Marx, henüz on dokuz yaşındayken Berlin’deki hukuk fakültesinde birinci yılını tamamladığında babasına yazdığı 10 Kasım 1837 tarihli mektup şu ifadelerle başlar: “Hayatta öyle anlar vardır ki, geçmiş zamanın miadının dolduğuna dair bir nişane olduğu gibi, artık yeni bir yönü gösteren kesin bir işarettir de” (MEW, 40: 3). Marx’ın kendi öznel deneyimini felsefî ve edebî bir formda ifade ettiği bu mektubun girizgâhı, bizlere âdeta modern zamanların alametifarikasını sunar. Öyle bir an gelir çatar ki, ne içinde bulunduğumuz mevcut hâl bu yeni olanın hakikati karşısında tepeden tırnağa hazırlıklıdır ne de yeni olan her ne kadar bütün taşları ona doğru döşenmiş olsa da kendisini alışık olunan bir biçimde sunar. Böyle geçiş anlarında geçmişten topyekûn sıyrılamadığımız gibi yeni olana da kayıtsız kalamayız; ikmal edilen koşulsuza yönelik bir ihtiras sarar benliğimizi. Hakikatin vurucu gücü mevcut dünyayı yıkmakta, yıkılmakta olan mevcut dünya da kendi bağrından âdeta hakikati doğurmaktadır.

Tıpkı karanlığa gömülen bir tohumun içinden yaşamın filizlenmesi ve aydınlığa kavuşması gibi… Öyle bir an ki her şey, bir o kadar tanıdık; fakat tanıdık olduğu kadar da tarif edilemez bir şekilde karmaşık ve iç içe geçmiş bir hâlde bulunur. İşte böyle bir geçiş ânında, yeni dünyanın zarafeti bize gözlerini kırparken eski dünyanın ölümünün yas ve hüznü, kuşku ve umutsuzluğu kuşatır her bir yanı. Bu geçiş, basit bir değişim olarak ele alınamaz; hele ki söz konusu olan sonlu olanın ölümü gibi bir gerçekse. Başkalaşıma uğramıştır dağılıp çözülen, yiten sadece maddi bir beden değildir. Peki, böylesine bir geçişte yitirilen, sırf geride kaldı diye değersiz midir? Hele ki bu ölüm, doğanın nesnel düzeniyle kendi öznel yaşamının düzenini özdeşleştirmeye çabalayan insanoğlu için gerçekleştiğinde, geriye ne kalmaktadır? Ölümün yaşayanlar üzerinde bıraktığı yoksunluk hissi ve yas, yeni olanda dünyada hiç mi bir niteliğe sahip değildir? Yaşam ve canlılığın yitimi, yitirilen ile bütün bağları koparıp atar mı sahiden? Ötekiyle kurulan ilişkinin tinsel yanı, hiç mi imkân sağlamaz başka türden bir birliğin tesis edilmesine? Maddi varoluşun yitirilişinin yarattığı acı ve yas, geleceğe yönelik yaratıcı bir kuvvetin açığa çıkmasına, yaşamla daha güçlü bir ilişki kurmaya bir olanak tanır mı?

Odağına ölümü, dağılıp çözülmeyi, sonlu olanın sonluluğunun yitimindeki trajik yanı alan önemli bir çalışma, geçtiğimiz ay Türkçeye kazandırıldı. Alman filozof F.W.J. von Schelling’in Alman Romantizminin eşi benzeri olmayan bir karakteri olan eşi Caroline’yi kaybetmesinden sonra kaleme aldığı Clara ya da Doğanın Tin Dünyasıyla Bağlantısı Üzerine adlı felsefî yas kitabı, Mehmet Barış Albayrak’ın Almancadan yapmış olduğu çeviriyle Ayrıntı Yayınları’ndan yayımlandı. Kadın bir karakterin başrolde olduğu Clara, diyalog şeklinde felsefî bir novella. Schelling, yaşamın kaçınılmaz yazgısı olan ölümü ele aldığı bu çalışmasında, maddî ve tinsel dünyanın sınırlarını kalın bir şekilde ayıran ve bireysel kurtuluş için yaşadığımız dünyayı bir kenara atmayı salık veren dinlerin ele aldığı türden yaklaşımdan bir hayli uzak.

Eser, Katoliklerin kendilerini ölülerine adadığı bir yas günü olan “tüm ruhlar günü”nde, Schelling ile Doktor’un Clara’yı mezarlıktan almaya gittiği çarpıcı bir sahneyle başlıyor. Ölümün ardından zorunlu olarak parçalanmış ilişkilerin, sevgi ve yasla birlikte nasıl yeniden kurulduğu, dolayısıyla insanın fiziksel yanının dışında içinde bulduğu ruhsal ve tinsel yanın kuvvetiyle, doğa ve yaşamla nasıl bir bağ kurulacağı ele alınıyor. Bu bakımdan Clara, insanın ve dünyanın sonluluğunun ve bu sonluluğunun bilinciyle ölümün felsefî bir soruşturulmasının yapıldığı vurucu bir eser; zira Clara’ya göre, dinlerin öteki dünyayı kutsayarak ele aldığı ruhun ölümsüzlüğü, bu dünyadaki yaşamı ve canlılığı görmezden gelmeye neden olmakta, yaşıyorken deneyimlenen doğanın kendi tinsel yanını paranteze almaktadır.

Bu dünyada kendini tanımayan, kendisiyle birlikte doğayı tanıyamayan kişinin bütün bir yaşamını öbür dünyaya hazırlanarak geçirmesi, ruhun ve tinin doğasına aykırı bir yaşayış biçimidir; mevcut dünyada kendi hakikati ile şimdi ve burada olmakta olandan, aktif ve canlı doğa bilimlerinden yola çıkamayan birinin ölüm ve sonrası üzerine düşünmesi büyük bir yanılgıya ve safsatayla sonuçlanır. Buradan hareketle başlanması gereken ilk nokta, insanın bu dünyada kendisini bilmesi ve böylelikle kendisini aşmasıdır; elinde olanla yetinmekten ziyade kendi özgürlüğünü de talep etmesidir. İnsanın kendisini bilmesi ve aşması, kendi yazgısı olan özgürlüğünü gerçekleştirmeye yönelik bir karar alması, kendi zıttı olan doğanın ve kendisinde bulunan içkin zorunluluğun bir arada yakalanmasıyla mümkündür.

Böylelikle insan kendi varlığını, daha yüksek bir varlığın taşıyıcı yapabilir. İnsanın doğayla olan bütün bağının koparılması, ahlâkî olarak büyük bir yanılgının içine düşülmesine ve kötülüğün açığa çıkmasına neden olur; zira tinsel olan, sadece kendi içinde kalarak değil, kendi zıddıyla, eş deyişle doğayla birlikte kurulan tanrısal bağla olanaklıdır. Bu tanrısal bağ da, insan ruhunun aracılığıyla tesis edilir. Böylelikle, sonsuz ile sonlu arasında, sonluluğun bireyselliğinin yitip gitmediği bir zemin tesis edilir. İnsanın özü, doğanın zorunlu yasalarının hesaba katıldığı bir zeminde temellenir. Bu bakımdan özgürlük, doğayı görmezden gelerek salt insanî yanda kalarak kurulamaz; onun zorunlu olarak kurulmasının biricik koşulu, doğanın canlı ve aktif yapısıyla birlikte ele alınmasıyla mümkündür; zira Schelling’e göre doğa, sadece itme-çekme ilişkisi olarak mekanik kuvvete değil, aynı zamanda tinselliğe, varlığın birliğine yönelen olgunlaştırıcı bir ereksel kuvvete de sahiptir.

Metnin ilerleyen sayfalarında kendimizi, Schelling’in İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine ve Dünya Çağları adlı temel eserlerinde ele almış olduğu temel felsefî düşüncelerinin, daha esnek bir dille anlatılmaya başlandığı bir felsefî tartışmada buluyoruz. Çevirmenin, özellikle düşünürün İnsan Özgürlüğünün Özü Üzerine çalışmasına yapmış olduğu göndermeleri içeren dipnotları ve önsözüyle, metnin kavranması güç noktalarını rahatlıkla anlama fırsatına sahip oluyoruz. Özellikle çevirmenin, insanın tamamını beden, ruh ve tin olarak tarif eden Schelling’in kullandığı kavramlar arasında koymaya çalıştığı ayrımlar, metnin nüfûz edilebilirliğini oldukça artırmış vaziyette. Bu bakımdan Clara, Schelling’in temel düşüncelerini rahat bir şekilde anlamamız için olmazsa olmaz bir kolaylaştırıcı kaynak niteliğinde.

Son olarak işaret etmek istediğim önemli bir nokta daha var. Schelling’in de içinde bulunduğu Alman İdealizmi filozofları ve Erken Alman Romantizmi düşünürleri, içinde yaşadığımız çağın temel problemlerine ve krizlerine yönelik hem nedenleri hem de çözümleri göstermesi bakımından hâlâ oldukça merkezî bir noktada duruyor. Dünya üzerinde birçok felsefeci ve düşünce yolcusuna kılavuzluk eden ve modern dünyanın temel paradigmalarına yeniden ve yeniden döndüğümüz bir çağda Alman düşünce geleneği, dünya üzerinde yoğun bir ilgi görmeye devam ediyor. Bu bakımdan yeni edisyonlar, ayrıntılı rehber kitaplar, her geçen gün raflarda yerini alıyor. Neyse ki Türkiyeli okurlar da bu temel yönelimden münezzeh değil. Alman düşünce geleneğine yönelik birçok temel eser Türkçeye kazandırıldı ve kazandırılmaya devam ediliyor.

Filozofların temel kitaplarına ulaşmak, okuyucuya doğrudan filozofla diyalog kurmanı imkânı veriyor; aynı zamanda filozofların kendi aralarındaki diyaloğa da tanıklık etme fırsatı sunuyor; zira her bir eser, belirli bir problematiğin farklı saiklerden hareketle ele alınmasını içeriyor. Sözgelimi, Alman düşüncesinin temel problemlerinden biri olan kendinde şey ile görünüş, koşullu ile koşulsuz, öznel yan ile nesnel yan, parça ile bütün ya da sonsuz ile sonlu arasındaki ilişkiyi Alman Romantik düşünürlerinden Friedrich Schlegel, Eleştirel Fragmanlar adlı eserinde alegori ve nükteye bağlı ironik bir diyalektikle sanatçının yaratıcı gücüne işaret ederken, Schelling Clara adlı çalışmasında tartışmanın orijinine doğa, yaşam ve ölüm gibi yaşamın en yalın gerçeklikleri koyuyor. Böylelikle, birbirleriyle dirsek teması da olan bu düşünürleri bir arada okuyabileceğimiz eşsiz bir yelpazeye kavuşuyoruz. En nihayetinde bu yelpazenin önemli bir parçası olan Clara, biz okurları, kendi yazgısı olan özgürlüğe ve diğerleriyle birliğini kurarak kendi bağımsız varoluşuna doğru çabaladığı tinsel yaşam serüveninin, ölümle birlikte nasıl bir sonuca ulaşacağını çarpıcı bir şekilde tartışmaya davet ediyor.