Klasik Rus ressamları, nedense, eğer siz bilhassa peşlerine düşmemişseniz pek ortada görünmezler.

Müzelere gidip tek tek ziyaret etmelisiniz, yoksa bir tesadüf haricinde ortaya çıkmayacaklardır.

Niye böyledir sorusunun karşısına Batı’nın Kültürel Hegemonyası gibi bir kült yanıt hemencecik dikiliyor; biz, şimdi onunla uğraşamayız.

Ağır mesele!

Bu yazıda Rus resminin hârikalarını ¨al gözüm seyreyle¨ demesi varken, zikredilen sualin cevabını bilenlerine bırakıp akademik lakırdıyla fazla oyalanmayacağım ve fırçaların, yazıların izini takip edeceğim; doğru görmüş müyüm, size soracağım.

İlya Repin uzaklara gitmiş insanların geri dönüşünü anlatmak istiyordu.

Öylesine şaşırmış yüzler koymalıydı ki kanvas üzerine, o beklenmeyen karşılaşmanın resmini nakşetmeliydi.

İlya, yahut İlyoşka, tuvalini boyamaya 1884’de başladı, dört yıl sürdü, tamamladı; sene 1888’dir. O tarihlerde gidenler çoktur, geri geleni pek nâdirdir; sürgün, Rus insanını ezip geçiyordu. İlya’nın yapmak istediği tablo bu sürgün ve geri dönüşü anlatacaktır.

Tabloyu, şimdi, Moskova’da Tretyakov Galerisinde bulursunuz ve karşısına geçip saatlerce bu şaşkınlık ânını sizin de şaşarak seyretmeniz mümkündür.

Resim bir hikâyeyi sıraya sokuyor: Kapı açılmıştır, bakışlarımız evvela oraya yönelir; hiç kimse, mesela, duvardaki tabloyu öncelikle görmeyecektir. Kapıyı açan hizmetkârlar; önlüklü ve genç olanı ortalık hizmetinde, onun ardında gördüğümüz uzanmış baş, yaşlıca bir kadına ait.

Muhtemelen evin horanta ve zahmetli işlerine bakıyor; çamaşır tahtasında avuç eskitiyor, ahşabı silip süpürüyor, sabah erkenden sobanın külünü alıp taze ateşe üflemek de ona ait.

Fakat meraklıdır; başını uzatmış, geleni seyredecek…

Kapıyı açık tutmakta olan hizmetçinin prostelası bembeyaz, lekesiz; demek bu hânenin bakımı evdeki eksik kişiye rağmen aksatılmamıştır.

Beklenmeyenin içeri girdiği odanın duvar kâğıtları pırıl pırıl ve döşeme tahtası da sabunla temizlenip gazyağıyla ovulmuş, parlıyor. Karşımızdaki duvarda sepya kâğıdına basılmış, üstüne kahve dökülmüş gibi renkleriyle aile hatırası fotoğraflar bugünü eskiye bağlıyor.

Önlüklü öğrenci kıyafetindeki tıfıl çocuğun solundaki duvara dikkat! Rusya haritası asılıdır. O, coğrafya dersini burada çalışırken, diyelim ki, babasının gittiği uzak yerleri hayalinden bu asılı harita paftasına çevirir. Sibirya’da bir yer olmalı, duymuştu; öyle konuşuyorlardı, mutfakta, semaver başında…

Babası olduğuna biz karar verdik; ressamın aklından geçen kim, bilmiyoruz.

Olsun, evin babası olması pek mümkün.

Zira Çarlık Rusyası dönemindeyiz, resim bize o tarihi gösteriyor ve muhalif olan kim varsa , kurşuna dizilmemiş ise, Sibirya’ya gönderiliyor. Henüz beklenmeyen kişiye gelmedik ama yüzünden onun huzursuz kişiliğini de biraz sonra okuyacağız.

Tamam, mutabıkız!

Beklenmeyen kesinlikle evin babasıdır; ayaklanmış kadının kocasıdır.

Kadının yüzü görülemez, beklenmeyen kişiye dönmüştür. Kırk yaşlarına gelmiş bir kadın; o vakitler, kırk yaş yaşlılık eşiğidir. Şaşkınlığını, ressamımız, onun sol elinde yansıtmış tabloya; berjer koltuğa parmakları dokunuyor mu yoksa beklenmeyene uzanacak mı, merakta kalıyoruz.

Beklenmeyen de çökmüş, yıpranmıştır ama ne de olsa erkektir, bakalım karısını bunca yıldan sonra nasıl bulacaktır? İlyoşka’nın kadının yüzünü bizden saklamasındaki neden bu olsa gerek; yılların izini evin annesi, beklenmeyenin eşi yüzünde görmeyelim istiyor sanki…

Masada dersini çalışan kız çocuğunu, babası belki de daha kundağındayken terk etmek zorunda kaldı. Şimdi buluşacaklar, ancak kızın yüzünden ürküntüye karışmış bir merak bize de bulaşıyor. Baba kız arasında yeni kurulacak bu ilişki; nasıl olacak?

Arkada piyano başındaki genç kadın, masadaki çocukların yaşları dikkate alınırsa, beklenmeyen babanın kızı olamaz gibi; arada yaş farkları var. Belki de piyano başındaki kız, bir ihtimal, çocuklara ders göstermeye gelen kasabanın öğretmeni…

İlya Replin ¨Onu Beklemiyorlardı¨ adını tablosuna verdiğine göre, beklemekten umut kesilmiş olanın geriye dönüşündeki imkânsızlığı ve çaresizliği yüzüne yansıtmalıydı; öyle yapmış! Geri gelen uzun sürmüş bir yolculuğun tüm yorgunluğuyla karşımızdadır. Affedildi mi, sürgün yahut hapis cezası bitti mi, belki de bunların hiçbiri olmadı da hapsedildiği yerden kaçtı da geldi mi!

Bizim ondan hiç beklemeyeceğimiz, asla böylesini düşünmeyeceğimiz bir şey daha var: Yoksa evi terk edip gitmiş bir maceraperest, sergüzeşt miydi?

Her neyse, oldu bir kere… Gitti ve geldi ama onu beklemiyorlardı.

Tarihte bu ilk kez olmuyor ki! Binlercesi var…

Biz Homeros destanlarının en büyüğü, epik kahraman Odysseus’tan tanıyoruz İlya’nın çizdiği bu yüzü.

Odysseus, İthaca’ya on yıl süren bir maceralı geri dönüşü tamamlayınca, sarayında kendisini bekleyen Penelope’u, ona tebelleş olanların elinden kurtarmak, karısına kavuşmak için yayını germiş, oklarını fırlatmış; kargısıyla evini işgal edenleri döşünden vurmuştu.

Odysseus’un geri geleceğine ait umudunu Penelope hiç yitirmemişti; fakat, sona yaklaşırken, kendisine talip olan damat adaylarına artık yüz veresi de gelmiyor değildi. Odysseus’un oğlu, bir tek o, Telemacus babasının geri geleceğinden yüzde yüz emindi; bir de sadık köpek Argos mu acaba!

Odysseus’un eve dönüşü hep tekrarlanacaktır insanlık tarihinde…

Bitmeyen bir bekleniştir bu; gidenin geri geleceğine dair ümit…

Boris Pasternak epik romanı Doktor Jivago’da, savaştan geri dönen, sonra Bolşevikler tarafından kaçırılıp alıkonan, sürgüne gönderilmiş ve ardı sıra kıtlık, açlık, salgınlar ve iç savaş boyunca hayatta kalmayı başaran Jivago’yu evine dönmek üzere Rus steplerinde gezdirir; ormanlarda kurt sürülerinden kurtarır, Menşevikler kurşuna dizecekken şansı yaver gider ama bu kez Bolşevikler idam mangası karşısına koyacaktır, yine kurtulur. Sonunda Moskova’ya ulaşacak, fakat karısı Tonya ve ailesine kavuşamayacaktır; Paris’e kaçmıştır hepsi. Aşkı, sevgili Lara’dan da bir daha haber alamaz. Dr.Jivago’nun Penelope’u hangisidir, Pasternak burada okurunu kündeye getirip şaşırtır. Aileyi seven geleneksel ahlaklı okurlar Tonya derken, kalbindeki aşkın ateşine el uzatıp ısınmak isteyen gönüldaş okur Lara diye Rus Penelope’unu bize işaret eder. Ben kendi hesabıma ortada kalır, ne Tonya’ya kıyarım ne de Lara’yı gözden çıkarırım. Zavallı Rus Odysseus’u Jivago, bırakın ok fırlatacağı bir rakip bulmak, kendisini ayakta taşıyamaz ve bir tramvayda kalp krizi geçirip ölür.

Alexandre Puşkin de geri dönmesi beklenmeyenlerden birisidir. Kafkasya’ya sürgüne gider, artık ondan umut kesilmiş olmalıdır fakat Çar’ın özel affına mazhar olur. Çar affetmiş ama onun başkente girişini de yasaklamıştır. Sürgünü devam ediyor aslında, biz onu affolundu zannediyoruz. Mihaylovskaya adında ailesinin yaşadığı köye mecbur bırakılacak, oradan kaçmasın diye sorumluluğu da hayatta olan babasına bırakılacaktır. Bir baba için ne kadar zor görev! Sabah akşam oğlunun peşinde dolaşacaktır babası, köy hudutlarını terk etmesin diye… Puşkin’in beklenmeyen geri dönüşü bir başka ıstıraba dönüşmüştür.

Rus yazarı Çernişevsky’nin bir Odysseus olduğu asla söylenemez. Gittiği yeri sevmiş midir, ne; af edilene kadar kaçmaya dahi teşebbüs etmez. Konulduğu pencere kenarını seven saksı çiçeği gibi kimse ona dokunmasın da istemiş olabilir. Bana kalırsa, döndüğü zaman beklenmeyen olmak istememiştir. 19.yüzyılın Rus küçükburjuva devrimciliği, popülist sosyalizm diye adlandırılan Narodnik Hareketin önemli ismiydi, yakalandı, yargılandı, Çar II.Alexandre’nın yufka yüreği onu idam mangası önünden alıp Sibirya’ya gönderdi. ¨Ne Yapmalı!¨ işte bu sürgünün meyvesidir.

Dostoyevsky’nin kaderi Çernişevky’den işte tam da bu noktada ayrılır. İdam cezasını bir tiyatro oyunu gibi kurgulamış olan Çar I.Nicola, kendisine muhalif Dosto’yu yoldaşlarıyla birlikte Petersburg’da kurşuna dizer gibi yaptırıp son dakikada güya af etmiş, ardından sürgüne göndermiştir. 1849’a Sibirya’da sürgündedir, dört yıl kalır, canlı bir cenaze gibi, bir deri bir kemik geri döner. O da onu beklemiyorlardı, diyebileceğimiz bir hâldedir. Fırtınalı bir yaşam ve bize hediye ettiği romanlarıyla beklenmediği hayatına geri dönecek, kaldığı yerden sürdürecektir.

Bu geri dönüşlerin sonunu getiremeyiz.

Hele Halide Edib’in Sinekli Bakkalı’nı bir okursak, romanın iki kültür arasında kalmış genç kız kahramanı Rabia’nın babası Kız Tevfik’in iki defa sürgüne gidiş ve geri dönüşüyle geçen bir ömrün hikâyesinde, hasreti çekilip beklenen baba ansızın çıkıp gelen babaya döner.

Bu baba şen şakraklığından hiçbir şey kaybetmemiştir, can çıkar huy çıkmaz! Son geri dönüşü Meşrutiyete-Hürriyet dönemine rastlar, zaten Karagözcülük etmiştir yıllarca, yine dalgacılığına Sinekli Bakkal mahallesinde devam edecektir; boşandığı karısının taklidini yaptı diye sürüldüğünü de unutmayalım.

Biz, en iyisi, bana göre en dokunaklı geri dönüş hikâyesiyle kapıyı kapatalım:

Yakup Kadri’nin Hep O Şarkı başlıklı romanında son sayfaları çeviriyoruz.

Hayatı boyunca Harbiyeli Cemil Beye tutkuyla âşık bir genç kız, sonra bir yaşlı kadın olarak minder çürüten, pencere başında yollarını gözleyen Münire’nin hikâyesidir bu!

Cemil Beyi türlü benzetmeler, yakıştırmalar, ümitlerle muhayyelesinde yaşatır, birgün elbette geri gelecektir, gelince evlenecekler ve o beklediği ân gerçekleşecektir. Dönem I.Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş yıllarıdır. Birçok cepheler, savaşlar, türlü olaylar sonunda beklediği Cemil Bey bir gün geri döner; dönmese daha iyiydi.

Münire bir büyük hayal kırıklığıyla yıkılır, savrulur; hayatının, dile kolay, yirmi beş yılını bir adamı beklemekle geçirdiğine kendisi de şaşkındır.

¨Ah, keşke hiç görmeseydim onu… Ölünceye kadar yirmi beş yıl evvelki Cemil Bey olarak kalsaydı hayalimde. Hani buradan son çıkıp gittiği gün yok mu? İşte hep o hali, o heyetiyle kalsaydı. Bu bana yeterdi.¨

Böyle diyerek göz yaşı döküyordu Münire!

Gelen Cemil, o eskisi değildir; sünepe, ağlamaklı, beli iki büklüm, hafiften kamburu çıkmış, üstelik korkak ve ne dediği belirsiz bir meczup gibidir.

Neredeyse, ibibullah sivri külâh dedikleri, işte böyle cüceleşmiş, homunculus bir adamdır.

Münire bu adamı mı beklemiştir bunca sene; işte buna o yanmasın diye biz okurlar üzülür, içleniriz.

Bu anlatılan Münire’nin hikâyesi olduğu kadar, az çok hepimizindir.

Diyeceğimiz o ki, gidip de gelmemesi var, gelip de bulamaması var.

En fenası ise, geldiğinde ister bekleniyor olsun ister unutulmuş, hayalinde yaşattığını bir daha asla görememesi var.

Geçen zaman insan ruhunu yaralar, fakat en sonuncusu, işte o öldürür.

Latinler geçen zaman için böyle diyordu:

Vulnerant omnes, ultima necat!

TEILEN
Önceki İçerikKefernahum: Yakından Tanıdığımız Kimliksizlerin Cehennemi
Sonraki İçerikBu Filmi Ben de Çekerim!
1958 yılı, İstanbul doğumludur. Üniversite yıllarında, 1978’de, Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik mesleğine başladı. Yedek subay olarak tamamladığı askerlik görevi sonrasında bir süre serbest ticari faaliyette bulundu, ardından 1998’de ABD’ye ailece göç etti. CBC-TV kanalının Indiana Eyaletindeki haber dairesinde çalıştı ve bu arada, Purdue Üniversitesi’nden almakta olduğu siyasal bilgiler üzerine non-credit doktora derslerine devam etti. Şenol, Gazi Üniversitesi Ekonomi Fakültesinde lisans eğitimden sonra, İstanbul Üniversitesi SBF’de yüksek lisans ve doktora eğitimlerini tamamlamıştır. 2010 yılında Kanada’ya taşınan M.Şenol’un yaşamı, 2016’dan beri, bu ülkeyle Türkiye-İstanbul arasında geçmektedir. 2008-2009 yıllarında Kadir Has Üniversite’sinde üç sömestir boyunca sosyal bilimler/iletişim kuramları üzerine dersler veren M.Şenol’un yedisi roman olmak üzere basılı 12 kitabı bulunmaktadır; Türkiye’nin Altın Kitaplar, Papirüs, Alfa, Ayrıntı gibi seçkin yayınevlerince basılıp yayınlanmıştır. Uluslararası Pen Yazarlar Birliği üyesidir. Serbest olarak hâlen yazılarıyla Cumhuriyet’te gazeteciliğe devam etmektedir; edebiyat, siyasal bilim ve kültür dergilerinde pek çok sayıda makalesi yer almıştır.