Ana Sayfa Manşet Özgür Taburoğlu ile Anlatı Desenleri Üzerine

Özgür Taburoğlu ile Anlatı Desenleri Üzerine

Özgür Taburoğlu ile Anlatı Desenleri Üzerine

 

  • İlk kitabınız Dünyevi ve Kutsal’dan itibaren görsellikle yakından ilişkilisiniz. Bu ilgiyi Nazar ve Resim, Söz ve Yazı gibi kitaplarınızla sürdürdünüz. Yine Taocu dünya görüşünden bahsettiğiniz Boşluk, Aşırılık, Keyfilik de görsellik patikalarını yürüdü. 1990’lara kadar görsellik başta resim ve sanat tarihinin tekelindeydi neredeyse. Sonra kültürel çalışmalar ve edebiyatla harmanlanan zengin bir görsel kültür-ideoloji alanı belirdi. Bu çerçevede sizin görsellikle ilişkiniz nasıl kuruldu?

Bir zamanlar “tasvir yasağı” gibi bir başlığa kafam takılmış olabilir. Sanırım buradan hareketle ikonkırıcı ve ikonsever kültürler arasındaki farkı anlamaya çalıştım. Resim çizmeye dair bu endişenin veya hevesin temellerine inmek istiyorum muhtemelen. Resim çizerek kendisini ifade etmek konusunda bir yasağın aynı zamanda görsel, işitsel melekelerin gelişmesine de mani olduğunu fark edebiliriz. Bu durumda manzaranın keşfi çok geç bir zamanda gerçekleşiyor. Görsel ideoloji duyum ve ifade şemalarımızı belirliyor; zihinsel işlevlerimizi yönetmek maksadıyla arkada bir yerde soyut bir makine gibi çalışıyor. Örneğin ikonkırıcı etkinlik muhayyileyi, imge oluşturma yetimizi nasıl devreden çıkarırız gibi bir teknik üzerinde işliyor. Zihnimizi bulandıran resimler araya karışmasın diye aralıksız tespih çeker gibi yaşamamızı öneriyor. İki şey arasındaki tabiat farkını işaretlemek konusunda aceleci olmamak gerekir ama bana göre ikonlarla ilişki konusunda dünya üzerinde iki ayrı insan tabiatı oluşmuş gibi görünüyor. Doğu ve Batı gibi bir ayrım biraz sorunlu olsa da, ikonkırıcı çizginin Doğusu ve Batısından söz edebiliriz.

Diğer yandan ikonlardan, tasvirden, madde ve beden kazanmış bir hayatın görünümlerinden uzak durmak da olanaksız. Kendini tasvirlerle ifade etmek çoğu zaman doğal bir ihtiyaç gibi karşımıza çıkıyor. İkonkırıcı kültürlerde bile resim çizmeye dair bu arzu kendisini mutlaka duyuruyor. Diğer yandan resim çizmeyenin yazısı, düşüncesi veya müziği de boyutsuz oluyor sanırım. Tanpınar, plastik duyudan yoksunluğun dünyayla çok boyutlu temasımızı nasıl engellediğini farklı şekillerde ortaya koyar. Özellikle günah çıkarma eyleminin, trajik ve romantik kültürün içeri doğru boyutlanan görselliğin temellerini oluşturmasını anlatır bize. Plastik duyuların gelişmesi zihinsel bir derinlik içerisinde mümkündür. Zihnin duyusal, duygusal ve düşünsel yetilerinin olgunlaşması görsel üretimle yakından ilgilidir. Görsellik diğer ifade alanlarında betimleme ve anlatma arzusuna veya aksi bir tesirlemecaz ve sıfat iptilasına da dönüşebilir. Görselliğin, imge üretiminin sadece resim çizenlerin, fotoğraf veya film çekenlerin elinde olmadığını da artık biliyoruz. Bazı yönetmenleri resim çizerken bir yandan da hikâye anlattıkları için seviyoruz.

 

  • Üretken bir yazarsınız geçtiğimiz günlerde kitaplarınıza “Anlatı Desenleri” ortak başlığıyla Oğuz Atay, Leylâ Erbil, Bilge Karasu ve Samuel Beckett incelemeleri eklendi. Tanpınar sözlüğü dolayısıyla edebiyata ilginizi biliyoruz. Anlatı Desenleri nasıl oluştu?

Tanpınar Sözlüğü üzerinde çalışırken denediğim bir okuma ve tahlil yönteminin sonuçları olabilir. Muhtemelen metinlerde doğrudan içeriklere değil de onlar ardında kımıldayan biçimlere daha fazla odaklanıyorum. Bu sebeple muhteva, hadiseler, olay örgüleri veya yazarın yaşamöyküsü, bu kımıldayan şeylerle çok alâkalı görünmüyorsa onlara pek takılmıyorum. Okuduğum bu yazarların yazı mizacını ortaya çıkaran desenler aynı zamanda yapıtlarını kat eden bazı temel çizgiler gibi görünüyor bana. Bu yazınsal akışın biçimleri olarak desenler etrafına olaylar, eylemler, yer, zaman veya kişiler yerleşiyorlar. Desenler anlatının biçim ve içeriğinden daha eski bazı izlekler gibi anlaşılabilir. Anlatının huylarını, hareketini de bize gösteriyor. Anlatıdaki yer ve zaman şekillerini ayırt etmek konusunda bir tahlil aracı veriyor bize. Bu sırada metindeki katmanların yanında takıntıları da ayırt edebiliyorsunuz. Büyük yazarların tümü farklı bir şeylere kafayı takıyorlar. Bazı kelimeler ve işlevler uzun aralıklarla yazılmış eserlerde bile yüzeye çıkıyor. Bunlar sizin okur olarak kafanıza takılanlarla birleşince karmaşık bir okuma tecrübesi ortaya çıkıyor. Bu karmaşayı biraz aralamak için tekrar eden desenlerini belirleyerek önümüze çıkan bir metnin belirgin anlatı liflerini ayırt etmeye çalışıyorum.

Bir metnin çok farklı paydaşları var ve her biri okuduğunu sağa sola çekiştiriyor; kimi zaman yazıyla işbölümü bazen de çekişme içine giriyorlar. Benim belirleyebildiğim beş ayrı paydaş fail olarak yazar, anlatıcı, anlatı kişisi, anlatının kendisi ve okur satırları aralarında bölüşüyorlar. Yazar pastanın çoğundan pay alamayacağını uzun zamandır biliyor. Eski işbölümü değişince, özellikle anlatıcı ve okurun yükselen profilini görüyorsunuz. Örneğin Bilge Karasu, anlatıcı ve anlatı kişileri nazarında epey geri çekiliyor. Olay çıkaran nesneler arasında eylem yapan romantik özne mecburen arkasına yaslanıyor. Metnin paydaşları satırlar içerisinde ve arasında mevcut olayları, eylemleri ve durumları da paylaşıyorlar. Öznenin aklından geçenlerden ziyade başından geçenlere odaklı bir anlatıda yazar edilgin, okursa etkin yüklemleri kendisine daha çok ayırıyor.

 

  • 1990 sonrasının en önemli ilgi patlamalarından biri Oğuz Atay olsa gerek. Hatta Ataycılık denilen bir duruş da oluştu. Popüler edebiyat dergilerine kapak olduğunu da görüyoruz. Tutunamama durumunun bir tarafıyla estetize edilme hali midir bu?

Oğuz Atay’a gösterilen bu ilgi onun yapıtının çok farklı şuurları yakalamasından olabilir. Yeniden okuduğumda kuşkusuz popüler ilginin çok ötesinde bir derinlikle karşılaştım. Hep söylenen, büyük yazarlardaki çok katmanlılığın bir verimi olsa gerek. Bu sayede çok farklı okurların ilgisini çekebiliyor. Kuşkusuz toplumsal veya bireysel momentleri de yakalamış olabilir. Ayrıca karamsarlığı bir izlek haline getiren yazarların da böyle bir ilgiye mazhar olduklarını biliyoruz. Schopenhauer, Nietzsche, Kierkegaard, Kafka, Camus, Cioran, Baudrillard, Bukowski, Genet gibi yazarlar veya düşünürler derinliklerine rağmen basit bir kültürel tüketim nesnesi olarak, âdeta karamsarlık ihtiyacını gidermek üzere bu aralıktan içeri giriyorlar sanki. Bu korteje Beckett de eklenebilir. Bataklığa düşmüş bir canlının irade göstermesinin, kurtulma çabasının onu daha da dibe çekeceğini anlatır ısrarla. Böyle cümlelerle neşelenen ve başkasının bedbahtlığıyla büyülenen bir okur mizacı da var sanırım.

Diyalektik de hep olumsuzluktan beslenir biliyorsunuz. Bu yazarlar biraz da bize ilham almak için değil de ibret vermek üzere yazıyorlar sanki. İbretlik ilişkide karşımdaki gibi olmama, onu olumsuzlama tavrı bulunur biliyorsunuz. İlham ilişkisinde ise bir özdeşleşme, eleştirellikten uzaklaşma hali belirgindir. Adorno gibi, eleştiriyle düşünce eylemini beraberce yürütmek biraz zor sanırım; yani saf bir olumsuzlamaya dönüştürmeden, eleştirinin düşünceyi karartmasına izin vermeden.

Popüler edebiyat dergilerindeki gibi, biraz da viral ilgiden kurtularak, Atay gibi zamanı için ne yazsa yeni bir cümle değeri kazanan yazarların yapıtları üzerine yine de bazı tesirlerden uzak düşünebiliriz. Hayatların hep dışarıda, içi olmayan roman kahramanlarının ortamında onunki gibi bir anlatı dünyası kendi zamanı ve mekânı için biraz eşsiz bir üretimdir. Eğer Türkiye’nin Ruhu’nu yazmaya zamanı olsaydı, o da dışarıya çıkınca, topluma karışınca ne yapacağını bilemeyen bu karakterleri muhtemelen daha fazla dışarıda gezdirirdi.

  • Benzer soruyu Tanpınar için de sormak mümkün. Hatta 1990 sonrası muhafazakârlığın yükselişine paralel bir ilgi de var sanırım. Geleneğe ve Osmanlı geçmişine dönük bir ilgiyle beraber. Üniversitelerde en çok çalışılan yazarlardan biri oldu. Açıkçası solun uzun dönem uzak durmaya çalıştığı bir estet olarak görülmüştü.

Atay nasıl ki yanlış bir açıdan popüler ilginin nesnesi olduysa, Tanpınar da benzer bir biçimde muhafazakâr ilginin öznesi oluyor sanırım. Örneğin kendisiyle beraber anılan Yahya Kemal’le önemli yapısal farklılıkları var. Tanpınar mazi derken halin içinden geçerek geçmiş zamana ulaşmak ister. Valéry, Bergson, Proust ve son dönemlerinde Ahmet Haşim onu daha çok etkilemiş gibidir. Proust da geçmiş zamanın değil hep şimdiki zamanın peşine düşmüş gibidir. Alışkanlıklardan çok arzuları peşindeki yazarlardır bunlar. Bu anlamda klasik olmaktan ziyade romantik olmaya çalışıyorlar. Çağrışımlardan çok izlenimler peşine düşerler.

Tanpınar’ı tekrar okurken mümkün olduğunca kendisi veya eseri üzerine yapılmış kalıp yorumlardan uzak durmaya çalıştım. Kuşkusuz çok değerli çalışmalar da var ama yine de bu tefsir kalabalığı ortasında kalan yapıtlarını bir çeşit fenomenolojik indirgemeyle okumayı gerekli gördüm. Atay veya Tanpınar gibi meşhur şahsiyetlerle, hemen herkesin hakkında cümle kurabileceği böyle yazarlarla yeniden münasebet kurmak için biraz da onlar hakkında söylenenleri unutmak gerekebilir. Örneğin muhafazakâr bir zihniyetin peşinden, Tanpınar’ın maziyi yakalamaya çalışan birisi gibi anlarsak çok baştan yanlış bir meyil edinebiliriz. Onun eserleri Yahya Kemal gibi geçmişten şimdiye doğru değil de şimdiden geçmişe ve geleceğe doğru kurmak istediği köprülerle oluşmuş gibi geliyor bana. Yapıtlarında şimdiki zamanın geçmiş ve geleceğe doğru genişlemesine, yayılmasına tanık oluyoruz. Edebiyatçı portresinin ötesinde önemli bir düşünürle karşılaşırız bu sırada. Hatta bazı fikirlerini romanlarında sınadığını da fark edebiliriz.

 

  • Leylâ Erbil’in kitaplarının yeniden yayınlanması sevindirici. Uzun bir süre hakkı verilen bir yazar olmadı. Biraz da “sükût suikastı”na uğradı sanırım. Erbil 1950 sonrası edebiyatımızın en aykırı yazarlarından. Aydın kesime, sola yönelttiği ironiler ve erkek egemenliği bozmaya dönük “tuhaf” kadın bakış açısı dönemi için çok rahatsız edici bulunmalı. Üstelik bilinç akışı akımını bizde en radikal kullananlardan. Siz de bu yönlere değiniyorsunuz…

Erbil’in metinlerinde bir edebiyatçı için bilinç akışını neredeyse olanaksız kılan sayısız etkenin varlığına tanık oluyoruz. Onun başka eserlerde alıştığımız gibi anlatmasına mani olan bu etkenleri çalışma içerisinde belirlemeye çalıştım. Kuşkusuz o da bir yazar pozunun ve hatta anlatıcı olmanın olanaksızlıklarını dile getiriyor. Hem içerik hem de üslup bu anlatma noksanlığını, hikâye etmenin, olayları peş peşe sıralamanın, karakterler oluşturup onları şuurlu eylem alanları içerisine terk etmenin mutlu bir bilincin işi olduğunu gösteriyor. Oğuz Atay veya Bilge Karasu’ya göre fazladan kadın olmasından ileri gelen kesintilerle uğraşıyor. Anlatıcı bir türlü asıl konuya gelemiyor bu nedenle. Kadın anlatıcılar veya kahramanlar hep bir hınç duygusu içinden geçmişe bakıyorlar. Kendilerini bu kadar düşünemez hale getiren, hareketsiz bırakan bir memleketin her halinde ucubelik, canavarlık buluyorlar.

Erbil çok önem verdiği bir izlek olarak “kendi olmak” yerine her gün biraz daha kendisini yitiren kadınların hallerini anlatıyor. Sadece tutucu bir çevre, faşist bir kalabalık değil, eski solcular, şairler, yazarlar da onların kendileri olmalarına, istedikleri gibi anlatmalarına engel oluyorlar. Gerçek bir solcu olmak olanaksız gibidir. Ya katledilmişlerdir ya da eski solcu olmuşlardır. Metin bu duyguyla bazen donup kalır; eski solculara hınç duygusuyla küfretmekle, katledilmiş olanlara saygı duruşunda bulunmak fiilleri arasında kalır. Böyle bir hınç veya yasın etkisiyle, ne yazar, ne anlatıcı ne de anlatı kişileri kendi bilinçlerine kulak veremezler. Onun yapıtını “tavizsiz gerçekçilik” adını verdiğim bir türün içerisine sığdırmaya çalıştım. Erbil taviz vermedikçe, yaşamla bağdaşık yazısı da tuhaflaşır, ucubeleşir, bir çeşit canavarbilim metnine dönüşür. Bedenen veya ruhen çarpık olmayan bir anlatı varlığıyla bu sebeple karşılaşamayız. Kuşkusuz anlatıcının kendisi de bu ucubelikten bağışık değildir.

 

  • 1950 sonrasının aykırı kalemlerinden Bilge Karasu’ya dönük ilgi de sevindirici. Onu yeni tanıyan okurları zorlayacak bir dile sahip.

Bilge Karasu’nun metnine biraz aşina olduğunuz zaman bazı zorlama sözcüklerine çok takılmıyorsunuz. Kelimeleri uydurmak ve çoğaltmaktan çok indirgemekle daha fazla ilgileniyor gibi geliyor bana. Metinlerinde yazarla birlikte çalışan bir de düzeltmen var. Yazar yazdıklarını sürekli tashih eden, silen bir başkasının gölgesinde yazıyor. Sabah dirim ortakları arasında gezinerek izlenimler toplayan anlatıcı akşam yerini yazara ve gece yarısı da düzeltmene bırakıyor. Sabaha fazlalıklarından arınmış bir sayfanın hafızasıyla anlatıcı tekrar güne başlıyor. Bu işbölümünde anlattıklarına yeni kelimeler eklemekten çok onları çıkarmaya daha hevesli bir yazar portresiyle karşılaşıyoruz. Düzeltmen gibi sayısız başkaları onun aklına geldiği gibi yazmasına, duymasına, düşünmesine veya hatırlamasına engel oluyorlar. Hayvanlar, bitkiler veya dirim belirtisi sayısız başka varlık canı istediği gibi kalem oynatmasına müsaade etmiyorlar. Örneğin kediler, belirsiz bir zamanda yazarın veya anlatıcının iradesi dışında yazıya katılır ve biraz ortalıkta gezindikten sonra kaybolurlar. Yazarın etrafını dolduran sayısız başkası, onun bilincine veya anlatacağı hadiselere kapanmasına engel olurlar. Yazdıklarının önemli bir kısmını silmesini isterler. Karasu’nun yıllarca üzerinde çalıştığı ama birkaç sayfayı aşmayan bazı hikâyeleri de bu gerilimin kanıtı gibi anlaşılabilir. Bu metinlerde kâğıt üzerindeki satırların aralarında düzeltmenler tarafından silinmiş sayısız başka satırın gölgesine rastlayabiliriz. Leylâ Erbil gibi o da daha çok anlatamadıklarıyla yazısını oluşturur. Bu sayede dile gelmeyenlere, anlatıya ancak üzeri çizilmiş, silinmiş satırlarla katılabilecek olana ifade payını vermeye çalışır.

 

  • Kent Efsaneleri ve bir kurmaca olan Alışveriş Merkezinde Yaşayan Adam kitabınızda popüler ve gündelik olana dönük ilginizin de yüksek olduğunu görüyoruz.

Kurmaca ile kurmaca dışı, gündelik veya daha yüksek yaşam formları arasında belirgin bir tabiat farkı görmüyorum. Bunlar farklı yoğunluklar veya derecelerde birbirinden ayrılan yaşam alanları gibi geliyor bana. Başta da söylediğim gibi, şeyler, olaylar, durumlar arasında nitelik farklarını işaretlemek konusunda biraz çekingen olabilirim. Genelde şeyler arasındaki ayrımlar nicelik ya da derece farkları gibi yansıyor bana. Nitelik farklarına çok fazla tesadüf edemiyorum. Aynı durum özne ve nesne arasında da geçerli. Yazarın yerine okurun poz verdiği bir zamanın sakinleri olduğumuzu biraz önce söylemiştik. Eylem yapan, akıl yürüten öznelerin değil de olay çıkaran nesnelerin halleri karşısında biraz da ağzımız açık etrafı seyre dalıyoruz. Kent efsaneleri uydurmak kadar, alışveriş merkezlerinde kayıtsız gezinmemiz de aynı alıklaşmanın, nesnelerin bizim tasavvur veya tahayyüllerimizden bağımsız hareket ettiğinin işaretleri. Arzunun nesnesini güvenceye alamamasının, kapatamamasının sonuçlarını her alanda tecrübe ediyoruz. Nesne özneye ve arzusuna kayıtsız bir hayat sürüyor sanki. Anlatı desenlerinde peşine düştüğüm yazarlar da çoğunlukla bunu hatırlatıyorlar bize. Fikir dünyası da nesnelerin ayrıcalık kazandığı, “yeni materyalizm”, “olay felsefesi”, “nesne yönelimli ontoloji”, “spekülatif gerçekçilik” gibi adlar alabilen meyiller içerisine girdi. Zihnin eşlik etmek zorunda olmadığı nesnelere, edebiyat alanında, Samuel Beckett’ın, Yeni Roman’ın anlamaya çalıştığı bir dünyaya yaklaşma yollarını arıyoruz.

Kent Efsaneleri her sabah uyku mahmurluğuyla büyülü zannettiğimiz bir yaşamın gün ilerledikçe kendi gizemini inkâr etmesi üzerine etnografik tarafları olan bir çalışmaydı. Çünkü günün ilerleyen saatlerinde belli bir açıdan bakınca tasarımlarımıza kayıtsız nesnelerin hareketlerine tanık oluyoruz. Ama hayatı büyüleme, onda görünenden fazlasını arama ihtiyacı da son bulmuyor sanırım. Alışveriş Merkezinde Yaşayan Adam’da da benzer bir soruya cevap aramış olabilirim; bu kadar nesnenin arasında nasıl hayatta kalmayı başaracağız ve zihnimizin, bedenimizin yetilerine nasıl hâlâ güvenmeyi sürdüreceğiz gibi sorular. Talepkâr nesnelerin arasında kendi irademizle nasıl duymaya, düşünmeye, duygulanmaya ve devinmeye devam edebiliriz gibi çok temel sorular. Anlatı içerisinde olay çıkaran nesnelerin kendileriyle uyumlu kalabilecek, sürekli yeniden yapılanan bir zihin ve beden istediği bir ortamı tasvir etmeye çalıştım. Bu yazı mesaileri ardından hayatın öznesi olduğumuz yönündeki kalıp cümlede ısrar etmemek gerektiği bir kez daha doğrulandı benim için. İlginç şekilde bu çabanın, arzunun kendisi insanı hayatın odağından daha da uzaklaştırıyor muhtemelen. Nesneleri daha saldırgan yapmaktan başka bir işe yaramıyor olabilir.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl