Kendisi ve mensubu olduğu Afro-Amerikalılar için çizilen sınırların eşiğinde yüzüne savrulan yumrukları kıvrak vücut hareketleriyle savuştururken; bitirici darbesine hazırlanan gerilmiş bir yay gibiydi. Evet, o Muhammed Ali’ydi…
Bu yazıda herkesin az çok bildiği ya da internet yoluyla kolayca ulaşabileceği otobiyografik bilgilerle Muhammed Ali’yi anlatmak değil niyetim. Çünkü böyle bir anlatımın, her ne kadar ‘factual’ olsa da, gerçekliği ıskalayacağını düşünüyorum. Maruz kaldığı haksızlıklara ve kaybettiği maçlara rağmen her seferinde daha güçlü dönüşler yapabilen bir azim abidesini kuru bir yazıyla anmak haksızlık olmaz mı?
Muhammed Ali her şeyden önce bir “boksör”dü. Üstelik üç defa dünya boks şampiyonu unvanını kazanabilen, kariyeri boyunca yaptığı maçların sadece beşini kaybetmiş bir boksör. Uzun bir aradan sonra sıfırdan başlarken ya da kariyerinin sonlarında kaybettiği maçları saymazsak yenilmezdi bile diyebiliriz. Bu yenilmez adam kariyerine, olimpiyat şampiyonu olarak değil; ülkesinde gittiği bir restoranda maruz kaldığı ayrımcılığa isyan edip madalyasını Ohio Nehri’ne atarak başladı. Öncesinde adı Cassius Clay’di. Herkesi yenebilecek kadar güçlüydü; ama yerleşmiş önyargılarla savaşmak daha zor bir işti. Bu olaydan sonra Cassius Clay kendisini de hedef tahtasına koyarak her şeyi ama her şeyi sorgulamaya başladı. Bu sorgulama onu köklerine, yani Afrika’ya yönlendirdi. Atalarının kabul ettiği İslam’ı keşfetmesi de bu yıllara denk geliyordu. Savunduğu değerlerle örtüştüğünü gördüğü için İslam’ı seçmişti.
Çalkantılı 60’lı yıllarda, protest dalganın oluşturduğu olağanüstü bir hareketlilik içinde öne çıkan isimdi Muhammed Ali. Hak ve özgürlükler için mücadele edenler, en güçlü yumruğu temsil eden bu genç adamın, kendi saflarında olduğunu görüyorlar ve daha büyük bir azimle davalarına bağlanıyorlardı. Ötekilerin kahramanıydı. “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.” diyerek savaşa katılmayı reddetmesi ile ring dışı kariyerinde zirveye çıktı. Bu yükselme maalesef aynı zamanda bir düşüşe karşılık geliyordu. En azından maddi hayatta böyleydi. Vietnam Savaşı’nı kınaması ve askere gitmeyeceğini açıklamasının ardından hapis ve para cezasına çarptırıldı, profesyonel lisansı Amerikan hükümetince iptal edildi ve tam üç yıl ringlerden uzak kaldı. Temyiz kararı ile boksa geri dönen eski şampiyona kimse şans tanımıyordu. Dile kolay tam üç yıl olmuştu. Ama o bıraktığı yerden devam etmeye karar vermişti bir kere. Hem ring içinde hem de ring dışındaki kariyerine yenilmez isim olarak devam etti.
Sempatikliğiyle herkesin sevdiği biri oldu; hakkında kitaplar yazıldı, filmler çekildi; ama yine de Muhammed Ali’den bir pop ikon devşiremediler. En az ringlerdeki kadar kuvvetli darbelerle rakiplerine yüklenen yeni bir dilin tecessüm etmiş haliydi Muhammed Ali. Yumruk atmak dışında haksızlıklara karşı kendi başına konuşabilen, adeta haykırarak karşı çıkan bir siyah, mütebessim, sempatik bir acayip adamdı. Kendisi ve mensubu olduğu Afro-Amerikalılar için çizilen sınırların eşiğinde yüzüne savrulan yumrukları ya da suçlamaları kıvrak vücut hareketleriyle savuştururken; bitirici darbesine hazırlanan gerilmiş bir yay gibiydi. Tam zamanında vurduğu isabetli darbeleriyle kendini var eden bir mücadele insanıydı ve bu yönüyle asla bir popüler kültür ikonu olmazdı.
Hayatının sonuna kadar mücadelesini devam ettiren Muhammed Ali’yi en çok üzen olay İslamofobiaydı. Bu nedenle 11 Eylül saldırılarının ardından saldırı karşısında tepkisini göstermek için Sıfır Noktası’na giderek şu sözleri söylemişti:
“Beni asıl inciten, ‘İslam’ adının bulaştırılması ve ‘Müslüman’ [adının] bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”