Ana Sayfa Litera Onu Ben Saydım (Öykü)

Onu Ben Saydım (Öykü)

Onu Ben Saydım (Öykü)

O sahneye girince kıyamet koptu. Girmeden piyanist Je Taime’i çalmaya başlamıştı zaten, salon da mırıldanmaya. Çalgılar girişi uzatıyor, o nazlanıyordu. Elini kalbinin üstüne götürüp selamladı biz ölümlüleri. Biz ölümlüler orda salondakiler ve ekran başındakiler. Olimpos’taki panteonundan inen bu tanrıçanın bulutlar arasındaki kudreti nasıl bir mucize bahşedecekse büyülenmişiz. Bir an durakladı, rutini bozuldu. Kulak kesildi alkışların, ıslıkların ötesinden, salonun gerilerinden gelen ses dalgasına.

 

Sonra da oradaki basamağa oturdu; bir an gözlerime Urfalı bir gazelhan göründü, bir gazele uzun uzun asılacak sandım… Ama Urfa nere Paris nere; gazelden, uzun havadan nasıl haberi olacak Lara Fabian’ın?..

 

Öndekiler de alkışı kesip arkadan gelen, artık Je Taime olduğu anlaşılan ses dalgasına sesleri ve bedenleriyle katıldılar. Dalga gelip ekran başındaki beni de içine aldı. Bütün dünyanın katıldığı bir koroya, bir kasırgaya, bir tsunamiye dönüştü. Sanki deniz püskürüyor boğazımızdan. Bütün dünya bir ağız. Aynı zamanda her nasılsa birer köpük, birer dal parçası kendi sesimizden bu tsunaminin önünde.

 

Ses kasırgasını farkedince bir an düş gördüğünü sanıyor olmalı Lara, sonra şaşırıyor, Je Taime’e eşlik etmekle etmemek arası duraklamanın ardından anlıyor, ben de çöpse çöp, dalsa dal, köpükse köpük olmalıyım bu kasırgada, diye düşünüyor. Katılıp o da bizler gibi, ben gibi kayboluyor.

 

Piyanist de öyle bu fantazmaya kapılıyor, iyi ruhları bulmuş bir şaman. Piyanosu totemi, neredeyse karnına gömülecek.

 

Tsunami denize çekiyor her şeyi: Evler sahile boşalıyor; düşler, umutlar, dedikodular, öfkeler, aşklar, arayışlar, aldanışlar, sesler, seslenişler, fısıldaşmalar, dünyanın velvelesi, iç çekişler, hıçkırıklar, ötmeler, kikirikler, ulumalar, inlemeler, çığlıklar, hırıltılar, kekelemeler, hapşırmalar, ünlemeler, gevelemeler, öksürmeler, mırıltılar, gümbürtüler, esnemeler… Neredeyse anlamsız konuşmalar, ciddiye alınmak gibi bir dertleri yok, geğirirken veya osururken barsaklarımızdan saldığımız o rahatlatıcı eylemden ibaret, öyle fos. Bu saatte de olur mu dedirten çanak çömlek sesi şarkılar, reklamlar, alış verişler, pazarlıklar, para transferi, iş anlaşması, politik tartışmalar; beceriksizliklerin, bozuklukların, gizli ahlaksızlığın jargonu, ciddiye değil alaya alınması gereken, kahkahalarla gülünesi, laf atmalar, küfürler, kızlar, oğlanlar, herifler, yetişkinler, yetişememişler, babalar, analar dalga dalga, sokak sokak…

 

Onların dalgası başka benimki başka; salondan kente, oradan televizyonlara, internete, sonra dünyadan uzaya. Oradan İzmir’e, Halilrıfat’a. Kapıdan pencereden girip evime, beni içimden önce tortop edip sonra ezerek kağıda dönüştürerek salmış sokağa… Yitip Konak meydanında bulmuşum kendimi; kokoreççiler, roman çiçekçiler, işçiler, işportacılar, serseriler, kapkaççılar, sarhoşlar, öğrenciler, aktörler, şarkıcılar, sazcılar, hırsızlar, tinerci çocuklar, seyyar satıcılar dört bir yanda gece kuşları ve Je Taime kasırgasının ortasında… şarkı uzadıkça uzuyor; saçlarımı dağıtanlar, laf atanlar mı, oramı buramı mıncıklayanlar mı dersin sanki pireler bedenime dadanmışlar ama, Je Taime bir kafes sanki, koruyucu ya da yalıykan demeli. Çekip beni oracıkta, bir kuytuda doğrayabileceklermiş aklıma bile gelmiyor.

 

Sen olsan oradan çıkmazdım, belki tavernaya dönüşmezdi, dönüşeceğinden korkmazdım. Sen olsan Lara Fabian’a bile gerek kalmazdı, sen zaten o anı yaşatırdın bana. Kollarında kendimden geçerdim, geçince karıştırırdım müzikle soluğunu, soluğun müzik gibi gelirdi bana. Boşuna mı Julio Iglasias derdim sana. Sen ah, sen!.. Serserim benim…

 

“İyi misiniz, yardım ister misiniz?”

Annem gibi, işe gidecekmişim gibi uykudan uyandıran beni.

Ses sisi çekiliyor.

Polis.

 

Bir anda dağılacak gibi oluyor her şey. Ama mahmurluğumu korumaya kararlıyım, uykum dolayısıyla hayalim kaçsın istemiyorum. “İyiyim, teşekkür ederim” deyip yeniden onların arasına dalıyorum. Senin kokuna, kokunun çekimine koyvermişim kendimi bir kere, ona uyup bu düşten ayılacak değilim. Sahile iniyorum, gece yarısını ihlâl edip… Beni orada bekliyor olmalısın, denize karşı bir banka oturmuş, eminim… Uzun saçlı, bıyıksız, üstünde incecik bir gömlek, sırtında bir süveter ve şortla.

 

“Merhaba” deyip yanına oturuyorum.

“Merhaba”

 

Yadırgadığın sesinden belli… Çaktırmasana… Güven vermek için gülümseyip ben de yüzümü denize dönüyorum. Arabaların sesi rüzgârın sesini boğmasa ne güzel olur, bir de korkup kaçman ihtimali olmasa, seni orada tutmak, sessizce, sabaha dek oturmak…

 

Böyle giderse çok sürmez, “iyi geceler” der gidersin.

 

Sizli bizli konuşmak zorundayım; senli benli olursam yanlış anlarsın.

 

“Ne güzel bir gece?”

“Bu ne sıcak böyle gece oldu dal kıpırdamıyor, apartmanların içinde de arasında da durulacak gibi değil.”

 

Geçiştirmediğine göre hemen kaçıp gitmeyeceksin.

 

“Buralarda mı oturuyorsunuz?”

“Şurada, birkaç yüz metre ilerde.”

“Ben o birkaç yüz metrenin arkasındaki tepenin arkasında.”

 

!!!…

 

“Sigara alır mısınız?”

“Kullanmam.”

 

Ne iyi, o kadar da yadırgamıyor. Denize göz kırpıyorum.

 

“İçsem rahatsız olmazsınız değil mi?”

“Nasıl olsa rüzgâr alıp götürür.”

“Yaz ve gece olunca, kıyıda oturup sigara içmek bir tutkudur bende.”

“Ben de geceyi çok severim; işim gücüm olmasa güneş beni göremez…”

“Demek siz kamer kavmindensiniz…”

“O kavmin özelliğini bilmem ama, baykuş soyundan olduğuma inanırım.”

“Aynı zamanda avcı…” diyorum kinayeli.

 

“Gerçekten kaçmak diyelim buna.”

“Gerçekten kaçmak?”

“Baykuşlar bizim algılayamadığımız tonlarını da algılar ya renklerin, bence ondan geceye kaçarlar. Ama ne müthiş göz!”

“Benimki değil mi” diyerek bir kahkaha atıyorum.

 

“Sizinkiler şu an gece gibi” diyorsun. Hâlâ tedirgin.

“Tabii ki gece gibi olacak karanlık, yıldızlı bir göğe bakıyorum çünkü.”

“Ben de bunu söylemek istemiştim.”

 

Gülüşüyoruz. Bu yakınlaşma mesajı ikimiz için de.

 

“Bakın” diyorum, ayağa kalkıp parmağımı küçükayıya dokundurabilirmişim gibi, “yavaş yavaş dünyadan aşağıya iniyor. Biraz önce tam tepemizdeydi” diye göstererek…

 

Yanıma geliyorsun. Elimin hizasından bakmak için. Sanırım mesajı aldın. Daha da yakınlaşalım diye.

 

“Yıldızlarda canlılar olabileceğine inanır mısınız?”

“Hiç kuşkum yok.”

“Peki gelip gidenler olduğuna?”

“Bak onu bilmem, çünkü öyle uzaklar ki… Bununla birlikte ruhların ışık hızından daha hızlı olduklarını düşünürüm.”

“Işık hızından daha hızlı? Bu fizik yasalarına aykırı…”

“Fizik yasaları da benim hayallerime aykırı…”

“Ama fizik yasaları somut, gerçek…”

“Benimki de hayali gerçek.”

 

Buradan ruhların ölümsüzlüğüne, oradan tanrıya, tanrıdan mitolojiye, mitolojiden laikliğe, laiklikten demokrasiye, kadın haklarına uzun başıboş sohbetin ardından nedense soruyorum:

 

“Neyle meşgulsünüz?”

“Gözlükçüyüm.”

“Hımmmm… Dünyayı karartan gözlüklerden mi?”

“Hayır görünür kılanlarından.”

“Neden, hazır göremiyorken dünyanın pisliğini?”

“Ama güzellikleri de var dünyanın. Onlar ve dünya güzelliğiyle görünsün…”

 

Bu iyimserlik sensin ya, birden çıkıverdi ağzımdan:

 

“Bence gerçeğe çıplak gözle bakılamadığından…”

“Hayır gerçeği bütün çıplaklığıyla görsünler diye…”

“Peki aşkı gösterenleri de var mı?”

 

Şaşırdın, bu kadarını da beklemiyordun herhalde: Sırnaşan bir hayat kadını mı diye düşünmüş olmalısın. Ama, sohbetimiz ilerledikçe değiştiğini sanıyorum. Biraz pişman, biraz ürkek, araya mesafe koymak, ötelemek için gerekçe arar gibi.

 

“Aşkı mı?”

“Hı hııı, hani şu romanlarda şiirlerde olur ya? Mesela Leyla ile Mecnun, Romeo Jülliyette, Ferhad ile Şirin arasındaki…”

“Love Story…”

 

Bunları sayarken olur ya aşk geyiğimi meşke çevirmek istediğimi sanıp sırnaşırsın diye uzaklaşıyorum; o an bu kadarı yetiyor bana.

 

Yaklaşarak “ya sen” diye soruyorsun.

“Ben?”

“Evet, siz neyle meşgulsünüz?”

 

Hoşça kal, demeye hazırım, fırsat vermeden “Peki sen aşkı gösterebilir misin” deyince, dönüp “O sanatçıların işi ben yaşarım” diyerek iki adım daha atıyorum.

“Yaşatmasını da bilir misin?”

 

Dönüyorum, kinaye belli; ama, agape mi eros mu?

“Evet” diyorum, biraz umutlanmanı istediğimden duraklayarak, araya girmeyesin diye soluk alıp ellerimle sözüme devam edeceğimi ima ediyorum. Sen de bu fırsatı tanıyorsun.

“Ben yıllardır yaşatıyorum ve yaşıyorum zaten.”

 

Onu demek istemedim diyecek değilsin ya, gülüyorsun. Ben de gülüyorum. Park fenerinin altında, eşduyuma bırakıyor yerini söz. Konak Pier’in oralara varmışız, rıhtım taşlarının kenarından.

 

Lara Fabian’ın başlattığı Je Taime  tsunamisinin önünde İzmir daha, olasılıkla bütün dünya.

 

Yaklaşıyorsun; ben denize doğru yürüyorum, sen bir adım geridesin. Konuşmadan. Konuşmamak gerektiğinde anlaşmışız. Kayaların oraya dek inmişken artık konuşmak aptallık olur. Önce elimi tutuyor, dengemi korumama yardım ediyorsun sözüm ona. Belime doluyorsun kolunu, ardından saçlarımı okşuyor, çekip başımı göğsüne dayıyorsun, eğilip öpüyorsun; dudaklarına yumuluyorum, parmak uçlarımda yükselerek ve omuzlarına asılarak. Belimi sıkıca kavrayıp karnına doğru çekiyorsun.

 

Sensin ya…

 

Deniz, şehvetimizden dalgalanıp azıyor; onu da azdırıyoruz, kızıştığından köpük püskürtüyor üstümüze. Kimin umurunda, gücü yetiyorsa alıp koynuna bizi boğsun. Kayanın vücudumuza batmasına bile aldırmıyoruz. Yoruluyoruz alt üst olmaktan. Toparlanıyoruz. ikimizin de dizleri kanıyor, çantamdaki yaş mendille siliyorum yer yer kurumuş kanları. Sırtımız da çizilmiş olmalı… Kaldırımdan geçen bir sarhoş şamatasıyla uyanıp kendimizi bankta buluyoruz, bunlar hiç yaşanmamış gibi.

 

Çorba içelim istiyorsun, telefonunu vermek, telefonumu almak. Gülümsüyorum. Bir para teklif etmediğin kalıyor. Çakmayasın diye çabucak uzaklaşıyorum. İskele’nin oradaki taksiye…

 

Sen gibi geldiğini, gözlüğümü çıkarmak istemediğimi söylemiyorum, tabii… Şoförden sahil boyundan ayrılmamasını ve yavaşça sürmesini rica ediyorum. Je Taime bir fon şimdi uzaklarda aklıma Kazancı Bedih geliyor ve ıslığım “dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi…”

 

_____

ERKAN KARAKİRAZ’IN YORUMU

 

Hayri K. Yetik, uzun aralar vererek öykü yayımlıyor. Her öyküsü, yazarın öykü türünün hakkını çıtayı yukarı çıkararak verdiğinin ispatı olarak okurda incelikli bir okuma keyfi bırakıyor. Yetik’in “Onu Sen Saydım” isimli öyküsü, bilinç akışı tekniğinin olanaklarından sonuna kadar yararlandığı, öykü boyunca bilincini takip ettiğimiz anlatıcısı aracılığıyla belli belirsizce her şeyi bilen tanrı-anlatıcı bakış açısına da -özellikle televizyonda izlediği icrayı betimlediği bölümlerde- başvurduğu, kompleks bir metin. Yetik, metnin tüm yoğunluğuna karşın okuru yormayan, onun yolunu yitirmesine neden olmayan yalın bir anlatımı tercih ediyor bilinç akışını uygularken. Zamanı iktisatlı ve sırasıyla vermekten yana tavır alıyor öykü boyunca. Araya giren yan düşünceler, ayrıntılar ve kimi sapmalar, öykünün bitişindeki belirsizliği pekiştirmek için daha çok. Bunun özgürlükçü bir kadının fantezisi mi yoksa başından geçen gerçek bir olay mı olduğunun muhasebesini okura bırakıyor. Benim temennim, Hayri K. Yetik’in daha fazla öykü yazması, hatta öykü kitapları yayımlaması yönünde.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl