Ana Sayfa Litera PAUL NIZAN’LA RANDEVU

PAUL NIZAN’LA RANDEVU

PAUL NIZAN’LA RANDEVU

Geçenlerde Haydar Ali Albayrak’tan bir haber geldi, Paul Nizan üzerine, daha doğrusu Paul Nizan’ın romanı Fesat – La Conspiration üzerine bir yazı yazmış. “Okuyabilirsen tartışalım,” diyor.

“… yurdumuzda şu ana değin yalnızca üç baskısı yapılan Fesat’ın bu kadar az ilgi görmesi dikkatimi çekti,” diye yazmış Albayrak.

Üç baskı mı yapmış? İyiymiş.

Sonra diyor ki, “Fesat denince akla Dostoyevski’nin bir siyasi hücrenin hüzünlü macerası biçiminde kabaca aktarabileceğimiz Ecinniler‘i, Jorge Semprun’un Neçayev Dönüyor‘u ve küçük burjuva devrimci maceracılığını ele alan yaklaşımlar da geliyor.” Neden? Çünkü Albayrak bu kitapları okudu. Dolayısıyla Fesat denince aklına zihninde önceden var olan belli şeyler geliyor. Öyle ya, okumadığı, bilmediği, görmediği bir şey nasıl aklına gelsin? Albayrak’ın, kendi deneyimince şekillenmiş bir birikimi var ve okuduklarını doğal olarak bu birikimin alfabesiyle okuyor.

Örneğin küçük burjuva devrimci maceracılığı nedir? Küçük burjuva devrimci maceracılığı dendiğinde ben bir takım revizyonistlerin pek sevdiği bir tasnifi anlıyorum ve bana kalırsa Nizan’ın “komplocuları” daha başka bir türe dahiller, ama sonuçta Albayrak’ın tanımlaması bizde, yani okurda bir çağrışım yapıyor. Biz de kendi birikimimizden bir şeyler bulup çıkarıyoruz ve bu da bir tartışma vesilesi olabiliyor.

Fesat denince onun aklına onun okuduğu bir takım kitaplar geliyor, benim aklıma da benim okuduklarım. O, Fesatın karakterlerini kendi okuduğu kitaplardaki karakterlerle kıyaslıyor, ben de başkalarıyla. Fakat bütün bunları bir derecede ortak bir algı tarihi içinden yapıyoruz ve bir hedefe yöneliyor.

Oysa yanımdan geçen birine rasgele sorsam mesela,

– Affedersiniz, Fesat denince aklınıza ne geliyor?

– Özür dilerim, acelem var, metroya yetişmem lazım.

Ya da bir başkasına,

– Afedersiniz, küçük burjuva devrimci maceracılığı nedir?

– Öööö, çocuk mağazasını mı soruyorsunuz? Küçük Burjuvalar? 3’üncüde o, Vosges Meydanı’na yakın.

– Öyle mi?

– Evet, 3’üncüde oturuyorum ben de, oradan biliyorum. Siz en iyisi oraya gidin, orada tekrar sorun.

– . . .

Sonuçta yazıyı okudum, tartışırız. Fakat, neyi tartışacağız? Kimin kitabıydı bu Fesat mı nedir? Paul ne?

* * *

Garın merdivenlerindeyim. İnşaat bariyeriyle çevrili genişçe bir meydan uzanıyor önümde, otobüs durakları var. Trenden benimle birlikte belki beş, belki on kişi inmişti, hızlı adımlarla peronları geçip gittiler. Merdivenlerde benden başkası yok şimdi. Martılar meydanın üzerinde süzülüyorlar. Aylar sonra ilk kez martı sesi duyuyorum, aylar sonra ilk kez denizi göreceğim.

Deniz, biraz solumda dosdoğru ileride. Göremiyorum henüz, binalar dikiliyor aramızda, ama kokusunu alabiliyorum. Garın merdivenlerinde, martı seslerinde denizi kokluyorum. Hava bulutlu, serin. Arkamı dönüp bakıyorum: “Gare de Dunkerque”. Saat, üçe çeyrek var.

Sokaklar sessiz, allahın kulu yok. Dükkanlar kapalı, günlerden pazartesi. Sanki bombardıman uçaklarını bekliyor herkes hâlâ. Lokantaların, birahanelerin kilitli vitrinlerinde Fransız, İngiliz, Belçika bayrakları asılı yan yana.

Tarihin birinde yıkılmış, yakılmış, ırzına geçilmiş şehirlerdekilere özgü bir içine kapalılık var kaldırımlarda. Esen rüzgâr, yerden, taşların arasından toz toprakla birlikte 940’ın külünü de kaldırıyor. Geçen onca seneye rağmen hala orada, kaldırım taşlarının arasında, üstüne basıp geçiyoruz, rüzgarla beraber soluyoruz.

Eğilip parmağımı kaldırıma sürüyorum, sonra parmağımın ucundaki kurşuni ize bakıyorum. Belki bir çocuğun yıkılan yatak odasının, küçük yatağından kalıntı, belki içinde tencere kaynayan bir mutfağın duvarından, belki tam akşam yemeğinden önce değdi bomba. Belki bir askerin yanmış dipçiğinden. Belki kül olmuş kemiklerden. Her neyin nesiyse, 940’ın külü hâlâ bu taşların arasında, başka yerde olmasına imkan yok çünkü.

Fakat hayat da devam ediyor bir yandan, her gün bu külü soluyan insanlar, limandaki şu alışveriş merkezine gidiyorlar, “makdo” dan hamburger yiyorlar, şu sandalyelere oturup, bira içiyorlar. Alışveriş merkezinin hemen önünde, iskeleye demirli, yandan çarklı eski bir vapur var. Yanına gidip bakıyorum: Princess Elizabeth, harp kahramanı.

Dinamo Harekatı’nda buradan bin altı yüz bilmem kaç asker tahliye etmiş, güya beş yüz kadarı Fransızmış, Dunkirk 1940 nişanı almış, sonra iki sene uçak savar gemisi olarak çalışmış. Şimdi emekli. Her halde son harp manzarasını Nolan’ın Dunkirk filminde oynarken gördü.

Bahriyeden emekli, ama çalışmaya devam ediyor: Princess Elizabeth, restoran ve çay salonu.

Güverteye çıkıyorum, karşımda Makdonalt’ı ve birahanesiyle liman AVM’si “Pôle Marin”.

Sahile bir pano koymuşlar. Bu vapur Dinamo Harekatı’na katıldı dört seferde şu kadar asker kurtardı, diye yazıyor ve şöyle devam ediyor:

    “Dinamo Harekatı ve Dunkerque Ruhu

    Mayıs 1940: Kuzey Fransa amansız bir dehşet içindedir. Almanların Manş üzerine yıldırım taaruzu, Fransız ve Britanya ordularını kapana kıstırmıştır. Artık tek çare denizden gelebilir, tüm gözler Dunkerque üzerindedir. 19 Mayıs’ta kararı alınan ve 26 Mayıs’la 4 Haziran arasında uygulanan Dinamo Harekatı, Britanya Seferi Kuvvetleri’nin ve binlerce Fransız, Kuzey Ordusu askerinin tahliyesini sağlar. Bu, tüm askeri tarihin en büyük tahliye harekatıdır, utanç verici bir mağlubiyetin tam ortasında akla hayale gelmez bir başarı, 338226 müttefik savaşçısına ( bunun 123096’sı Fransız, 16816’sı Belçika askeri) Dunkerque cehenneminden kaçıp Büyük Britanya’ya ulaşma şansı veren bir ‘mucize’, nazizme karşı savaşta bir mızrak başına dönüşen ulus. Sizi davet ettiğimiz ‘hatıra yolu’nun her etabı ‘Dunkerkque Ruhu’nun, direnişin ve kurtuluşun bu büyük umudunun doğmasını sağlayan tüm müttefik kuvvetlerine bir saygı duruşudur.”

Dunkerque Ruhu: Direnişin ve kurtuluşun büyük umudu. Yani direniş ve kurtuluş, büyük umudunu İngiliz ordusunun kirişi kırmasında buluyormuş. Operasyon talimatı verildiğinde Alman kıskacında “sıkışmış” yaklaşık bir milyon müttefik asker vardı. Bir milyon asker! utanç verici bir mağlubiyetin tam ortasında…

Daha sonra bir çok harp anlatısında, Fransa toprağından çekilme emirlerine bir türlü anlam veremeyen askerlerin hikayelerini okuyacağız. Durum kabaca şöyle, Alman orduları Abbeville’den Somme nehri boyunca ilerleyip Baie de Somme’da denize ulaşıyor, böylece ince bir hatta, Kuzey ordusuyla Fansız ordusunun geri kalanının bağını kesiyor, sonra kuzey ordusu Dunkerque’e hattın güneyinde kalan Fransız birlikleri ise güneye çekilme talimatları alıyorlar.

Konuyla çok ilgisi yok, ama burada bir detay var, değinmeden geçemeyeceğim, şu “yıldırım taaruzu”ndaki Alman zırhlı birlikleri, her nedense 24 Mayıs’ta “Dur Emri”alıyorlar. Dinamo Harikatı’da tam bu sırada uygulamaya konuyor ve “Dunkerque cebi”ndeki İngiliz ordusu mucizevi biçimde kirişi kırıyor.

“Dur Emri”ni veren kişi, General Gerd von Rundstedt. Kendisi engin harp deneyimine sahip. 1. Savaş’ta Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan Alman subaylardan olduğundan “imha” işlerini de iyi bildiğini, Hitler’in deyişiyle “kimsenin söz etmediği” Ermenileri unutmadığını düşünebiliriz. Fakat her nedense kapana aldığı İngiliz ordusunu imha etmeye yanaşmıyor.

Savaştan sonra Amerikalılarca yakalanan von Rundstedt, İngilizlere teslim ediliyor, İngilizler de, Hitler’in en güvenilir generallerinden olan, hatta 20 Temmuz suikast girişiminden sonra failleri bizzat yargılayan bu adamı kısa sürede serbest bırakıyor.

Von Rundsted 1953’de öldüğünde hayli popülerdi. Hollywood yapımcılarıyla “film işine” girmişliği bile vardır.

Her neyse, benim randevum kaçanlarla değil kalanlarla. Deniz fenerinin önünden geçiyorum, fenerde bir saat var, bakıyorum: Dört.

Sokaklar ıssız, ara sıra bir gölge dönüyor bir köşeyi. Kapalı bir dükkanın terasında kimsesiz bir adam, yırtık haki bir anorak cekete sarınmış, uzun kaşlarının arasından denize bakıyor, kendi kendine konuşarak.

Ben, Malo Les Bains’a gidiyorum, kumsala. Çekilme talimatı alan bir başka askerle buluşmak için: Paul Nizan’la.

Kuzey Denizi karşımda şimdi. Geniş kumsal gizlice denize sokuluyor, deniz Britanya kıyılarına uzanıyor. Boz bir deniz bu, bizim denizlerimize benzemiyor. Sanki tuzsuz. Gel gitleri var, sığlıkları uzun. Sanki İngiltere’ye kadar yürüsen, diz boyunu aşmayacak. Akdeniz gibi deli bozuk değil. Daha çok, bisiklete binen, sonra kırmızı ışıkta duran, ince uzun bir Flaman kadını gibi.

Hava soğuk, sahil sessiz. Sahil boyunca dizili binaların kimisi bombardımanlardan sağ kalmış, kimisi yıkılmış, yenileri yapılmış.

Yazın, güneşli havalarda, kuzey vilayetlerinden, taşra kasabalarından, köylerden insanlar, bir ila birkaç saatlik tren yolculuklarıyla, bazen birkaç ailenin doluştuğu bir minibüsle gelir burada denize girer. İğne atsan yere düşmez o zaman. Dunkerque’te bir plaj turizmi olduğu söylenebilir dolayısıyla, ama “yüksek sezonun” manzaraları Cote d’Azur’daki gibi değil de daha çok Silivri, Tekirdağ plajlarındaki gibidir.

Fakat bugün hava soğuk, gökyüzü ve deniz bir bozkırın iki tonundalar. Ara ara yağmur serpiştiriyor. Malo Les Bains sokaklarında yürüyorum. Turenne meydanındaki kilisenin saatine bakıyorum: Beş. Gelen giden yok.

Parkın etrafında birkaç kişi görüyorum, en iyisi sormak,

– Merhaba.

– Merhaba?

– Ben Paul Nizan’ı arıyorum da, kendisini tanıyor musunuz?

– Paul ne?

– Paul Nizan. Yazar. Buraya gelmiş olacak.

– Hayır hiç duymadım.

Bu diyalog böylece tekrarlanıp gidiyor. Sokakları geziyorum, samanlıkta iğne arar gibi insan arıyorum sormak için, defalarca buluyorum, defalarca soruyorum cevap aynı:

– Paul Nizan mı? Hiç duymadım.

Olamaz. Bir bilen çıkmalı. Bir Paul Nizan sokağı, bir Paul Nizan meydanı, bir küçük büst, bir şey olmalı.

– Paul Nizan? Nedir o? Otel mi?

– Hayır bir yazar.

– Ah, öyle mi? Ne yazıyor?

– Sizin geleceğinizi, önce kalemiyle sonra kanıyla. Fransa için öldü, Dinamo Harekatı sırasında. Otuz beş yaşındaydı.

– Dinamo Harekatı müzesi var ileride.

– . . .

Hiç bir şey yok. Tanıyan yok. Adını duyan yok. Kilisenin saati altıyı vuruyor. Randevumdan elim boş döneceğim, Dunkerque’te Paul Nizan’dan tek bir iz yok.

Kaçanların anıtları her yerde. Ama tüm olanaklarına, şöhretine, yeteneğine sırt çevirip harbe gidenin, harpte kalanın adı yok. Kaçanlar direnişe umut vermiş güya, peki kalanlar? Randevumdan elim boş dönüyorum. Bir zamanlar, baharını faşistin kafasına çalan bir komünist yazar vardı, belki de ben yanlış zamandayım.

Dunkerque’i terk ediyorum, küllerinin izini martıların kanatlarında bırakarak.

Daha sonra öğreneceğim ki Nizan, Dunkerque’e hiç varamamış. 1940’ın Ocak ayında, Lille’in biraz güneyinde, Carvin’de, İngiliz bir albayın komuta ettiği 250 kişilik bir birlikte muhabereciymiş. Bu bir bakım birliğiymiş, yani araçları, alet edevatı tamir ediyorlarmış. Sonra Mayıs ayında herkes gibi onlar da önce Calais’ye sonra Dunkerque’e çekilme emri almışlar. Burada kamyonlarını, ekipmanlarını teslim etmeleri gerekiyormuş, çünkü bu kamyonlar vesaire hep İngiliz malıymış. Fakat otuz kamyonun saklanması öyle pek kolay olmadığından yol güzergahında konaklamak için şato gibi geniş yapılar bulmak gerekliymiş. Önce St. Omer yakınlarında bir şatoda konaklamışlar, sonra Recques-sur-Hem’de, Cocove Şatosu denen bir yere kısa bir süre için sığınmışlar. Fakat durum pek iyi değilmiş, düşman gelmek üzereymiş, ev sahibesi avenesiyle birlikte bir sığınağa geçmiş ve Nizan sık sık sığınağa uğrayarak onları vaziyetin gidişatına dair bilgilendireceğini söylemiş. Kısa süre sonra Alman tankları görünmüş, ateş açmaya başlamışlar, İngiliz albay geri çekilme emri vermiş ve Nizan’dan çekilme için gereken düzenlemeleri yapmasını istemiş.

Sonuçta Nizan, ev sahiplerinin sığındıkları yerde güvende olup olmadığını kontrol etmeye giderken başından vurulup ölmüş.

Cocove şatosunun sahibesi Coëtlogon kontesi, hadiseden uzun zaman sonra Nizan’ın annesine bir mektup yazıyor, burada Nizan’ın Cocove şatosunda kollarında öldüğünü, ölüsünün de Audrickq mezarlığına 5 numara altında defnedildiği söylüyor. Sonra 1956’da, savaşta ölüp de böyle adsız sansız gömülenleri bölgedeki çeşitli mezarlıklardan toplayıp Targette ulusal mezarlığına gömüyorlar. Nizan’ın mezarı bugün orada. Taşında, “Paul Nizan – Muharebeci – Fransa İçin Öldü – 23.05.1940” diye yazıyor. Yani aslında mezar taşına bakan da orada yatanın kim olduğunu anlayamaz. Herhangi bir Paul Nizan olabilir pekala.

Yine sonra öğreneceğim ki, 2005’te Nantes’ta bir sokağa, 2007’de de Paris’in görece yoksul 13. arondizmanında, Sanayi Sokağı’nda, binaların arasında 50 metrekarelik bir bahçeye vermişler adını.

Her neyse bunların her biri başka birer hikâye.

Ben Paul Nizan’ı sormaya devam ediyorum. Yolda biri saati mi sordu? Ben de Paul Nizan’ı soruyorum. Parktaki bankta yanıma biri mi oturdu? Paul Nizan’ı soruyorum. Otobüs şöförüne soruyorum, kahveciye soruyorum, bakkala soruyorum, üniversitelilere soruyorum, üniversitesizlere soruyorum, kimsesizlere soruyorum.

Bir bulvarda iki kişiyiz, birimiz gelip geçene bozuk para soruyor, ben Paul Nizan’ı soruyorum. Bildiri dağıtan solcu gence soruyorum, kitapçıya soruyorum, bilgisayarın başına geçiyor, “Tekrar eder misiniz?” diyor, “Paul ..?”

Papazın birine soruyorum, “Allah bilir” diyor. “Öldü,” diyorum, istavroz çıkarıyor: “Allah rahmet eylesin.”

Tüm Fransa’yı geçiyorum, kuzeyden güneye. Tanıyan yok. Acaba ben mi yanılıyorum? Acaba Paul Nizan diye biri hiç yaşamadı mı?

Sonra bir gece, Avignon – Marsilya treninde otuz beş – kırk yaşlarında iki adam oturuyor karşıma. Vakit gece yarısına yaklaşıyor, vagonda bizden başka kimse yok. Biri bir şey soracakmış gibi bakıyor bana, ben önce davranıp Paul Nizan’ı soruyorum.

– Evet biliyorum, diyor. Yazar.

– Gerçekten mi?

– Yani biliyorum, ama okumadım yazdığı bir şeyi.

– Olsun, sonuçta Paul Nizan diye birinin varlığından haberiniz var.

– Evet, var.

– Marsilyalı mısınız siz?

– Hayır Şili’li.

Vay canına. Sonunda Paul Nizan’ı tanıyan birini buldum, ama o da Fransız değil, iyi mi? Bizden o da, üçüncü dünyalı.

Bütün bunlardan bir yıl sonra bir Fransızca öğretmeniyle tanışacağım, bana Fransız gençliğinin çok okuduğundan bahsedecek.

– Ama, diyeceğim ben de, Paul Nizan’ı tanıyan yok.

– Bu çok normal, diye cevap verecek küçümser bir edayla, gençlerimiz güncel yazarları takip eder.

– Siz tanıyor musunuz Paul Nizan’ı.

– Tabii ki tanıyorum, ama bizim için Paul Nizan 20. yüzyılın o komünist filozoflarından, yazarlarından biri. Evet, fakültede onunla ilgili bir şeyler okuduk, önemli bir yazar, büyük filozof vesaire. Ama daha önce kimseyle Paul Nizan üzerine sohbet ettiğimi hatırlamıyorum. Sanırım bu ilk.

– Yani?

– Yani eğer antika bir üniversite hocasının verdiği ödev değilse kimsenin Paul Nizan okuyacağını sanmıyorum. Fakat bu, gençlerimizin okumaya çok ilgili olduğu gerçeğini değiştirmez.

Kızacağım:

– Bilmiyorum farkında mısınız, ama Paul Nizan’ın kendisi de size ödev verecek bir üniversite hocası olabilecek yerde harbe gidip öldü. Biraz da onun sayesinde bugün rahatça üniversiteye gidiyorsunuz, kafe-teraslarda şarap içiyorsunuz.

– Belki, ama çok eskidendi bütün bunlar.

Düşüneceğim: Belli ki gerçekten başka bir gerçekliği yaşıyoruz.

Sartre’ın, Hürriyetin Yolları romanında Gomez adında bir karakter vardır. Bu Gomez, Fransa’da ressamlık yapmayı bırakıp İspanya harbine gider, ardından, cumhuriyetçiler harbi kaybedince Amerika’ya. Gelgelelim burada sudan çıkmış balığa döner. Altı aylık işsizlikten, yoksulluktan sonra, mihmandarı Ritchi vasıtasıyla bir gazetede iş bulur. Sanat hareketlerine dair yazılar yazacaktır.

Günlerden Paris’in düştüğü gündür, fakat Avrupa’daki harp, Avrupa’nın ideolojileri, Avrupa’nın Paul Nizan’ları, Yeni Dünyalıların umurunda değildir. Ritchi’yle Gomez arasında şöyle bir konuşma geçer:

“‘Dikkatli ol,’ dedi Ritchi. ‘Saldırgan yazılarla başlamamaya dikkat et.’

Gomez canı sıkkın, ‘Neden?’ dedi. ‘Neden saldırgan olmasın?’

Ritchi tatlı bir alayla gülümsedi:

‘Amerikan toplumunu tanımadığın nasıl da belli oluyor. Amerikalı kendisini korkutacak şeylerden hoşlanmaz. Sen şimdi kendine bir isim yapacaksın her şeyden önce: Sade ve Amerikalının sağduyusuna ters düşmeyecek sözler söyleyeceksin, hem de tatlı tatlı söyleyeceksin. Ama ille de birilerine saldırmak istiyorsan, Mondrian’ı seçmeyeceksin, çünkü Mondrian tanrımızdır bizim.’

‘Vay canına,’ dedi Gomez. ‘Senin tanrın soru sormuyor demek ki.’

Ritchi dilini şaklatarak başını salladı, ‘Sürüyle soru soruyor,’ dedi.

‘Evet, ama şaşırtıcı, düşündürücü sorular değil.’

‘Ha!’ dedi Ritchi, ‘yani cinsiyet hakkında, hayatın anlamı ya da toplumların yoksulluğu hakkında sorular demek istiyorsun. Değil mi? Üniversiteyi Almanya’da okuduğunu unutmuştum . Gründlichkeit hikâyesi ha?’ Gomez’in omzuna vurarak güldü: ‘Bunların modası geçmiş şeyler olduğunu sen de kabul edersin ama…'”

 1940 Avrupa’sının gerçeği Amerikalı “melekler” için eski modadır, Harbin bağrından çıkıp gelen Gomez, Amerikalı için bir egzotik mahluktan farksızdır.

Ritchi,’Ya devrime toptan inanıyor musun hâlâ?’ diye sordu.

Gomez yanıt vermedi. Ritchi gülümsedi, ‘Siz Avrupalı aydınlar tuhafsınız,’ dedi.

Oysa Amerikalılar mutlu insanlardır:

“’Biz Amerikalılar mutlu insanlara, mutlu olma çabası içindeki insanlara seslenen bir sanat istiyoruz.’

Ben mutlu değilim,’ dedi Gomez. ‘Ve bütün sevdiklerim, dostlarım bütün kendi insanlarım kurşuna dizilmiş, öldürülmüş, hapse atılmışken mutlu olmayı deneyecek olursam, dünyanın en aşağılık, en adi adamıyım demektir.'”

Ve Gomez düşünür kendi kendine:

Gomez, ‘Beni kuşkulu, karanlık buluyor,’ diye düşündü. Ritchi; Ritchi bir melekti, evet, öyleydi; berrak gözlerinin derinliklerinde meleklere özgü inadı okumak mümkündü; büyük dedeleri, büyük nineleri de birer melektiler. Boston meydanlarında büyücüleri, sihirbazları yakmışlardı. ‘Ben terliyorum, on parasızım, kafamın içi kuşkulu, karanlık düşüncelerle dolu: Avrupa’dan getirilmiş düşünceler. Amerika’nın suçsuz yüzlü melekleri sonunda yakacaklar beni.'”

Ben de terliyorum, on parasızım. Kafamın içi kuşkulu, karanlık düşüncelerle dolu: Üçüncü Dünya’dan getirilmiş düşünceler. Üstelik devrime toptan inanıyorum hâlâ.

21. Asrın Avrupalısı karşısında, 1940’ın Amerikalısı karşısındaki İspanyol gibiyim. Bu insanların her biri birer melek; bunların da büyük dedeleri, büyük nineleri, meydanlarda kızıl saçlı cadıları yaktılar, Jeanne d’Arc’ı İngilizlere sattılar, sonra Rouen’ın pazar yerinde kazığa bağlanıp yakılırken seyrettiler. Böyle bakınca herkesin dedesi ninesi birilerini yaktı galiba… Ama öte yandan, dedeleri, nineleri, yedi ceddi ve kendileri hababam kazıklara bağlanıp yakılanlar var.

Tuhaf olan 1940’ın Amerikalısına yabancı olan tüm o “Avrupalı” düşünceler, bugünün Avrupalısına yabancı ve bir o kadar da Üçüncü Dünyalı.

Fakat saygıdeğer Fransızca öğretmeni burada da devreye giriyor:

– Ama Üçüncü Dünya demeyin lütfen.

– O niye?

– Çok ayıp, Fransa’da kimse bu terimi kullanmıyor artık. Üçüncü Dünya diyen tek bir Fransız siyasetçi, tek bir Fransız yazar bulamazsınız.

– Neden? Ben bazılarını biliyorum.

Gülüyor,

– Yaşıyorlar mı? Yoksa 20. yüzyıl bitmeden hayata veda mı ettiler? Merak ediyorum, hiç yaşayan Fransız entelektüel tanıyor musunuz? Yoksa hâlâ Paris’te egzistansiyalist kahvelerinin olduğuna mı inanıyorsunuz?

Yine kızıyorum,

– Neden ayıp oluyormuş Üçüncü Dünya demek?

– Gelişmekte olan ülke demeliyiz, öbür türlü ötekileştirme gibi oluyor.

– İyi de Üçüncü Dünya’dan gelen benim, ben alınmıyorsam size ne oluyor?

– Alınıp alınmamakla ilgili değil bu, bakış açınızla ilgili. Biz bakış açımızı çoktan değiştirdik, siz de değiştirmelisiniz. 20. yüzyılın kavramlarıyla konuşarak bir yere varamayız.

Kafa kağıdımdaki doğum tarihini düşünüyorum. 20. yüzyılda doğduğumdan şüphem yok. Öyleyse ben de müzelik bir eski çağ kalıntısı mıyım? Öte yandan bu Fransızca öğretmeni de nereden baksan benden bir on yaş büyük.

Şaşkınlığımı anlamış olacak, gülümseyerek ekliyor:

– 20. yüzyıl sona erdi mösyö.

“Hoooo Hoooo Hooo Şii Miinh!” diye bağırıyorum içimden.

Kalkıp yürüyorum. Sokaklar daralıyor, ben geçtikçe kapanıyorlar ardımdan birer birer. Karanlığın ortasındayım, “siperden sipere ateş tokuşturanlar”ı düşünüyorum.

Nizan’ın mezar taşı geliyor gözümün önüne. “Fransa için öldü.” Hayır! “Ölenler dövüşerek öldüler! Güneşe gömüldüler!”

Henriette Nizan, hatıratında şöyle yazıyor:

Nizan, Ecole normale’de, yirmi iki yaşındayken defterine şöyle yazıyordu: ‘Memleket için ölmek. Onun için yaşamak hâlâ daha güzel.’ Ve kendisi otuz beş yaşında savaşta öldü.”

 Evet memleket için yaşamak isterken savaşta öldü. Ne için peki? Memleket için mi? Fransa için mi? Hayır, hürriyet için. Hürriyet için kim dövüşüyorsa hâlâ, onlar için.

Kimisi hain dedi arkasından, Alman-Sovyet paktından sonra Parti’yi bıraktı diye. Ona hain diyenler, belki partiyi bırakmadılar, ama harbi bırakıp “daha güvenli” yerlere gittiler vesaire. Biliyoruz bu hikâyeleri. Bu insanları tanıyoruz. Yabancı değiller bize.

Bu yüzden belki artık “gelişmiş ülkelere” söyleyecek bir şeyi kalmamış olan Paul Nizan, “gelişmekte olan ülkelerin” halklarına hâlâ bir şeyler söylüyor. Onun üzerine yazıyoruz, yazdıklarını tartışıyoruz.

Paul Nizan’ın, sahibesinin güvenliğinin almaya çalışırken kafasına bir faşist kurşunu yediği Cocove Şatosu bugün lüks bir otel. Nizan, yerin yeti kat altında yatıyor, ama vurulduğu yerde bir gece yatmak, Avrupa parasıyla yüz elli kâğıttan başlıyor. Hele bir, üç yüz yetmiş dört kâğıtlık bahçe manzaralı oda var ki “düşlerimizin yeri”ymiş. Elbette meleksi düşlerden Alman tankları geçmiyor.

Yeryüzünden silindiklerinden değil, başka yerlerde gezdiklerinden:

“Afrin harekatında Alman tankları kullanılıyor.”

“Bakan Çavuşoğlu: Rheinmetall Türkiye’de olmaktan çok memnun.”

İşte bu yüzden, cebinde Fesat’la İstanbul sokaklarında dolaşan bir Haydar Ali Albayrak, meleklerin düş gördüğü saatte Paul Nizan üzerine yazı yazıyor. İşte bu yüzden ben de bu yazıyı okuyup tartışacak bir şeyler buluyorum.

Hangi yüzyıldayız? Bilmiyorum. Yüzyılları sayacak halim yok, ama yıldızları sayabiliyorum. Çünkü tank paletleri gecelerimizi çiğnerken, “biz gene yıldızlara bakarız, ve yine yıldızlar bize bakar.”

  Mahir Ergun

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl