işlemeli demir kapıya doğru yürüyoruz. İyi çalışın diyor. Susuyor birden. Adeta “benim için biraz söyler misiniz” diye yakaran gözlerle bakıyorum ona. Çok yorgunum, sizi kapıya dek uğurlayamayacağım bugün, hadi gidin artık diyor. İncinmeyi unutacak kadar yorgun ve acı doluyum. Doğulu hantallığımı, telaşımı, acemiliğimi küçümsüyor. Bana geride olduğumu yüzüyle anlatıyor. Çizgileri konuşuyor. Sanatsal incelikleri, akıllıca nüansları, jestleri ve tüm bedeniyle ruhumun kabalığını çırılçıplak soyuyor. Zarifliği zayıflığımı enseliyor. Müziğiyle öldürüyor beni.

…………………..

Sokak kapısından rıhtıma doğru ağır ağır yürüyorum. Kara derili çingene kızlar, yaldızlı kağıtlara sarılmış karanfil ve fulya buketlerini koltuk altlarına sıkıştırmış, rüzgarın püfür püfür ettiği çiçekli basma kumaştan şalvarlarıyla rıhtımda salınıp, elleri birbirine kenetli aşıklara diri yapraklı, kokulu renk cümbüşünü uzatıyorlar. Demetleri uzatıyor. Güvercinler birbirlerinin tombul gövdelerine sivri gagalarını saplayıp kanatlarını gererek, martıların gölgesinde volta atıyor. Kanatlarıyla denizin köpüğünü döven martılar göğün mavisinde donup kalmışlar. Derin bir özlemle denizin buğusunu, ciğerlerim acıyana dek dolduruyorum içime. Binbir çeşit kokunun renginden içimin geçişiyle kanat takıyor ruhum. Kalabalıklara çarpa çarpa savrulan kanatlarımla, rıhtım boyunca süzülüyorum karada. Şakaklarım ve başımın içi bir mağara gibi yankılanıyor. Benim olmayan sevgilinin dokunulmazlığının verdiği acıklı çaresizlik içinde, bal rengi saçları, şaşı denecek kadar kehribara çalan şehlâ gözleri tahayyül ediyorum. Rıhtımda yürürken hayalet sesler duyuyorum. Onun serzenişleri uğulduyor kulağımda. Sesler duyuyorum, düş sesler:

– Dik dur, temiz sesler çıkar, notaları işitmiyor musun sen? Sokak müziği yapmıyoruz burada küçük bey. Ritmi içselleştirmiyorsun. Mutlak kulağa sahip değilsen unut bu işi. Benim vaktim değerli. Ses karından çıkacak, genizden değil!

Bu onun sesi. Korkuyla kafamı çeviriyorum. Kalabalığın arasında gözlerim onunkileri arıyor. Tüm bedenim titriyor. Sıtmaya tutulmuş gibi. Kaç zamandır bu sanrısal sesleri duyuyorum, işte yine ses kayboluyor.

Sahne alacağı gün gelip çatıyor işte ölesiye bir günde. Opera binasına doğru yürüyorum. Locadaki kırmızı koltuğa sırtımı yaslayıp, balkondan, tavandaki freskleri seyrediyorum. La Traviata’nın Violetta’sı, olmuş soyluların sevgili fahişesi. Tüberkülozdan ölüyor sahnede, kenarı fistolu ipek beyaz mendil kızıla boyanıyor. Sahneye fırlayıp, ağzının kenarından süzülen kan damlacıklarını öpmek istiyorum… Korsesinden taşan beyaz göğüslerinin üzerine perukasından dökülen kızıl bukleleri öpmek. Kabarık eteğinden fırlayan ince ayak bileklerini görüyorum. Dantelli, fırfırlı süt beyazı çoraplarıyla seyircinin nefesini kesiyor. Eteğinin uçları ahşap döşemeyi süpürüyor. Melek figürlerinin tatlı iç çekişlerini ve çıplak, beyaz tombul karınları balkonlu locaları ısıtıyor.

İpek mendilinde gül dudaklarından süzülen kan damlaları, beyaz patiskadan korsesini kırmızıya boyuyor ve kesik kesik öksürerek acı içinde ölüyor benim eşsiz Violetta’m. Gözlerimden yaşlar süzülerek, avuçlarım acıyana, tüm gücüm tükenene dek alkışlıyorum.

Ölesiye günler birbirini kovalıyor yine.

Elimde acınası bir yıldız çiçeği demeti, yokuşun tepesinde renkli vitray pencereleri olan, katedrali andıran evine doğru ağır ağır tırmanıyorum. Kulpu bakırdan, deniz kızı figüründen kapı tokmağını iki kere art arda vuruyorum. Denizkızının toprak rengi kuyruğunu sıkıca tutup, bu defa sertçe vuruyorum bir kez daha. İçeriden gelen ayak sesleri gittikçe hızlanıyor. Ahşap döşemelerin gıcırtısı büsbütün canımı sıkıyor.

Tüm tazeliğiyle karşımda… Piyanonun başına geçip çalmaya başlıyor. Başlıyorum canhıraş Nesun Dorma’yı haykırmaya. Sesin titreşimleriyle önce, cilası soyulmuş tozlu sehpanın üzerindeki ağzı kırık seramik vazo yüzlerce parçaya bölünüyor, sonra vitraylı pencereler, rengarenk camlar. Gürültülü bir patlama oluyor. Her yere dağılıyorlar. Kristal bir renk yağmuru göz bebeklerine doluyor. Bir çift göz ayaklarımın dibine yuvarlanarak düşüveriyor. Bomboş, kanayan göz çukurlarına bakıyorum, odanın içindeki eşyalara çarparak, sendeleye sendeleye, koca bir çığlık koparır gibi. İtalyanca sözcükler dökülüyor yeryüzüne. Yakarışım, karşılıksız sevmenin teslimiyetiyle sızıya dönüşüyor. Sesimin uğultusu kulak kepçemde birikiyor. Yerdeki karo döşemeler ayağımın altından kayıyor. Kristal avizenin taşları birbirine çarparak şıngırdıyor. Fiskos masanın üzerinde duran yağlı boya tabloda resmedilmiş üzüm taneleri, saplarından ayrılıp yerlere saçılıyor. Taneleri bir bir ağzıma götürüp çiğnemeye başlıyorum. Eğilip gömleğimdeki sulu yeşil misketleri topluyorum. Doğrulduğumda onu, yüzü kaskatı kesilmiş bir halde, alnındaki damarlar kabarmış, göz çukurlarının içinde her zamankinden daha büyük görünen gözleriyle dehşete kapılmış ama aynı zamanda acıyan bir ifadeyle beni izlerken görüyorum. Deliriyorum. Aklımın yelkenleri suda boğuluyor. Evet büsbütün aklımı yitiriyorum. Dehşetle bana bakıyor. Gözlerindeki şaşkınlık ve korku beni kendime getirmeye yetmiyor. Kamelyalı Kadın’ın öldüğü sahneyi izler gibi izliyor beni.

Sanki “Hırçın Kız”ın bileklerini kesip kanlar içinde yere yığıldığı sahneyi izliyor. Masada duran metronomun ivmesi bir yılan gibi kıvrılıp, cıva gibi jöleleşerek eriyor. Yüzüm gittikçe genişleyen koca bir ateş topuna dönüyor. Sanki bir ateş yutucuyum, küçük dilim ve yemek borum arasında körüklenen yangın durmadan büyüyor. Aklım tutuşuyor. Deliriyorum anbean.

Genzime sıkışan bu alev topunu dışarı kusmak istiyorum. Sıkışıp kalıyor göğsümde. Karnımı şişirip, dışarı üflüyorum hiç durmadan yanan lavı. Bir kondüktörüm de sanki, elimdeki düdüğü cırcır böceği gibi nefesim kesilene dek üfleyip duruyorum. Ağzımdan yüzlerce ateş böceği kanatlanıp odaya doluyor o anda. Sırtlarında renkli sol anahtarları çıkarıyorlar. Ellerimi havaya kaldırıp bir bir yakalamaya çabalıyorum onları. Nefes nefese kalıyorum. Odanın diğer ucunda hayret içinde, ürkmüş şaşı gözleri, bakışları zamk gibi yapışıyor bedenime. Bu zıplamalar, sıçrayışlar beni yoruyor. Ve kapıyı açıp koridora doğru hızla koşuyor, dakikalarca beni seyreden müzik meleği.

İşte o zaman çıldırdığıma emin oluyorum. Üç katmanlı bir rüyadan uyanıyorum. Birden tüm bedenimin ter içinde kaldığını hissediyorum. Dizlerimin üzerine çöküp, piyanonun önüne bir deve gibi çöküveriyorum. Sonra eteğimden dökülen üzüm tanelerini arıyorum, oysa tablonun içindeki hasır sepette duruyorlar. Vitray camın renklerine vurulan sarı benizli bir oğlan çocuğunun yüzüne benzeyen leke, yüzümü aydınlatıyor. Nota kağıtlarına bakıyorum. Müzik defterindeki portede, altın bir gerdanlığın taşları gibi sıra sıra dizilmiş kara tombul notalar. Etli birer zeytin gibi uslu, içini kuyruklu piyanoya dökmeyi bekliyorlar sabırlıca. Aralarındaki fısıltılar susuyor. Yer sarsıntısı kesiliveriyor. Dünya bitkin düşmüş, dönmeyi unutuveriyor. Duruluyor, belirginleşiyor. Düşsellik yitip gidiyor. Sanrılar, hayalet görüntüler gidiyor. Gerçekliğin ortasında kalakalıyorum. Her şey tastamam yerli yerinde. Havada uçuşan onca imgenin koşuşturması, ağırbaşlı, sanki ölümü bekler gibi sessiz. Duruluyor hareketlilik.

Gerçeklik tüm varlığını kuşatıyor odada. Sebepsiz bir huzur, sebepli bir ağlama isteği. Kafamın içinde dönüp duran onlarca düşünce sus pus oluyor. Ben de dilsizleşiyorum yığıldığım yerde. Birden kapı gıcırtıyla aralanıyor temkinlice. Annem giriyor içeriye, şarkı söylemeye başlıyorum, müzik hocası dehşet içinde kalmış, göz göze geliyoruz. Annem boynuma sarılıp saçlarımı okşuyor. Yanağımdan süzülen tuzlu damlalar, avuçlarındaki çizgilere doluyor. Hocam, “yorma kendini sakin ol” diyor. Biraz lavanta kolonyası serpiyor bileklerime, sonra ovalıyor nemli parmaklarıyla. Olup biten hiçbir şeyi kestiremiyorum. Sebepsiz bir korku, sebepli bir umut kırığı.

Annemin ardısıra yürüyorum beton basamakları bir bir inip. Birden her şey siliniveriyor, aklım avuçlarımdan kayıveriyor. Oda müziğini, tüm alafrangalığımı ve nota defterimi ve yeni yetme sevdamı ardımda bırakıyorum. Sıkı topuzundan firar edip ensesine dökülen bal rengi kedi tüyü saçlarını, sarı şehla gözlerini unutuyorum yine ölesiye bir günde. Sonra bir hastanenin acil servisinde buluyorum kendimi. Beyazlar içinde bir siluet… Elindeki şırıngayı kaba etime batırınca içimden ağlamak geliyor. Bileğimi ve kıçımı bir güve ısırıyor sanki. Birden ağırlaşıyorum. Bir psikiyatri muayenehanesinin bekleme odasında buluyorum kendimi. “Anlat” diyor, orta yaşlı, gözleri çivit mavisi olan sakallı, kır saçlı adam.

Mırıldanmaya başlıyorum sessizce:

Darülfünun, diyorum. Rıhtımın karşısında, o heybetli yapı. Ne Taj Mahal ne Big Ben ne de Mısır Piramitleri. Hiçbir yapı onun görkeminin yüceliği kadar göz kamaştırıcı olamaz. İçinde bir çubuk varmışçasına elimi bir orkestra şefi gibi sallayıp duruyor, kendi etrafımda dönüp, bildiğim tüm aryaları bağıra çağıra söylüyorum bir deliye yaraşır biçimde. Ve başlıyor birden deliliğimin salı seansları, işte ölesiye bir günde.

 

Kapak: Ali Elmacı

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl