” İnsan daima anımsar”*

” İnsan üç beş damla kan ve binbir endişedir”**

Sadi Şirazi’nin insan nedir sorusuna verdiği yanıtın yanına keder ve acıdır da rahatlıkla eklenebilir. İnsan doğduğu günden öldüğü ana kadar binbir türlü acıdan ve kederden geçerek adeta yaşamanın gerekliliğini ve bunun sonuçlarını yerine getirmiş olur. Aynı durumu insan olmayan canlılar içinde söz konusu edebiliriz. Dünya baştan beri insan ve insan olmayan canlıların şiddete maruz bırakıldığı ve her türlü şiddetin tatbik edildiği biricik yerdir. Maruz kalınan şiddetin sonucunda ise devasa bir keder ve acı insanın ve insan olmayan canlıların zihninde kendine en geniş yeri bulmakta hiç güçlük çekmez. Zihinde oluşan bu ağır tortu, kendini ifade edebilen canlı türü için, gündelik hayatta ve yazıp ürettiklerinde bir karşılık olarak belirir. Kederin ve acının oluşmasında ille de maruz kalma şart olarak aranmamalı. Ahmet Oktay’ında belirttiği gibi tanık olmakta kedere acıya ilişkin bir şey olarak durduğu yerde duruyor.

Keder ve acının bugündeki anlamı, insanın ölüm karşısında hayatta kalmasını kolaylaştırmaya yarayacağı gibi bir yandan da yazıp ürettiklerinde baş köşeyi hemencecik tutup neredeyse yazılanı söyleneni/ eyleneni belirlemek gibi bir özelliği de yanına alıyor. Bu keder ve acının bir başka anlamı ise böyle bir dünya karşısında yaşayanın ikinci bir seçeneğinin olmadığını ortaya koyuyor. Biz/ler Halim Şafak’ın da dediği gibi ölemediği için hayatta kalanlar, kederi ve acıyı çaresizce yaşıyoruz ve başka bir şey gelmiyor elimizden. Kaynağını en başta dünyadan, bağlı olarak insandan, etraftan, insan olmayan canlılardan alan keder bir zaman sonra “huy olup etimize yapışıyor” gövdemizden bir parça gibi gittiğimiz geldiğimiz her yerde, evlerin odalarında bahçelerde sokakta yolda dağda bayırda bizimle kol kola gezinip duruyor.

Bizde yazılan şiirde geçmiş örnekler ve günümüzde bir kaç isim dışında kederin ve acının izlerini görmek zor. Özellikle son on yılda yazılan şiir başka bir eksen üzerinde ilerliyor. İnsani duyguların gerilediği sunileşmiş neredeyse plastik tadında şiirler sözcük oyunları olarak ortaya çıkıyor.

Mesut Aşkın şiirleri, özellikle son dönemde yazdıklarıyla ve seçme şiirlerin ( İki Ülke Arasında Kalan Kış / Klaros Yayınları 2020 ) son bölümü ” Yer Isındım Gök Üşüdüm” de olduğu gibi kederden ve acıdan beslenen ve burdan vücut bulan bir karşılık olarak ortaya çıkıyor.

İlk kitabı Çocuk Gülünce’de ( İnsancıl Yayınları 1997) naif bir kişisellikle başlayan şiir süreci giderek, temelde varoluş gibi bir sorunu da yanına alarak, harften kelimeden gövdenin hallerinden, yer yer metafizik içerimleyen, yer yer de ruhsallık hayatilik arasında bir itiraza dönüşüp kimi zaman tanrıyı sorgulayan, kimi zaman da ölümlerin kayıpların çetelesini tutan şiirler olarak geliyor günümüze.

İnsan, acıyı yaşadığı mekan/lara, sürekli aynı acıyı hatırlatıp durduğu için öfkeyle baksa da, bir müddet sonra bu ikide bir hatırlanan acıya ve onu hatırlamasına zemin oluşturan diğer unsurlara razılık gösterip o mekanı bir anlamda anıtlaştırmaya doğru bir yol alabilir. Bu sayede acıyı başkalaştırarak onu değiştirip dönüştürmekte zorluk çekmez.

Tam burada Beatriz Sarlo’nun ” anlamak hatırlamaktan önemlidir” * demesini akla getirip, acıyı hatırlatıp duran mekan/ları anlayarak şiddetini hafifletebilir, sonuçlarını az da olsa kolaylaştırabiliriz.

Mesut Aşkın’a bu bahsettiğim acıyı hatırlatan mekan en başta odadır. ( Babanın Ağabeyin ) bir odada soğumaya bırakılan kayıplarını ilk o odalarda görüp aklının en derinlerine kazıdığı içindir belkide. Şiirlerindeki oda vurgusu bir ucuyla da dünyanın evin yerini alır. Öyle ya doğumda ölümün soğutulması da bir avludan geçilip girilen bir odaya aittir. ” acının ve ağrının evi” dediği yer odalardan oluşur.

Şiirlerde öne çıkan ilk özellik, tanrıyı dinsel bir dil ( bunun kasten tercih edildiğini düşünüyorum) üzerinden eleştirerek insanı öne alma refleksidir.

” rab için değil

bir şal için yere eğildim”

Dizelerinde de gördüğümüz gibi insan tanrının önündedir. Bu dediğimi biraz daha ileriye götürerek şunları da eklemem gerekir sanırım. Doğup büyüdüğümüz topraklarda bilhassa Anadolu’da tanrı ve imgesi buyuranın, otoritenin başıdır. Bu coğrafyada çocuklar aileden aldığı terbiye sonucunda tanrının, Allah’ın adına ne derseniz deyin.cezalandıran bir sisteme sahip olduğunu bilir ve bunu akılda tutarak yaşamayı sürdürür. Bundan kurtulmasının, buna itiraz edip karşı çıkmasının ön koşulu ise, o çevreden/ toplumdan soyutlanıp akli melekeleri ile ya da değil hareket ederek kendine yeni bir yol oluşturmasıdır. Mesut Aşkın aileden, çevreden ve içinde yaşadığı toplumdan aldığı ( gönüllü gönülsüz ) dini eğitim ve terbiyeyi bir dönem sonra aynı dini ve çatlaklarını eleştirmeye dönük kullanmış bunun sonuçları da yazdığı şiirlere yansımıştır.

Mesut Aşkın’ın şiirle yolculuğu ilerledikçe, başta oluşan ve didik didik edilen “gövde” ve halleri bir süre sonra o gövdeyi oymaya yarayan etini burup duran bir hal almaya da başlıyor. Şiirlerde ele aldığı konuların yelpazesi genişlediği gibi, bağlı olarak dilde gelişerek sivriliyor. Burada şunu özellikle belirtmekte yarar var; Mesut Aşkın ironiyi, humoru pek fazla kullanmayan bir şair olarak onun ağzından söylersem ‘’essah’’ yazıyor. İroninin belkide kasten yazdıklarını perdeleyip belirlemesini istemiyor ve sözcükleri ağzından nasıl çıktıysa öyle ekliyor şiirin gövdesine. Buradan hareketle dilde essahın dili olduğu gibi bütün sertliği ve çıplaklığı da bünyesinde bulunduruyor.

Mesut Aşkın’ın şiirlerini temellendiren ( özellikle son dönemde yazdıkları ) asıl tema ve izlekler ise üç ana madde ile belirginleşiyor. Bir babasız/annesiz çocuk ,iki çocuksuz anne/ baba, üç annenin hayata söylemek istediği her sözcük için geçmişin her anını bugünde hatırlayan bir hafıza. Beatriz Sarlo ; ” Geçmiş her zaman tartışmalıdır. Geçmişe gönderme yetkisini bellek ve tarih aralarında paylaşamazlar. Çünkü tarih anılara her zaman güvenemez, bellekse hatırlama haklarını merkeze almayan bir yeniden inşadan kuşku duyar” derken, Theodor Reik ” bellek koruyucu, anı ise yıkıcıdır’’ diyor. Hafızayı sürekli bugüne çağırıp durmak geçmişi bugün içinde anlayıp yaşamak için elzem görünüyor. Çünkü geçmiş duygusunun/ilgisinin, ortadan çekildiği bir bugün, bütün sentetikliği ve soğukluğuyla sırıtıp duruyor. Buysa bizim kedere ve acıya yüklediğimiz hayati anlamı basitleştirmek dışında başka bir anlama gelmiyor. Biz kederi ve acıyı, gövdemizi oyup duran anlamıyla yaşayıp yer yer hayıflanmayı yer yer düş kurmayı çocukluğumuzun içinden alıp getirdiğimiz için basitlenmiş sıradanlaşmış bir keder anlamsız düşer. Başka bir deyişle elimizde kalır.

Mesut Aşkın kederi, annenin avuçlayıp açtığı toprağa uzun boylu bir oğulu her gün sabah serinliğinde gömüp, akşamın karanlığında tekrar doğururken yaktığı ağıdı unutmasından alıyor.

Aynı annenin gözlerinden birisi süt verirken diğerinden kan gelmesinin acısını şiirlerinin izleği ederken kalbinin de daim derdi olarak kucağımıza bırakıyor.

İnsanın kalbinde daim bir dertle yaşaması kolay değildir. Şarkış’lada kalabalık bir sülaleye rağmen, çocukluğunun iç cebinde kendini unutturup, gittiği her yere birlikte giden yalnızlık da bütün bu kederli hayatın tuzu biberi olarak ağzı açık her yaranın üstüne ekilip duruyor.

Bunca yaşanmış kaybın, düş elbiselerini giyinip bahçelerde salınıp duran çocukların, ” ölüler ordusunun” en yakışıklısı Arslan’ın, Oktay’ın hatırasına Güray’ın Kadıköy’de bir yerlerde sigara dumanına karışmış kadeh tokuşturmasına komşu çıkan sızıyla, geçmişi sürekli bugüne getirmek için yazıyor ve kalemden kağıda geçen her sözcük birer ağıda dönüşüyor.

Toparlarsam; Mesut Aşkın ilk kitabı Çocuk Gülünce’den ( İnsancıl Yayınları 1997 ) son kitabı seçme şiirlere ( İki Ülke Arasında Kalan Kış /Klaros 2020 ) gelen süreçte, ortaya çıkan toplamı sorular bütünü olarak da karşımıza çıkarıyor. Çocuktan, tanrıdan merhamet ve essahlıktan başlayan sorular ve itirazlar, Ortadoğu’daki zulme ve ‘’katillere kardeş’’ (İ. Özel) olanlara isyan ederken her çocuğun üzerine eşit bir merhametle eğiliyor. Baba mayasından anne dilinden aldığı etnik kökeni, siyah Afrika’yı, Ermenileri, göçmenleri sürgünleri öteki diye kodlananı selamlayarak hep “uzağa rüzgar” olup esiyor.

Son söz yerine; Mesut Aşkın’ın en yakınından alıp en uzağa komşu ettiği acıyı, şiirlerinin gizli/açık konusu etmesi o acıyı eşit bir düzlemde gövdesine yayarak yaşamasını sağlıyor. Böyle bir dünya karşısında hem yazanın hem de okuyanın bu keder ve acı sağanağında ikinci bir seçeneği olup olmadığını bilmiyorum. Başka bir yöntemi de iddia etmiyorum. Bahçenin ortasına kurulan masanın etrafını saran kedilerle, Zeynep’in omzunun hem yanında bitiveren gölgesiyle, kadeh buğuları sigara dumanları arasında tebessümle kendini hatırlatan ölülerle, 1968’in Şarkışla’sından 2020’nin Ataşehir’ine gelen ömrü eksik/fazla şiir eyleyerek böyle bir toplamı oluşturmuştur.

Okur da ortaya çıkan bu şiirleri “kalk kalk bitmeyen” bir gövdenin her yanını saran ve bedeli tek tek ödenmiş bir acının ve yalnızlığın toplamı olarak okusun ve yeryüzüne ait her dili hayatın diline çevirsin.

Murat Esmer

Nisan 2020

* Ahmet Oktay/ söz acıda sınandı ıslık yay. 2016

** Sadi Şirazi

* Beatriz Sarlo / geçmiş zaman Metis 2012

not: bu yazıdaki dize alıntıları, İki Ülke Arasında Kalan Kış ( Klaros Yayınları 2020 ) adlı kitaptan alınmıştır.