Ana Sayfa Kritik Orhan Suda’nın Anıları: “Bir Ömrün Kıyılarında”ya Dair

Orhan Suda’nın Anıları: “Bir Ömrün Kıyılarında”ya Dair

Orhan Suda’nın  Anıları: “Bir Ömrün Kıyılarında”ya Dair

     Önceki yazımda; “Zileli Halil” üzerine/hakkında köylüsübir  “Ülkücü”nün yazdığı kitaptan söz ederken alıntı yapmıştım Orhan Suda’nın “Bir Ömrün Kıyılarında” adındaki anılarından… Bu kez; “Bir Ömrün Kıyılarında”nın tümünden  söz edeyim istedim, çünkü şimdiye  kadar bu kadar samimi, sıcak ve içten bir anı kitabı okuduğumu anımsamıyorum. Harbiye Askerî Cezaevi’nde tutuklu yatarken, yakınlarıyla  görüşme yaptıktan sonra hıçkıra hıçkıra ağladığını yazan hiçbir komünistin  anısına rast gelmedim ben şimdiye kadar… Bu nedenlerden, hem 6 Mayıs 2014’te dünyamızdan ayrılan bu güzel insanı;  şu günlerde anmak,  hem de bir devrimcinin anılarındaki içtenliği  sergilemek istedim.

     Gene dar zamanlardan birindeydik.12 Mart Darbesi’nin hükümran olduğu yıllardı. Biz toplumun önde gitmeye çalışanlarını toparlayıp kışla-hapisanelere  doldurmuşlardı…

     Darbe’nin üçüncü ve son yılı olan 1973’te kışla-hapisanelerin düzeni biraz gevşer gibi  olunca; dışarıda yayımlandığını öğrendiğimiz  kimi sanat-siyaset-edebiyat dergilerini ziyaret günlerinde yakınlarımızdan  isteyip getirtmeye başladık…

     Bunlardan biri, “Yeni Adımlar” dergisiydi. Derginin yayıncısı ve  soyadını yayınevi adı olarak kullanan “Suda Yayınları” sahibi “Orhan Suda”yı kâğıt üzerinde o vesileyle tanıdım.

     1974 yazında koyverilişimizden sonra bir gün  yüz yüze tanıştık. Sultanahmet-Yerebatan’da, zemin katında eskilerden  İhsan Usta’nın (Hasırcı- Orhan Kemal’in yakın arkadaşı “Yelfe İhsan”) serigraf  atölyesinin bulunduğu iş hanının en üstündeki “Yeni Adımlar” ve “Suda Yayınları” bürosuna uğruyordum zaman zaman.

     Orta boylu, saçları dökük, tombul, geniş çerçeveli gözlüğünün ardında  zekâ ve sevecenlik parıldıyan  bu sevimli insanla kanımız kaynamıştı birbirimize. Asıl mesleği öğretmenlik olan, boş zamanlarında  derginin ve yayınevinin işlerine de koşturan eşi (En az kendisi  kadar sevimli) Sevgi Hanım’la da bu arada oluşan tanışıklık, ailecek birbirimize misafir olmaya kadar uzanmıştı.

     Bu yazıyı yazmaya otururken, kitaplığımda “Suda Yayınları”ndan bir kitap ilişti  gözüme… Marxist klasikler ve Troçki’nin eserlerinin yayınından oluşan, parlak  “Suda Yayınları”ndan elimde sadece bu kalmış: “Orhan Suda- Geniş Açıklamalı, Ansiklopedik Sosyalizm Sözlüğü”. Kapağını  açıp bakınca, jenerikte bana imzalandığını  gördüm: “Emin Karaca’ya yardımları için. Sevgi ve dostlukla… 20/11/976- Orhan Suda…”

     Orhan Suda’nın niye böyle imzaladığını hatırladım. Sözlük’ün ek bölümüne; Hikmet Kıvılcımlı ve Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun biyografilerini yazıvermiştim…

Yıllar Sonraki Karşılaşma…

     Ülke 1974 sonbaharından itibaren sinsi ve kanlı bir tuzağın içine itilmişti.

     Devrimciler geçim ve can derdine düşmüştü.

     Orhan Suda’nın çevirileri yüzünden TCK’nin 142’nci maddesinden açılmış süre giden birkaç davası vardı. Mahkûm edilirse, o sıralar pisi pisine bir yatış olacaktı bu…

     Bundan kurtulma imkânı varsa, niye kurtulmasındı?

     Bir süre sonra eşiyle birlikte yurt dışına çıktığından (anılarından öğrendiğime göre 1978 imiş) birbirimizi kaybetmiştik. Orhan Suda  ile ilgili haberleri uzunca yıllar yurt dışından duymaya başladım.

     Aşağıyı yukarı 30 yıl  sonra, 2004  temmuz ayında bir gün, Orhan Suda’nın o yumuşak ve insan canlısı sesi telefonda karşıma çıkmasın mı?

     Buluştuk, görüştük… Hemen, anılarının  eylül ayı başında Alkım Yayınları’ndan çıkacağının müjdesini verdi. Genellikle kışları geçirdikleri Londra’dan, kitabının çıkışı dolayısıyla kalkıp gelecekti, o zaman daha uzun görüşecektik. Kitabın çıkışını dört gözle bekliyordum.

     Tarsus-Yenice  Festivali dolayısıyla İstanbul’da bulunmadığım  eylülün ilk günlerinde  evi arayıp geldiklerini haber vermiş Orhan Suda. Dönüşte  aradım.

     9 Eylül günü de  Orhan Suda’nın  anıları “Bir Ömrün Kıyılarında” elimdeydi. Bir çırpıda okuyuverdim.

     Şimdi sizlerle  “Bir Ömrün Kıyılarında” hakkında konuşacağız…

     Duyduğumda ve  yayınlandıktan sonra elime aldığımda, şöyle bir hatırlamaya çalıştım da, alanın hâlâ ne kadar çorak  olduğuna hayıflandım. Bizde, hele özellikle önemli siyasi olayların ve davaların içinde yaşayanların anılarını yazmadan terk-i dünya edişleri ne büyük kayıptır.

     Suda’nın “Bir Ömrün Kıyılarında”sı bildiğimiz ve alıştığımız  anılara hiç benzemiyor…

     Dostu Andre Chervel’in teklifiyle onun Korsika’daki evinde eşiyle birlikte geçirdiği on beş günde; 75 yıllık ömrünün, geriye doğru kıyılarında gezinmeye başlıyor. 

     1930’ların başındaki Ankara’da  mutlu ve huzurlu geçen çocukluk yıllarının anlatımındaki  sıcaklık ve sevimlilik sımsıkı sarıyor sizi, 400 sayfaya yakın kitabı elinizden bir türlü bırakamıyorsunuz.

     Üvey anneli, üvey babalı pek çok anı okumuşsunuzdur, orada “üveyler” hep birer ömür törpüsü olarak çıkmıştır karşınıza… Ama küçük Orhan’ın üvey babası  “Kuyumcu Hamit Bey” öz babalarla değişilecek gibi değildir:

     “Nice yıllar, nice mevsimler geçti onsuz. Onu hep özledim, hep özleyeceğim. Öz babam gibi bellediğim o, sonunda onulmaz bir yara oldu içimde. Bir kuyruklu yıldız gibi geçti hayatımızdan.” (S.26).

     Ankara’nın değişik semtleri, mahalleleri… Yahudi Mahallesi (Raşel, Moiz, Marika, Yasef, Aron…) Taşmektep, Halkevi, Dikmen Bağları, Anafartalar Caddesi… Müzik ve dans: aryalar, senfoniler, konçertolar, kantatlar;  tangolar, fokstrotlar, valsler… Fransızca ve Latince… MEB Tercüme Bürosu’nda Orhan Veli, Nurullah Ataç, Lütfi Ay, Erol Güney’le mesai arkadaşlığı… Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü sınavına hazırlık..

     Ve nihayet Türkiye Komünist Partisi’yle tanışma… Kısa süre sonra  ünlü 1951 Komünist Tevkifatı…  Ve Orhan Suda için adeta doğal sonuç: “…1952 Eylül’ünde tutuklanıyorum…” (S.57).

     “Bir Ömrün Kıyılarında”nın “4’ncü Bölümü“Tutuklanma”da  da (S.58-76) çok doğal ve samimi Orhan Suda:

     “Ayak sesleri duyuyorum. Doğruluyorum yerimden. Kapı açılıyor. Görevli polis ince bir yatakla, işlemeli bir yorganı somyanın üstüne bırakıyor:

     -Anneniz getirmiş, ama görüşmenize izin yok. 50 lira ile bir de mektup bıraktı,  deyip elime tutuşturuyor. Teslim aldığıma dair bir pusula imzalatıyor.

     Kapı üzerime kapanıyor. Bir solukta okuyorum anacığımın mektubunu.”

     Siz anılarında ağladığını yazan  bir siyasiye, bir devrimciye rastladınız mı  hiç?

     Bunca yıldır siyasilerin , hele komünist, sosyalist devrimcilerin anılarıyla haşır neşir oldum, ben rastlamadım.

     Bakın Orhan Suda ne yapıyor:

     “İçin için ağlayarak seriyorum yatağı somyanın üstüne. Yorgan yasemin kokuyor. Birden cennete dönüşüyor bu Allah’ın belası hücre.”

     Sansaryan Hanı’ndaki zoraki konukluğun “elli altıncı gün(ü), öğleye doğru hücrenin kapısı açılıyor:

     -Toparlanın gidiyorsunuz, diyor polis.”

     Gidiş Harbiye Askeri Cezaevi’ne doğru…

     “Bir Ömrün Kıyılarında”nın “5’nci Bölümü” “Harbiye Askeri Cezaevi”; 79’ncu sayfada başlamakla birlikte bittiği sayfa belirtilmemiş, çünkü ondan sonra bütün dünyanın  Aix-en-Provence’da ve Londra’da da Harbiye Askeri Cezaevi’nden pek farkı yok…

Harbiye Askerî  Cezaevi’nde …

     Kendisi gibi orada yatanların  önde gelenlerinin bir bölümüyle  yıllar önce  bir dizi röportaj yapmıştım.“Eski Tüfeklerin Sonbaharı” adındaki  dizi –röportajlar, kısa süre  sonra kitaplaştı. Orada kendileriyle  konuştuğum, Orhan Suda’nın 5 yıl aynı   mekânları (Harbiye Askeri Cezaevi ve Adana Mapusanesi) paylaştığı bu kişilerin hiçbiri içten ve doğal anlatmamıştı cezaevi yıllarını…

     Üç koğuşa serpiştirilmiş 167 kişiyle Harbiye Askeri Cezaevi’ndeki  birlikteliğinden çizdiği notlara bakın Orhan Suda’nın:

     *Koğuşlarda nutuk atmalar, verdikleri yüzlerce sayfa ifadeye rağmen kendilerine hâlâ  toz kondurmayan keskin devrimciler, kurtuluşu espiyonlukta görenler, ideolojik tartışmalar…

     *… İki kediyi döğüştürüp keh keh gülen Merkez Komite üyesi Celal Zühtü Benneci…

     *Gündüzleri avluda efe efe dolaşan esmer vatandaş İbrahim Atılal, geceleri bağırarak ter içinde uyanıyor uykusundan. Üçüncü koğuşun duvarlarında yankılanıyor korkusu. Gündüz devrimci, gece çaresiz bir yaratık beliriyor karanlıkta…

     *Sabahları  çorba kazanının başına herkesten önce seğirtiyor Merkez Komite üyesi, kıdemli komünist Halil Yalçınkaya. Koyu esmer yüzünü daha heybetli gösteren  kalın kaşlarının altına kondurulmuş gözlerinde parlıyor yağlı tarafından çorba içmiş olmanın sevinci.

     *İşte Mihri Belli: Ağız dolusu gülüyor, beş dilden türkü söylüyor.

     *İşte Erdoğan Berktay: Tedirgin yüzüne sakin bir görünüm vermenin gayreti içinde. Titiz ve huysuz.

     *Orta boylu olanı  Şaban Ormanlar: Her zaman sakin. Gülen gözlerinde, duru yüzünde yansıyor altın yüreği.

     *Bu Halim Spatar: İşlek ve çok güzel bir el yazısıyla kaleme aldığı mektuplarında ince bir duyarlığı işliyor.

     *Ahmet Arif de bu koğuşta: İyiliği üzerindeyse, somurtmuyor, ana avrat küfretmiyor. Kendi şiirlerini okuyor ranzasında.

     *İşte iri gövdesiyle Dr. İbrahim Kıray: Dündar Baştımar’la birlikte avluda odun yarma yarışmasının birincisi ve biz tutukluların gönüllü doktoru.

     *Bu yüzbaşı Abdülkadir Demirkan (Vedat Türkali): Uzun boylu. Elleri, ayakları kocaman. Elinden düşürmediği tespihi ve iri cüssesiyle gezgin bir konsol gibi volta atıyor koğuşta, avluda. 44 numara tahta takunyaları, omuzundan eksik etmediği kalın asker kaputu onu daha da heybetli gösteriyor. Benzi soluk genellikle ve hep düşünceli bir hali var…

     Ve daha  kimler… Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Reşat Fuat Baraner, Cazım Aktimur, Şükran Kurdakul, hücre arkadaşları Kemal Bekir Özmanav, Kâmuran Baştuji, Turan  Tuna, Bulgaryalı Kadri Buldu, Mustafa Arhavi, Dede Ahmet (Fırıncı), Faik Şekeroğlu, Enver Gökçe, Zeki Baştımar, Ruhi Su…

     Bu 167 değişik insanla hep birlikte mahpusluk yıllarını göğüsleyen Orhan Suda’yı, dış dünyanın geçim derdi mapusanesi, askerlik mapusanesi karşılar bundan sonra… Gazetecilik, çevirmenlik yıllarının ardından Suda Yayınları, Yeni Adımlar dergisi gelir. Ardından TCK’nin 142’nci maddesi belâsına  düşülen gurbet… Artık mektuplarla tatlandırılmaya çalışılan  Fransa ve Londra yılları…

      Orhan Suda,  “1951 Komünist Tevkifatı” davasının Harbiye’de geçen dönemlerinden, sohbetlerimizde zaman zaman eşantiyonlar keserdi.

     Örneğin tütüncülerden Taşkıran’ın şu “ifade vermeyiş” olayı:

     “İşte  tütün işçisi iri göbekli Taşkıran. Bir saflık örneği bu vatandaş.

     -Vallah billah ifade vermedim ben, diyor. Sorgu yargıcı Halil Ölçer, Komünist Partisi’ne üye imişsin dediğinde direttim:

     -Hayır komutanım, asla bir üyeliğim olmamıştır Komünist Partisi’ne dedim.

     -Ama hücre arkadaşların senin partili olduğunu, hücre toplantılarına gelmediğini, daima kaytardığını söylüyorlar.

     -Duğru süylerler komutanım, kaytarırdım hep, gitmezdim hücre toplantılarına.

     -İfade vermedim ben…

     Gülmekten kırılıyoruz hepimiz. Öyle içten. Öylesine inanmışçasına söylüyor ki ifade vermediğini, hay sen çok yaşa e mi diyorum Taşkıran, içimden.”

     Kitapta 86’ncı sayfada yer almış…

     Örneğin  “Hasretinden Prangalar Eskittim”in şairi Ahmet Arif’in  bir “gırgırı”:

     “(Ahmet Arif) Koğuş kapısının karşısındaki tek kişilik ranzasında, bir gün sabah erkenden yatağında doğrulacak ve olanca sesiyle bağırarak, işi gırgıra vuracak:

     -Argadaşlarrrrr, Vlademir İlyiç İlyanof İlenin deyo kiiii, diye nutuk  atarken, sağ elini dudaklarına götürerek, duyulur duyulmaz bir sesle:

     -Bu sefer boku yediniz, diyecek, koğuştakiler katıla katıla gülecekti.”

     Kitapta 83’üncü sayfada yer almış…

     Ben şimdiye kadar onlarca Türkiyeli  komünistin anılarını dinledim ya da okudum. Zihni T. Anadol’un “Truva Atında İlk Akşam”ından Mihri Belli’nin  “İnsanlar Tanıdım”ına, Sevim Belli’nin “Boşuna mı Çiğnedik?”inden bu alanda fazla zengin olmayan kimilerinin bölük pörçük yazdıklarına dek onlarca komünist anısının hiçbirinde Orhan Suda’nın üslubunu, içtenliğini, yumuşaklığını ve  sahiciliğini  göremedim.

     Örneğin hapisanede  “hıçkıra hıçkıra” ağladığını anlatan ya da yazan  hiçbir komünist hatırlamıyorum.

     Siz hatırlıyor musunuz?

     Orhan Suda Harbiye Askerî Cezaevi’nde yatmaktadır:

     “…On beş gün sonra müdüriyetten çağırıyorlar beni. Stenli er gözetiminde gidiyorum görüşme yerine. Öyle bir tablo ki kucaklaşmamız, ancak Piero Della Francesca gibi bir ressam yansıtabilir bu hasreti. Olağanüstü bir an bu. Önce anneannemi  kucaklıyorum, ardından annemi ve küçük kardeşim Kadir’i. Uzun yoldan geldikleri için iki saat görüşebileceğimizi söylüyor hapisane müdürü…

     …Giderken dönüp dönüp bakıyorlar. Gülümsemeye çalışıyor, el sallıyorum. Meyveleri, çikolataları mutfağa bıraktıktan sonra ranzama dar atıyorum kendimi. Hıçkıra  hıçkıra ağlarken, Enver abi başucuma geliyor:

     -Ağla, ağlayabildiğin kadar, açılırsın diyor.

     Yıkasım geliyor cezaevini. Lanetler savuruyorum hasretleri dört duvar arasına hapsedenlere…” (Sayfa: 125-127)

Peki Nurettin Aknoz Paşa’ya Kim Diklendi?

     İlkin, yıllar önce anılarını yazan bir başka komünistin kitabından okuyalım  aynı olayı:

     “… İlişkilerin iyice gerginleştiği bir gün, Mustafa Arhavi’ye ve bana  bir gözdağı vermek istediler. İkimizi de cezaevi müdüriyetine çağırdılar. Niyetleri belliydi. Ben gitmedim. Uyarmama karşın Arhavi gitmiş. Cezaevi müdürü kendisine hakaret etmiş. Mustafa Arhavi hakarete eyvallah diyecek adam değildi. Karşılık verince, odaya askerler doluyor, arkadaşı fena halde dövüyorlar ve götürüp Orhaniye’de Güvercinlik denen yere hapsediyorlar. Arhavi, kış günü sobasız koğuşta  bir ceketle aylarca kaldı.

     Arhavi dönmeyince direnişe geçtik. Gece koğuşa girmedik. Süngülüleri getirdiler. Parmaklıkların arkasına dizdiler. Cezaevi avlusuna girmeleri  an meselesiydi. O karanlık gece yarısı, sinirler gergin, avluda yan yana durup beklerken, yanımda duran Şefik Hüsnü, son derece sakin bir sesle bana; “Arkadaşlara söyle, içeri girdiklerinde süngülülerden uzak durmasınlar. Tüfeğin namlusunu kavrayıp öyle dirensinler” dedi. Gerçekten süngülenmemenin tek yolu buydu. İşi süngülüleri üzerimize saldırtmaya kadar vardırmadılar. Bir süre sonra süngülüler çekip gitti. Avluda bir biz kaldık. Sabahın erken saatlerine kadar dışarda bekledik. Daha fazla beklemenin bir anlamı yoktu. Koğuşa girdik.

     Ertesi gün direnişi sürdürdük. Helalar bölümünün Harbiye binasının arkasındaki alana bakan pencerelerinin demir parmaklıklarına alüminyum yemek kaplarını çarparak ve avazımız çıktığı kadar işkenceyi protesto  eden sloganlar atarak oldu bu. Sonunda Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz’un gelip derdimizi dinleyeceği bize bildirildi. Koğuşa döndük, adamı beklemeye başladık. Aknoz Paşa kalabalık maiyetiyle geldi koğuşa girdi. Dağınık halde ayakta duruyorduk. Hiç de dert dinlemeye niyetli görünmüyordu. Yüzünde tiksinti ifadesi, bizi tepeden sözdü. Yanındakilere bir şeyler mırıldandı ve dönüp gidecek oldu. Ben yüksek sesle “Maruzatımız var” dedim. Bize döndü, yüzünde aynı ifade, “Kısa” dedi. “Arkadaşımız Mustafa Arhavi’yi geri istiyoruz, hayatından endişeliyiz…” diye söze başladım. Aknoz Paşa sözümü kesti. “Stalin öldü” dedi. Yıl 1955, Stalin öleli  iki yıl olmuş. Hepimiz şaşırdık. “Stalin öldü mü? Ne ilgisi var?” dedim, söylemeyi tasarladığım şeylerin arkasını getirmeme fırsat vermeden, Aknoz Paşa, “Debelendikçe  daha derinlere batarsınız, bunu iyi bilin” dedi ve arkasını dönüp gitti. Yanındakiler onu izlediler. Mustafa Arhavi arkadaşımızı geri getirtemedik.” (Mihri Belli’nin Anıları, İnsanlar Tanıdım II, Doğan Kitap,  İkinci Baskı, Mayıs 1999, Sayfa: 35-36)

     Şimdi aynı olayın anlatımını bir de Orhan Suda’dan okuyalım:

     “…Cezaevi idaresiyle ilişkiler büsbütün gerginleşiyor ve günün birinde Cezaevi Müdürü, Mustafa Arhavi’yi sudan bir bahaneyle odasına çağırtarak kendisine hakaret etmeye başlıyor. Bunca işkenceden geçmiş, en ufak bir haksızlığa bile anında başkaldıran Arhavi müdüre bağırınca askerler tarafından kıyasıya dövülüyor ve baygın bir halde Orhaniye’deki  Güvercinlik’e kapatılıyor. Kışta kıyamette haftalarca bırakılıyor buz gibi bir koğuşta.

     Bu olay üzerine direnişe geçmeye karar veriyoruz. Gece koğuşlara girmeyip avluda bekliyoruz sabaha kadar, süngülü askerlere rağmen ve gün ağarırken dönüyoruz koğuşlarımıza. Kahvaltıdan sonra cezaevinin arkasındaki  alana bakan helalara doluşuyoruz. Yemek kaplarını pencerelerin demir parmaklıklarına çarparak, “arkadaşımızın serbest bırakılmasını, işkenceye son verilmesini istiyoruz” diye bağırıyoruz. Alana doluşan süngülü askerlerin bizlere attıkları taşlardan helaların camları kırılıyor, ama bizler bağırmakta devam ediyoruz:

     -Sıkıyönetim komutanını görmek  istiyoruz, arkadaşımız serbest bırakılsın!

     O kadar kararlıyız ki, sonunda sıkıyönetim komutanının şikâyetimizi dinleyeceği bildiriliyor. Bunun üzerine üçüncü koğuşa dönüp beklemeye başlıyoruz. Sıkıyönetim Komutanı Nurettin Aknoz maiyetiyle birlikte koğuşa giriyor birkaç saat sonra. Cazım Aktimur’un   ranzasının başucunda duran küçümencik oyuncak nargileye gözü ilişiyor ve incecik sesiyle alay etmeye başlıyor:

     -Maşallah efendim, demek hapisanede nargile de içiyorsunuz. Sonra da kalkıp isyan ediyorsunuz. Anlayalım bakalım, neymiş maruzatınız.

     Doktor Şefik Hüsnü öne çıkıp sakin, fakat kararlı bir sesle durumu açıklıyor, arkadaşımızın serbest bırakılmasını istiyor.

     Nurettin Aknoz öfkeleniyor bu haklı talebe:

     -Yaaa! Siz kanunsuz hareket edeceksiniz, bizden de kanunî hareket etmemizi bekleyeceksiniz. Dayak cennetten çıkmıştır efendim.

     Buz gibi bir hava esiyor koğuşta. Donup kalıyoruz. Merkez Komite’den herhangi birinin Aknoz Paşa’ya  cevap vermesini bekliyoruz. Ama çıt çıkmıyor onlardan. O kadar ağrıma gidiyor ki bu hal, kendimi tutamıyor  ve başıma geleceklere aldırmaksızın öne fırlayıp sıkıyönetim komutanına karşı çıkıyorum tok bir sesle:

     -Yasaları uygulamakla, düzeni sağlamakla görevli olan siz, yasadışı bir haksızlığı gidereceğinize, dayak cennetten çıkmıştır diyebiliyorsunuz.

     Büyük şaşkınlık yaratıyor bu beklenmedik çıkışım. Paşanın maiyetindekilerden bir kaçı kaş göz işaretiyle, delirdin mi sen, a delikanlı, kendini ateşe atıyorsun demek istiyor. Arkadaşlarımızın hepsinin gözlerinde kaygıyla karışık bir sevinç okuyorum.

     Nurettin Paşa köpürüyor, koğuşta çın çın yankılanıyor tiz sesi:

   -Stalin ölmüştür efendim, diyor.

     Ben de bağırmaya başlıyorum  olanca sesimle:

     -Stalin’in  ölümüyle  bizim talebimizin ne ilgisi var?

     -Sizler vatan hainisiniz.

     Karşılıklı bağırışıyoruz Paşa’yla:

     -Vatan haini değiliz biz, bu vatanı sizden daha çok seviyoruz.

     -Hayır, vatan hainisiniz.

     -Değiliz!

     -Vatan hainisiniz!

     -Asla vatan haini değiliz!

     Nurettin Paşa duralıyor:

    -Peki, ne istiyorsunuz, diye soruyor.

     -Arkadaşımıza yapılan işkenceye son verilmesini, bizlerin yanına getirilmesini, bu konuda söz  vermenizi istiyoruz.

     -Ast, söz vermesini isteyemez üstten. Gereken yapılacaktır, deyip maiyetiyle birlikte koğuş kapısına yöneliyor. Maiyetindekilerden bir binbaşı yanımdan geçerken:

     -Ağzına sağlık delikanlı, diye fısıldıyor kulağıma.

     Onlar gider gitmez arkadaşların her biri ayrı ayrı kucaklıyor beni.

     -Namusumuzu kurtardın Orhancığım diyor Enver Gökçe.

     Artık hep beraber bekliyoruz beni müdüriyete çağırmalarını, eşek sudan gelinceye kadar dövmelerini, sıkıyönetim komutanına karşı gelmekten mahkemeye sevketmelerini. Bu bekleyiş gece yarısına kadar sürüyor. Ama, ne hikmetse, çağrılmıyorum müdüriyete.” (Orhan Suda, Bir Ömrün Kıyılarında, Alkım Yayınevi,Eylül 2004, Sayfa: 122-124)

     Orhan Suda’nın “Bir Ömrün Kıyılarında” adını verdiği anı kitabının içeriğini, değerli öykücü-yazar arkadaşım  Nemika Tuğcu arka kapak yazısında özlü bir biçimde şöyle sergiliyor:

     “Genç cumhuriyetin ilk yıllarında, Ankara’nın çeşitli semtlerinde mutlu ve huzurlu yaşanan bir çocukluk. Taşmektep, Halkevi, Dikmen Bağları, tangolar, fokstrotlar, valsler… Sokakları şenlendiren eskiciler, seyyar satıcılar. Yahudi Mahallesi’ninin Marikaları, Yasefleri, Aronları, kapı önlerinde ay çekirdeği çitleyerek pörsük bedenlerini, incelmiş kemiklerini güneşe seren ihtiyarcıklar…

     Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu okul olacaktır gencecik Orhan Suda’ya. Sabahattin Eyuboğlu, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Oktay Rıfat, Nusret Hızır, Arza Erhat da eğitmenleri. Zamanla binlerce aşina yüz kaplayacaktır bu tabloyu.

     Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde okurken, Klasik Diller bölümünde Latince öğrenirken, karanlık sokaklarda hücre toplantılarında  kimseler duymasın diye usul usul konuşurken, Sansaryan Hanı’nda sorgulama başlarken, Harbiye Askeri Cezaevi’nde günleri sayarken belleğinde  yer etmiş bu görüntüler hiç yalnız bırakmayacaktır onu.

     Reşat Fuat Baraner, Arhavili Mustafa, Cazım Aktimur, Ruhi Su, Faik Şekeroğlu, Halim Spatar, Şükran Kurdakul, Mihri Belli ile birlikte yatar, birlikte göğüslerler mahpusluğu.

     “Bir Ömrün Kıyılarında” yayıncı, yazar, çevirmen Orhan Suda’nın çocukluğundan mahpusluğuna, Suda Yayınları’na, uzun yol arkadaşı, eşi Sevgi Suda’yla Fransa ve İngiltere’de  devam eden yaşantılarına uzanan  anıları. Mücadele gücü, yaşama ve özgürlüğe tutkusu, insana sevgisi ve inancı  tükenmeyen bir aydının, bir dil işçisinin, gerçek bir vatanseverin, bir müzik tutkununun, doğa âşığının yaşam serüveni.

     Yakınlarına, dostlarına yazdıkları ve onlardan gelen mektuplarla zenginleşen kitapta yabancı bir ülkede yaşamanın güçlükleri, özlemleri anlatılırken o yıllardaki Türkiye’nin de portresi çiziliyor.”

     E, bu kadar tanıtmadan sonra Orhan Suda’nın  anı kitabı “Bir Ömrün Kıyılarında”yı okumamazlık etmezsiniz sanırım…

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl