“Bir metnin gerçek anlamı yoktur.” P. Valery

Şairlikten düzyazıya geçmek şiir dünyasında pek hoş karşılanmaz. Düzyazıya geçen şairler için şiirde başarısız oldukları bile söylenir. Bu şair efsanelerini bir kenara koymakta yarar var. Ne kadar şair düzyazıya merak edip geçerse edebiyatın namusunun kurtulacağına inanlardanım. Hayatı boyunca kendini şiir alanında sınırlamış şairleri bencil veya yeteneksiz olarak değerlendirilebileceğini de zaman zaman düşünmüyor değilim. Onur Akyıl şiir ödülü almış ve kendini kanıtlamış bir şair. Düzyazıda da olması gereken bir şair. Öykü ve romanı besleyen en önemli sanat dalıdır şiir. Dolaysıyla şairlerin kesinlikle, yetenekleri elveriyorsa mutlaka düzyazıya eğilmelidirler. Akyıl’ın öykü ve romanda kalem oynatması edebiyat için büyük bir kazanım olarak görülmelidir. İlk düzyazı deneyimi 2016 yılında Can Yayın’larından ‘DÜN GECE ÇOK GENÇTİM’ öykü kitabıyla edebiyat dünyasında yerini aldı. Arından Edebi şeyler’den ‘İMPARATOR ve KÖSTEBEK’ kitabıyla. ‘PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ’ romanı Can Yayın’larından 2019 yılında okuyucuyla buluştu ve bu romdan yazarın ilk denemesi.

Şunu baştan söylemek gerekir; sanat ürünü ne bir toplumsal kesimi ne de bir avuç eleştirmen gözetilerek üretilir. Şiir, öykü, roman veya başka bir sanat yaratılırken en temel ve vazgeçilmez ilke E. Kant tarafından bize sunulan; “Herkesin rızasını talep eden” bir estetik anlayış, ‘politik’ bakış sanırım her sanatçının düsturu olmalıdır. Bu anlamda estetik evrensel bir kavramayı, kuşatmayı gerektirir. Bu anlamda sanat-ideoloji ilişkisi dolaylı da olsa önem kazanmaktadır. Daha öznel alana indirgediğimizde, “Bütün zamanların bütün romanları, ‘ben’in bilmecesi üzerine eğilmişlerdir. Hayali bir kişi, bir kişilik yarattığımız andan itibaren siz kendiliğinden şu soruyla yüz yüze gelmiş olursunuz: Ben nedir? Ben, neyle kavranabilir? Bu romanın roman olarak üzerinde yükseldiği temel sorunlardan biridir.”(1)

Akyıl dokunduğu ve ifşa ettiği spesifik konular üzerinden toplumun bütün kesimini muhatap kılma kaygısıyla ‘dil’e yaklaşır, bu durum kendini ‘dil’ aracılığıyla açığa çıkarır. Bu eğilim yazarın şair kimliğiyle de alakalı sanırım. Düzyazıda yetersiz kaldığı anlarda imgeyi, metaforu ve alegoriyi kullanması da bundan olsa gerek. Haiku’yu çağrıştıran kısa dizeler, uzun betimlemeler sonrasında ansızın önümüze çıkması şaşkınlık yaratsa da, yazarın anlamsal çoğulluğu gözettiği düşünülmeli. “Başka bir aralık gözlerinde; kurguyu becerememiş bir bakış. Düşkün gölge…”(2) Yazarın gerçeklikle ilgisi gerek öykülerde gerek romanında oluşturduğu karakterler ve gerçekdışı, hayali olaylar yazım türünü de etkilemekte. Sorun yazarın bakış açısı, entelektüel kaygılarının çapı değil derdini nasıl anlattığıdır, bunu estetik değerde ortaya koyup koymadığıdır. Dolaysıyla önümüzde dil yani metin beliriyor ve buna referansla çözümleme, estetik ölçüler, yazının edebi değeri önem kazanıyor.

Akyıl’ın dili; gündelik dile yaslanan, akıcı anlaşılır büyülü bir dil. Tastamam bu yeteneğiyle ‘düzyazı ünvanı’nı hak ediyor. Gerek öykücülüğümüzde gerek roman da günlük dile yaslanan pek çok önemli yazarımız oldu, ama edebiyatın çekindiği ‘zor’ konuları günlük dile kullanarak işleyen, ironiyi bu denli başarılı kullanan yazar ilk defa karşımıza çıkıyor. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ni bu arada anmakta yarar var; spesifik bir konu ve Zebercet’in kapalı dünyası ile dış dünya ilişkinin tüm zorluğuna karşın günlük dille anlatılma başarısı açısından Akyıl ve Atılgan’ın akraba yazarlar olduğu söylenebilir.

Akyıl’ın ‘PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ’ kitabı bir değişim, belki de bir kopuş kitabı. Ancak bu kopuş birden bire olmadığını, öykülerinde ipuçları sunduğunu yakalayabiliriz. “İMPARATOR ve KÖSTEBEK” kitabında ‘Aşçı Yamağının Düşündükleri’ öyküsü diğer öykülerinden ayrılır. Bu öykü Akyıl’ın değişimini ve ilk romanını oluşturmasında belirleyici gözükmektedir. ‘Aşçı Yamağının Düşündükleri’ nesnel yani insanların ortak duygularına, yaşam alanlarına dokunan bir öykü. Bu nesnellik üzerinden öznellik inşa edilir. Aşçı ve yamak arasında yaşanan her gerilim bir iktidar ilişkisi olarak karşımıza çıkar. Dolaysıyla ‘İmparator ve Köstebek’ öyküsü kadar politik mizahi bir öyküdür. Birinde iktidar M. Foucault’ya atıfla ‘dikey’ oluşturulan hiyerarşik yapıyı işlerken diğeri ‘yatay’ iktidar ilişkisini dile getirir. Biri kurumsal ve soyut diğeri somut, vital. İkisinde de iktidar olgusu işlenir. Biri nesnel bir hayat içinde diğeriyse virtüel, simgeler üzerinden anlatılır. ‘İmparator ve Köstebek’ öyküsü iktidar olgusunu enstalasyon olarak işler. Akyıl o kadar kalemine hâkimdir ki farklı tarzlardaki öyküleri başarıyla kurar. Gerçeküstücü/Sürrealist, gerçekçi gibi farklı edebi türleri ve biçimleri deneyebile bir yazar. Konuları işlerken kendini sınırlandırmayan bir kalem. Yazıdaki arayışını yalnızca kurguya dayamak Akyıl’ın kalemine haksızlık olur. Yine başka bir öyküsü olan ‘Dinliyor’ ve ‘6 Ekim 78’ Ankara Bahçelievler katliamına anan, devrimcilerin yaşamını konu edinen bir öykü de aynı şekilde gerçek fenomenlere yaslanarak, başarıyla yazılmış politik bir öykü. Spesifik bir konu, ama öykü konusuna uzak duran genel okuyucuyla buluşturulması sağlanıyor. Yer yer didaktiğe kaçan özellikler taşısa da; “Sevmiyordu Servet bu adamları. Çok önce sormuştu işçilere, kimdi bunlar? Zenginler, Servet! Zenginler’ demişlerdi. Zenginler neden gelip işçilerle kavga eder, anlamıyordu Servet. Zaten adamlar el kol sallayıp işçilere, gitti. Gene geleceklerdi. Akşam gibi. Kış gibi. Açlık gibi.”(3) öykülerine okuyucuyu da katmayı başarır. Kesinlikle okuyucuyu belirleme niyeti yoktur. Akyıl karşısında gördüğü okuyucu; edilgen değil düşünen, çatışan, birlikte özneleşmeyi isteyen bir okuyucu düşünür. Bazen okuyucuya ‘kendine gel’ der misali veya ‘bak kardeşim bu öykü senin, bu açmaz, sıkışıklık benim olduğu kadar da senin meselen.’ dercesine açıktan uyarıda, davette bulunur. Tiyatroda Öksüren Adam, Hayâ öyküleri okuyucuyla açıktan kurulan diyaloglarla, uyarılarla karşılaşırız. Bu diyaloglar bazen saldırıya bile dönüşür. “Beni dinliyorsunuz değil mi? Güzel. Beni dinleyin. Size bir cinayeti nasıl işlediğimi vaaz edeceğim.”(4) ‘Ölü Dizici Goloth’un Önemsiz Hikâyesi’ öyküsü de okuyucuyla doğrudan diyalog kurmaya çalışan, okuyucuyu olaya değil öyküye katan bir çaba görülür. ‘Tiyatroda Öksüren Adam’ öyküsü okuyucuyla doğrudan temasa geçtiğini söylemiştik, aynı zaman da bu öykü diğer öykülerden daha açık bir toplum eleştirisini barındırır. Veya cinsiyet yönelimleri, değişimlerini işleyen ‘Yatakta’, ‘Transes’, ‘Ayakkabı’ öyküleri de ustalıkla genel okuyucuyla buluşan öyküler. Akyıl betnik, underground edebiyattan da beslenmiş bir yazar dolaysıyla bunun etkisi çok az da olsa ‘Jüri’, ‘Hayâ’ öykülerinde gözlemek olası. Bu öyküler Amerikanvari işlenmesine karşın yine de yazarın kendine özgü yazı karakterinin önüne geçmiyor. Akyıl kendine özgü dili olan, kendi öznelliğini kurmuş, ne ve nasıl yazacağını bilen bir yazar. ‘Dün Gece Çok Gençtim’, ‘Aşçı Yamağının Düşündükleri’, ‘Ayakkabı’, ‘Bekledik’ öyküleri benim en önemsediğim öyküler oldu. Bu öykü toplumun ortak dünyasını yansıttığı gibi hayata doğrudan değen öykü. Aldous Huxley’in; “Hemen her iyi romanın içinde nesnellikten yaşamın öznelliğine doğru bir kayma olasılığı yer alır.”(5) tespitini onaylan öykülerle karşılaşırız. Bu Akyıl’ın romanı için de geçerlidir.

PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ’ romanıyla okuyucunun ilk tanışmasında bir önyargı, kuşku uyandırdığı açık. Çünkü ‘proleter’ ve ‘patafizik’ imlediği okur kesimi toplumun bütünü kucaklayan değil ayıklayan, belli kesimi hedef alan bir başlık. Her ne kadar roman adı mizahi bir isim taşısa da bu değişmeyecek gibi. Yazar kuşkusuz böyle düşünmemiştir, ama başlık bize bu çağrışımı sunmakta. Dolaysıyla roman dezavantajla edebiyat dünyasına sunulduğu söylenebilir. Sonuç olarak yazar yalnız derdini anlatmakla kalmıyor bu önyargıları da yıkmakla da uğraşmak zorunda. Bu okuyucunun romanı okumasıyla, hemhal olmasıyla ancak kırılabilir. Roman bir ideolojik kutbu temsil etmesi, başlık, konu ve kahramanların isimleri dezavantaj gibi görülse de anlatım, konu seçimi ve dilin gücü bunu kırdığı söylenebilir. Belki ‘proleterler’ yerine ‘işçiler’ kullanılsaydı bu önyargı biraz daha hafif oluşabilirdi. ‘Proleter’ kavramı daha politik kavram olurken ‘işçi’ kavramı daha yumuşak bir ifade olarak kabul edilir. Bütün bu zorluğa karşın romanın gerçeküstü olaylar, kahramanlar, akıcı üslubu, ironik ve mizahi dilliyle okuyucuyu kendi içine çekiyor. Yeter ki okuyucu romanın ilk sayfasını açabilsin ve bu güçlü kalemle buluşabilsin.

Her metinin okuyucusundan sakladığı bir anlam vardır. Yazar bilinmesi gereken, anlatılması gereken konu üzerinden romanını inşa ederken diğer yandan metnin gizlediği şeyler vardır. J. Derrida metin çözümlemelerinde stratejik olarak belirlediği dekonstrüksiyon / yapısöküm-yapıbozum, metnin arkasındaki hakikati taşıyan anlamı yakalama açısından bize yol gösterir. ‘PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ’ roman kahramanları yalnız birer karakter değil, tarihte karşılığı olan, hikâyeleri olan tiplerdir de.(6) Akyıl’ın roman kahramanları açısından değerlendirildiğinde modernist romanların ortak özelliği olan saf karakter olgusu yoktur ancak klasik roman geleneğinde olduğu gibi karakteristik tip özellikleri taşır. Belli bir hikâyesi, tarihsel arka planı olmasına karşın olaylar karşısında farklı tepki geliştirmektedirler. Metnin gerçek dışı, sürrealist nitelikleri taşısa da postmodern roman olanaklarını kullandığı görülür. Roman kahramanlarını karakter ve tip ilişkisi temelinde anlatma, hayvanlarla ilişkisi, gerçekliğin zaman ilişkisi, olayların mantık sıralaması, üstkurmaca nitelikli öyküyle romanın şekillenmesi, metinlerarasılık olmasa da seçilen karakterlerin isimleri üzerinden farklı tarihsel dönemlerin (bu da bir metindir) yan yana getirilmesi gibi pek çok konu postmodern bir romanla karşı karşıya olduğumuzu bize gösterir.

Guguklu saatin içinden çıkan, küçük ve öfkeli adam Ulyanov Sovyet lideri Vladimir İlyiç Ulyanov, erkek kedi, Mihail; Sovyetler Birliği’nin dağılmasına rol aldığı iddia edilen Mihail Sergeyeviç Gorbaçov, Emma; Bolşevik devrimiyle Rusya’ya gelen ama devrim sonrası hayal kırıklığı içinde 1921’de Rusya’yı teɾk eden ünlü anarşist, Beyaz dişi kedi Rosalia; Bolşevik devrimcisi Rosalia Samoilovna Zemlyachka, Nedja; Nadejda Konstantinovna Krupskaya, Rus kadın devrimci. Ekim Devrimi’nin lideri ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu Lenin’in eşi. Lev; Sovyet bir politikacı ve 1937’den 1940’a kadar Kızıl Ordu’nun yüksek komutanı kişiler. İsimler gerçek ama olaylar gerçekdışı, üstkurmaca. Gerçeklik gerçekdışı yöntemlerle anlatılmaya çalışılıyor, denerek üzerinden kolay geçilecek romanla karşı karşıya değiliz. Az önce söyledim metinde öne çıkan basit bir saatçi dükkânında geçen ve hayallere dayanan öykü değil. Yazar bize bir üstkurmaca metin sunar ve bu metin üzerinden arkeolojik kazılar yapmak okuyucuya bırakılır. Metni yalnızca saatçi dükkânında geçiyor gibi de okuyabilirsiniz veya kahramanların ismiyle (simgesel ve tarihseldirler) farklı dönemler arası ilişkilerin karşılaştırılması veya hesaplaşması olarak da okuyabilirsiniz.

Metin eski Sovyetler Birliği’nde olup bitenlere seçilen kahraman isimleri üzerinden değinmeye çalışıyor. Belli ki yazar Sovyetler Birliği üzerinde düşünen hatta tutkuyla bu durumu duyumsamış ve kendince çözümlemeye, hesaplaşmaya kalkışmış. Akyıl romanıyla “Edebiyat insanın tutkusu anlatılmayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamlar yükleyerek konuşmaktır.”(7) düsturuna sadık kalarak söz almaya çalışmıştır. Bunu yaparken metin içinde bir başka metni, bir başka okumayı da taşır. Bu bir ‘ütopya’ meselesidir. Akyıl’ı harekete geçiren modernist yazarların sadık kaldığı ‘ütopya’ kaygısıdır. Roman bir tarihsel deneyimi sorgular gözükse de aslında bir ‘ütopya’ meselesiyle didişir. Bu ütopyanın da ‘yerel’ nitelikler taşımasına atıfta bulunur. Yerel ve evrensel bütünlük, uyumla inşa edilen bir gelecek arayışı olarak da yorumlanabilir. Romanın son, bitiş cümlesi; “Öğle ezanı okunuyordu.” buna gönderme de bulunur sanırım. En nihayetinde bir romanla karşı karşıyayız. Ne sosyolojik, nede siyaset bilimi bir metni, dolaysıyla seçilmiş tarihsel kimlikli kahramanlar üzerinden, pek konuya göndermede bulunan bir roman. Umutlarla kurulan Sovyetler Birliğinin çözülüşü yalnızca Mihail Sergeyeviç Gorbaçov’un ‘perestroika ve glasnost’ politikalarına bağlamak, bütün sorumluluğu roman kahramanımız olan kedi Mihali’e yüklemek değil.

Mihail romana dahil edilen erkek bir kedi, umursuz karakter. Romanda yerine getirdiği işlev diğer karakterleri romanın temel karakteri olan saat tamircisine tanıştırmak, tarihle, dönemlerle yüzleşmesini sağlamak. Yani Mihail tarihte olduğu gibi bir dönemin sonunu ilan eden değil bir dönemin son halkası. “Ulyanov, Emma’ya baktı ve onun hiçbir zaman değişmeyeceğini, hep inatçı ve çatlak kalacağını söyledi. Emma güldü ve Ulyanova’a, kendisine ne kadar da benzediğini söyledi. Bir süre böyle tatlı tatlı atıştılar. Ulyanov oturduğu yerden kalktı ve Emma’ya sarıldı.”(8) burada sosyalist ve devrimde başrol alan bir devrimci ve diğer tarafta devrimi heyecanla karşılayan ama bir süre sonra devrimi hayal kırıklığıyla terk eden bir anarşist lider var. Anarşistlerin Bolşevik Devrim sonrası eleştirilerin önemsenmemesini imleyen ve bunu eleştiren bir buluşma, kucaklaşma vurgusu yazarın Rus Devrimine yaklaşımını anlatır, umarım gözden kaçmıyordur. Bu tip anıştırmalar kitap boyu yer yer kullanılmakta. Roman erkek bir kedi olan Mihal’in saatten çıkan Ulyanov’u yutmasıyla gelişen ve romanın son bölümlerinde Emma isimli kahramanın Mihal’i doğurtarak Ulyanov’un dünyaya yeniden gelmesiyle, (ölüm sonrası gerçeklik ilişkisi) gözlemlerine yer veren ve sürekli anlatıcının beklentilerini oluşturan olaylar örgüsüyle ilerliyor. Bütün olay aslında gün içinde geçiyor. Romanın kahramanın kısa süreli baygınlık geçirmesi ve ardından müşteri bir kız ve yaşlı bir kadın tarafından uyandırmasıyla biten bir roman. Anlatıcıyı sarıkaya alan, karışık gibi görünse de gerçeküstü ve peşi sıra gelişen, ama mantığı zorlayan olaylar dizisiyle arkeolojik kazıları isteyen bir metinle de karşı karşıyayız. Dolaysıyla metin kendini araştıran okuyucu profilini zorluyor. Araştırıcı bir okuyucu bu romanda pek çok şey bulacaktır.

Akyıl öykülerinde olduğu gibi romanında da postmodern olanakları deneyen bir yazar. Kurgu, zaman ve karakterler konusunda kalemini çok rahat oynatabilen bir yazar. Onu postmodern yazarlardan ayıran temel faktör ‘ütopya’ meselesidir. Bunu biz romanın sonunda küçük kızın saatçi dükkânından çıkarken takması için saatçiye verdiği parti rozetinden anlıyoruz. Küçük kız geleceği temsil ederken rozette bir ideolojiye dayanan ütopyayı temsil eder. Saatçi bu durumdan şakındır ve kedisi Mihail’e seslenir, onla göz teması kurar ve ‘neler oluyor Mihail?’ sorusuyla belirsizliğini ifade etmiş olur. Ama umutsuzluğu körükleyen veya besleyen bir postmodern belirsizlik değildir. Postmodern yazarlar belirsiz, yıkıma uğramış ve umutsuzluk pompalaya bir dünya tariflerken, Akyıl gelecek arayışında bir yazar, bu özellik de onu postmodernistlerden ayırır. Akyıl ideolojik olarak modernist, yazım niteliği açısındansa postmodernsit ve kentli bir yazar. Yabancılaşma olgusunu her ne kadar politik okusa da, seçtiği konularla, mekânlarla, karakterleriyle kentli bir duruş belirgindir. Modern kent kültüründe belirginlik, tanınmışlık kazanmaya çalışan yani temsil edilemeyen alt kimlikler sürekli metinlerinin içinde yer alır.

Politik kültürü sınırlı bir okuyucu için ‘PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ’ romanı yalnız insani duyarlılıklarla da okuyabilir, bunun olanakları zaten kullanılmış ve verilmiş. Saattin içinden çıkan bir insanın kedi tarafından yutulması ve sonrası kedinin saatçi ile ilişkisi okuyucuda merak uyandıracak cinsten. “Ben, işte böyle kendimi boğmaya başladığımda Mihail beni çağırıyor. Daha doğrusu ben onun kendiliğini, miyavlamasını böyle yorumluyorum…Bunun yalnızlık olması nasıl açıklanabilir? Belki de gördüğüm ve duyduğum her şey, yalnızlıktan. Lev ve diğerleri…Peki ama neden, insan nasıl bu kadar yalnız kalabilir?”(9) Bu yalnızlık yalnızca politik bir yalnızlık değil, ontolojik bir yalnızlıktır da. Sürüye katılmak istemeyen, kent yaşamı içinde kuşatılmış ve bunun dışına çıkmaya çabalayan bir bireyin yalnızlığıdır bu. Böyle bir okuma da yapmak olanaklı.

Romanda oluşturulan ‘etki’nin de düalist karakterli olduğunu belirtmek isterim. Kurmaca olarak saatçi dükkanında kediler ve tarihsel kimliklerle oluşturulmuş hayali kahramanlar ve kedi tarafından yutulan Ulyanov isimli bir kişinin yeniden dünya gelmesi. Yüzeyde görünen ‘etki’ kara mizahı işleyen, okuyucuyla oynayan, ama bireyin yalnızlığı, yabancılaşmasına vurgu yapan ve felsefi göndermeleri olan bir metin de. Kişilerin tarihsel göndermeleri olması yüzeysel etkinin de zenginleşmesine neden olur. Yüzeysel ‘etki’, ‘derin’ etkiden daha değerli olmaz. “Yalnız bir kez estetik, koyunları keçilerden ayırma görevini üstlenmiştir. Eğer o, yumuşak bir yargı olup da bütün keçileri koyun sayarsa, görevini yapmamış olur…Yüzeysel etki için koşul, vital olaylardır. Derin etki, kişisel bir ben’e seslendiği için, kişisel bir ben gerektirir. Bu yüzden, yüzeysel etkilerin oluşma koşulları, derin etkilerin, yüzeysel etkilerden oluşup gelişmesi demek…Derin etki, yüzeysel etkiden oluşup gelişmez.”(10) Tek bir metinle karşı karşıya değiliz. Metin içinde metinler söz konusudur. Okuyucuya pek çok olanak sunulması metnin derinliğine nüfuz etmeyi sağlıyor. Kolay metin gibi görülse de uyanık okuyucu yalnız metinin görünen yüzüyle yetinmeyecek, metnin göstergeleri, fenomelojik yapısıyla da uğraşacaktır. Çünkü metin bu kodlarla örülmüş. Metnin derinliğinde bireyin modernizme duyulan kaygı, şüphe ve belirsizlik söz konusudur. “Bir pratik olarak aydınlanma, insan eylemlerinin en karanlığıdır. Aydınlanan insan aptallaşmış demektir; karşı çıkmayı ve yeniden yorumlamayı öğrenen herkes artık kendini insan olmanın ötesinde bir yerde görür ve haklılığına tanrıya bakar gibi bakar.”(11) Bu eleştiri ‘humor’ niteliğinde bir metnin içine yedirilmiştir. Daha sonra metni kurgusal yapısından, dar anlamda getirdiği dönemsel, tarihsel eleştiriden sıyıran, insani düşündüren hazine niteliğinde cümlelerden de örnekler sunmaya çalışacağım.

Endüstriyel modernizm olarak tanımlanan çağın en büyük başarısı modernizmi bireysellikten çıkarıp, silahsızlaştırması, bireyi ‘güdüye’, ‘güdünün’ eline teslim etmesiydi. Bunu iki yönde gözlemleyebiliriz. Birincisi politik alanın kesintili de olsa politik ‘gelgitlerin’ yaşanıyor olmasından. Yani; gelişmiş endüstriyel toplumlarda bir dönem özgürlük alanların mümkün olduğunca gelişmesi, sivil toplumunun yönetime katılması bir dönem de ırkçı, muhafazakâr iktidarların yoğunlaşan etkileri. Türkiye gibi merkezin dışında periferi / çevre alanda mevzilenmiş toplumlardaysa; toplumsal değişim, demokratikleşmenin eşiğine gelip yeniden muhafazakar, baskıcı ortama partileri aşarak toplumsal olanın tüm hücrelerine sızmasıyla anlıyoruz. Bu ‘gelgitler’ Türkiye gibi ülkelerde iktidar blokları arasındaki sürtüşmelerin toplumsal ve politik alanda karşılık bulmaları toplumun ‘güdü’ psikolojisine ne kadar yatkın olduğunu bize kanıtlar. Merkez toplumlarda bu durum yalnızca politik alanda sınırlı kaldığını görürüz. Bunun nedeni demokratik bilincin sindirilmesi olduğu söylenebilir. Dolaysıyla politik savrulmalar toplumun bütün kesimine sirayet etmemektedir. Oysa Türkiye ve benzeri ülkelerde toplumsal sınıflar bütün bu politik ‘gelgitlerde’ ya izleyicidir ya dönemsel veya kısa vadeli çıkarı temelinde iktidara yedeklenmiş, değişimi aşağından değil yukarıdan ‘talep’ eder durumdadır. İkinci alan medya aracılığıyla belirlenen kültürel ortamdır. J. Baudrillard’a göre ‘yığın’, ‘kitle’ F. Nietzsche’ye göre ‘sürü’ olarak nitelenen toplumsal katmanlar iktidarlar tarafında ‘güdülen’ toplumlar olarak belirirler. Merkez bu alanı geleneksel egemen sınıfı kültüründen uzaklaşarak tamamen piyasanın ihtiyaçlarına dönük yarattığı endüstriyel kültür alanlarıyla sağlarken bizde bu politikanın müdahalesiyle medya aracılığıyla yapılmaktadır. ‘Sürüleştirilmiş’, ‘güdülemeye’ hazır topluma örnek pratikler olarak TV dizileri bu görevi üstlenen pratiklerdir. Demokratik olarak sunulan seçimler veya referandumlar, gerçek anlamda toplumsal temsil eksik kaldığında ‘sürü topluma’ ‘hangi çobanı beğenirsin’ seçeneği sunmaktan ibarettir. Toplumlar kendi önceliklerini sistematize etmedikleri sürece, bunun bilincine varmadıkları sürece ‘güdü’ psikolojisiyle hareket ederler. ‘Sürü toplumdan’ kurtuluş ancak toplumun kendine sunulan seçeneği reddetmesiyle sağlanır. Yani toplum alternatif bir seçenek beklememeli kendisi bunu yaratmalıdır. Romanda da yazar bir alternatif seçenek sunmaz, ama gelecekten de umudunu kesmez. Sürekli bir tartışma içindedir. Zihinsel süreç simgelerle bir soruşturmanın izini sürer.

Akyıl gerçeklikten uzak yöntemler aracılığıyla, ama herkesin peşine düştüğü ‘gerçekliğin’ peşindedir. Bizleri, okuyucuyu sürekli bu arayışın içine davet eder. Bu çok doğal çünkü insanların hayata karşı inançları her geçen gün sarsılıyor. ‘Gerçek’ soyut ve göreceli bir kavram. Yani farklı anlamlar yüklediğimiz gibi döneme, koşullara göre de değişebilir. Buna rağmen ‘gerçeği’ kutsamaktan geri durmayız. ‘Gerçeklik’ tek veya çok boyut olması karşınıza aldığınız nesnenin veya özenin yapısıyla alakalıdır. Karşınızda bulunan şey birden fazla ‘gerçekliği’ temsil ediyorsa o şeyi ancak ‘çoklu bir gerçeklik’ anlayışıyla analiz edebilirsiniz. Hayat bu anlamda ‘çoklu bir gerçekliktir’ denilebilir de ve tek boyutu yoktur. Sorun kavrama anlayışımızla ilgilidir. Yani olaylara, konulara bütün bakabilmeliyiz ve farklı gerçekler arasındaki bağı görebilmeliyiz. Bu yapılırsa hayata karşı güvenimiz artar ve ‘gerçekliğe’ olan inancımız yenilenir. ‘Gerçeklik’ insanoğlunun kutsanmasından ileri gelir. Sanat ve edebiyatta ‘üstgerçeklik’, ‘gerçeküstücülük’ diye bir kavram var. Hem ‘gerçekliğe’ güvensizliği hem de ‘gerçekliğin’ boyutlarını iddia eder. ‘Gerçeklik’ bir yargı değil bir istiflemedir, bir şeyi anlamlara bölme ve yeniden anlamlandırmadır. Yani bilgiye ulaşmanın aracıdır. Dolaysıyla ‘gerçeklik’ üzerinden estetik yargı veya mutlak bilgiye ulaşmak olanaksızdır. Yalnızca bilgiye ve estetiğe yani beğeniye giden yolu açabilir o kadar. Eğer her şey değişiyorsa ‘gerçeklik’ de değişir. Önemli olan değişikliğe karşı doğru hazırlanmayı bilmek gerekir. Sanat ve felsefe bize ‘mutlak gerçeği’ veya ‘estetiği’ değil değişen dünyaya, olgulara karşı yeni bir ‘gerçekliğin’, yeni bir ‘estetiğin’ varlığını anımsatır. Bu yeni ben bir ‘ben’ algısı ‘ben’ inşasıdır.

Az önce söz etmeye çalıştığım ve beni büyüleyen; metinin arasına serpilmiş ontolojik atıfları taşıyan cümlelere tanık olmamızın nedeni de yazarın dünya bakışının ideolojik ve politik kaygıların ötesinde oluşudur. Akyıl kendi ile tartışan bir yazar. Üstkurmaca, gerçeküstücü teknikleri kullanması belki de kendi içinde yaşadığı gerilim ve çözümsüzlük neden olmuyordur. Her neyse, ama Akyıl’ın yaratıcılığını, çeşitli tarz ve biçimleri denemesini sağlıyor. “Cennet bize bir çağrı gibi anlatılmamalı.”(12) bir cümle veya “Şaşkınlık yoksa gerçeklik yoktu. Sadece hiç vardı, hiç ve başka adları, başka biçimleri.”(13) soyutlamalar, kavramsal çağrışımlar yazarın başka bir yüzünü ele verir. Borges, Kafka, Beckett, Sartre, Camu gibi varoluşçu yazarların ideolojiler ötesinde insan-doğa, insan-teknoloji, insan-toplum, insan-beden ilişkisi gibi pek çok varoluşsal gerilime atıfta bulunur. “Gerçekliğin içinde başka bir gerçeklik belki de. İşin asıl tuhaf yanı buydu, gerçeğin içinde gerçekten habersiz yaşarken sanırım gerçeği keşfediyorum.”(14), “Ne zamandır her hangi bir şey okumamış olsam da, yaşıyor olmanın bir çeşit okuma biçimi olduğunu, okumanın yalnızca kitapla terbiye edilebilen bir şey olmadığını görüyorum sanırım.”(15)

Yazarın sorunsallığını ideolojik ve politik alan içinde sınırlarsak; “Biri intihar etiğinde, onu denediğinde bütün toplum adına ölümü seçiyordu. İntihar belki de kişisel eylemler zincirinin en son halkasıydı; hatta kişisel bir şey değildir.”(16), “Oluş zamana bir biçimde etki ediyordu. Eğer böyleyse, benim düşündüğüm gibiyse, bu durumda saatler her zaman, en azından birer nesne olarak yanılıyor.”(17) gibi cümlelerin değerini anlamakta zorlanırız. PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ romanı Akyıl’ın başyapıt niteliğinde vereceği eserler için bir ısınma, hazırlanma kitabı gibidir. Ara arada olsa insanlığın ortak paydasını yakalayan sorunları, felsefi içerikle dile getiren cümleler her yazarın çıkaracağı cinsten değil, dolaysıyla Akyıl’dan başyapıt niteliğinde roman beklemek sanırım bizim, okuyucu olarak hakkımız.

Edebiyat hayatı kavramak için yapılır diyenler feci şekilde yanılırlar. Çünkü hayat sürekli değişen şeydir ve edebiyat bu değişimin hızına yetişemez, kavrayamaz. Ama edebiyat çok daha önemli bir şey yapar. İnsanı hayata karşı özgürleştirir. İnsanı bekleyen değişimlere, sürprizlere, hatalara hazırlar. İnsanı özgür düşünmeye yönlendirir. Hatalarıyla yaşamayı öğretir, onlarla baş etmeyi. Bir nevi olgunlaşmadır bu. Kısacası edebiyat özgürleşmek için yapılır. Edebiyat yapmamız, öğrenmemiz veya merakımız bu kadar basit nedene dayanır. Biz edebiyatla düşünmeyi ve muhakeme yapmayı öğreniriz. Akyıl bu kaygılarla kalemini ustaca oynatan bir yazar. Fikirden, ideolojilerden ziyade insanı merkezine almaya çalışan bir yazar. Eğer insanın inşası mümkünse geleceğinde inşası mümkündür. Bir edebiyat metnin anlamı ne kadar önemliyse, nasıl söylediği de bir o kadar önemlidir. Valery, ‘Bir metnin gerçek anlamı yoktur.’ derken sanırım edebiyat metnin ‘nasıl söylendiğine’ odaklanılmasına işaret eder, başka da ne olabilir ki zaten. İ. Berk ‘Şiirde anlam yoktur.’ derken de ‘Anlamla yola çıkılmaz.’ Demek istemişti, yoksa ‘Şiir anlamsızdır’ demiyordu. Akyıl’ın dünyası çok zengin, hayal gücü imrenilecek düzeyde geniş, yaratıcılık sınırlarını korkusuzca zorluyor. Ne söylediğindense nasıl söylendiğini önemseyen bir yazar. ‘Dil ustası’ değil ama ‘düzyazı ustası’ bir şair, öykücü ve romancı.

1)Roman sanatı, Milan Kundura, Can Yayınları, syf31

2)Dün Gece Çok Gençtim, Onur Akyıl, Can yayınları, syf40, (İtalik bana ait.)

3)İMPARATOR VE KÖSTEBEK, Onur Akyıl, Edebi Şeyler Yayınları, syf99

4)A.g.e, syf80

5)Edebiyat ve Bilim, Aldous Huxley, Epos Yayınları, syf18

6)Yazın Üzerine, Hilmi Yavuz, Bağlam Yayınları, syf37,38,39

7)Edebiyat ve Bilim, Aldous Huxley, Epos Yayınları, syf12

8)PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ, Onur Akyıl, Can yayınları, syf88

9)A.g.e, syf34

10) Estetik Anlayış, Moritiz Geigger, Doğu Batı Yayınları, syf65

11) PROLETERLER İÇİN PATAFİZİK DERSLERİ, Onur Akyıl, Can yayınları, syf82

12)A.g.e, syf67

13) A.g.e, syf61

14) A.g.e, syf57

15) A.g.e, syf48,49

16) A.g.e, syf44

17) A.g.e, syf27

.

TEILEN
Önceki İçerikBekleme odası
Sonraki İçerikZAMAN MEFHUMU