Aslında denizin her anı birbirinden farklıdır. Aynı şeyleri her gün yapıyor gibi gözükse de o, bize görünen hâlidir.(…) Bizim ayırdına varamadığımız sonsuz bir devinim içindedir. “ (Phaselis Adağı, s.377)

Navigare necesse est”
“Cesaret vermek için denizde yol almak kaçınılmazdır.” (s.526)

Benim için Phaselis Adağı, tüylerimi ürperten soğuk bir denize girmek gibiydi. Kendimi aniden bıraktığımda daha kolay alışacağımı ve bir daha çıkmak istemeyeceğimi bildiğim fakat yine de soğuğu ağır ağır işleyerek ilerlemekten de alıkoyamadığım engin bir deniz… Phaselis Adağı, hikâyenin atmosferi ve antik Roma döneminin bilgiyle örülmüş sokaklarıyla şimdiye kadar okuduğum romanlar arasında yepyeni bir deneyimdi. Okuma boyunca arka planda süregelen dalga seslerini duyabilirdiniz. Zira daha ilk sayfada gözlerimizi açar açmaz karşılaştığımız ilk manzaraydı, deniz…

Romandan bahsetmeye başlamadan önce kitapla ilgili kişisel deneyimimi aktarmalıyım. Baş kahramanımız Menelaus, Phaselis’te yaşadığı evine, küçük bahçesindeki tek zeytin ağacından dolayı Zeytinevi ismini takmış bir tarih yazarıdır.

Hem yazma tutkusundan dolayı, hem de mimarisinden, bahçedeki tek zeytin ağacına kadar kitapta anlatılana çok benzer bir eve, yakın zamanlarda, taşındığım için kendimi onunla özdeşleştirmem kaçınılmazdı. Ayrıca Menelaus’un “ona sonsuza dek güvenebileceğimi görmüştüm” (s.514) diye söz ettiği güzel Phyllida’nın kendini bir yunus zannedecek kadar güçlü deniz tutkusu, içimdeki tutkuyla şüphesiz benzeşiyordu… Hatta hayattaki en yakın dostum dahi, Menelaus’un hem en iyi dostu olan hem de alter egosunu yansıtan karakter Ergillius ile benzerlikler gösteriyordu. Şuna eminim ki, her okuyucu psikolojileri özenle işlenmiş karakterlerde kendinden birer yansıma görecektir.

Günümüzden iki bin yıl öncesine uzanıyoruz ve bugün yaşadığımız Anadolu topraklarında hüküm sürmüş Roma dönemine ait gerçek tarihin içinde, aşkın ve şiirin güzellikleriyle zenginleştirilmiş bir kavuşma ve ayrılık hikâyesine tanık oluyoruz. Birbirinden çalkantılı olaylara ev sahipliği yapmış Ege ve Akdeniz kentlerimizi, limanları, kıyıları eski isimleriyle bir kez daha tanıyoruz, hatta belki de gerçek anlamda ilk kez…

Roma uygarlığının başarısız imparatorlarının acımasızlığı, çaresizliği ve zaman zaman umut verici görünmelerini daha dün gerçekleşmişler gibi yakînen öğreniyoruz. Kurgunun karmaşık yapısına rağmen muhafaza edilen sadeliği, yazar Mahmut Şenol’un bir tarihçi ciddiyeti içinde ilerliyor ve bu yüzden aşk, güzellik, felsefe, bilgelik ve gerçeklik ayırt edilemeyen bir uyum içinde kaynaşıyor.

Menelaus’un Phaselis kentine ve yazmaya olan tutkusu, onu Phaselis Tarihi kitabını yazmaya yöneltiyor. En umutsuz anında çıkagelen Baba Paulus ve Hram ile birlikte Portekiz köylerinde mantar ağaçları peşinde koşarken de, elden kayıveren bir balığı andıran Phyllida’ya, bu Messalina ruhlu kadına sahip olmak isterken de, aklının bir köşesi her zaman Phaselis’te kalacaktır. Menelaus bir kente âşık ve orada tutkuyla yaşayacak yazarlardan olmalıydı. Gezginci olsa bile bir ayağı hep kentinde bulunmalıydı.”(s.276)

Öyle ki, gözlerini açıp koca kentte Toros’lardan gelen vahşi arı sürülerinin saldırısından kurtulan tek kişi olduğunu fark ettiğinde, bitki karışımlarıyla yaralarını iyileştirirken bir yandan aklında bu olayı Phaselis Tarihi kitabına eklemek vardı: “Menelaus, tek görgü tanığı olarak, yazmayı unuttuğu bir şey varmış gibi onu da kitabına ekleyecek, böylece son cümlesini bitirecekti.” (s.21)

Anlatım boyunca birçok tarihî vakıadan ders niteliğinde söz ediliyor. Pers işgaliyle sürülen Foçalılar, Vesuvius Yanardağı’nın patlamasıyla yok olan Pompeii ve Herculaenum kentleri, Mısır’daki obeliskler, piramitler, sfenskler, İmparator Nero ve yıkımları, intiharı, Kral Ardys’in Artemis Tapınağı’na diktiği ilk taş heykel, Galatia’daki büyük deprem, tarihin ilk yemek kitabı yazarı Archestratos, Bilmececi Theodektes, Mitylene müzakereleri, Lesbosluların köle pazarına gönderilişi…

Lesbos… Karşılaştığıma en çok sevineceğim isimlerden biri işte bu Lesbos şehrinde, Mitylene yamaçlarındaki Şairler Evi’nde bekliyordu beni. Platon’un güzeller güzeli diye söz ettiği Sappho“Lesboslu kadınların Sappho’dan önce ve sonra salt aşk ve güzellik için yaratıldığı söylenir.” (s.100) Antik Yunan lirik şairi Sappho’nun dizeleri beni öyle içine alıyor ki, kitabın sonunda Sappho’nun şiirlerini araştırmaya koyuluyorum.

Bu gece bana gel gül dalım
Dua ediyorum buna, Lydia Lirin’le gel
Kalbimin aşkınla savrulmasından hoşlanıyorum
Bir bakışta, elbisenin kıvrımlarıyla baştan çıkıyorum.” (s.112)

Peki ya Roma antikçağı ve felsefe birbirinden nasıl ayrı düşünülebilir? Sofistlerden, Platon’a, Epikürcü düşünceden Homeros destanına kadar Antikçağ felsefesine dair düşünceler ve mitolojik alıntılar sıkça karşımıza çıkıyor. Menelaus’un ruh hâlinde gözlemlenen dinginlik ve bazen bocalasa da olayları olduğu gibi kabul edebilme yetisinin verdiği bilgelikte, benimsediği Epikürcü düşüncenin izlerini görebiliyoruz. “Lucretius’tan yansıyan Epikuros felsefesi insanlığı teselli eden bir felsefedir (consolatio).” (Çiğdem Dürüşken, Lucretius Dilinden Epicuros Öğretisi, s.296)

Roman boyunca peşi sıra ilerleyen veya iç içe geçmiş hikâyeler sayesinde ayaklarımız neredeyse hiç yere basmıyor. Kıbrıs’ın Keltik masalları şöyle dursun, Korsanlar Korsanı Zenicetus Öyküsü ile gerçek manada Menelaus’un dünyasına giriş yapıyoruz. Ardından Menelaus, Tscherkess kökenlerine ve ana diline duyduğu özlemin bilinçaltı teşvikiyle, kaybolmuş bir dilin peşine düşüyor ve “Lukka Dili ve Lycia Tarih Akademisi” kurma hayalini gerçekleştiriyor.

Türlü kavuşmaların ardından belki de bu adım, Menelaus için yıkımın başlangıcı oluyor. Korsan Zenicetus öyküsü, Akademi açılışındaki konuşması veya salt bilinmez bir nedenden ötürü takibe alınıp sorguya çekilen Menelaus’un güvendiği değerlerin nasıl bir bir devrildiğine şahit oluyoruz. Burada yazarın ilk sayfadaki uyarısı akla geliyor; “Romanda anlatılan kişi ve olayların hepsi gerçektir.(…)Yine de romanda anlatılan karakterleri bugün yaşayan kimilerine “benzetmeye” uğraşanlara söylenebilecek bir tek şey kalıyor: tarih tekerrürden ibarettir.”

Menelaus’un aklına düşen endişe tohumları büyüyerek şüphenin ve kararsızlığın bahçesini yaratıyor.

Oysa Ephessuslu stoik şair Ailius’un Phyllida’ya söylediği gibi “bütün kitap yazmışlar gibi sen de yaşamının sonuna kadar hep bir şeylerden korkacaksın.”(227) Veya Lukka dili araştırmasında Menelaus’a yardımcı olan Zeno’nun açıklaması, “Sizinkisi tipik bir aydın korkusu!(…) Üzülerek söylemeliyim ki, kitap yazmaya devam ettiğiniz sürece, öyleye de benziyor, bu türden korkularınız hep olacak. Aydınların hastalığıdır bu!” (s.409)

Burada aklıma Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminden bir sahne gözümün önüne geliyor. Temsil ettiği sıfatla aynı ismi taşıyan Aydın karakteri, din adamlarının toplumdaki yeriyle ilgili yazdığı bir yazıya ilişkin kız kardeşi Necla’dan fikir alırken şöyle diyor: “Fazla sert olmamış değil mi?(…) Zaten sonunda İslamiyet yüksek kültür dinidir falan da diyoruz…”

Bir yazarın umutlarıyla düş kırıklığı, özgürlüğüyle sıkışmışlığı kendini öyle güçlü hissettiriyor ki, bu, yazarlık umutlarımı yeniden gözden geçiriyorum: Baskıya karşı yeterince dayanıklı olmak mı yoksa Aydın gibi her zaman son cümlede birilerinin gönlünü almak zorunda kalmak mı?

Menelaus yıllar sonra açacağı kitapçı ve antikacı dükkânındayken o günlerden kalan kabullenişini şu sözlerle dile getirecektir; o kadar güzel kitaplar var ki onları okumak için ne fazla zamanım kaldı, ne de yazacaklarımla onlara meydan okuma gücü ve yarışma isteğine sahibim.”(s.532)

Bulunduğumuz topraklarda iki bin yıl öncesinde yaşananları aşkın serinletici gölgesinde gerçekçi bir bakış açısıyla sunan Phaselis Adağı her yönüyle yenilikçi, bilgilendirici ve okunması gereken bir eser. Günümüz edebiyatına üstünkörü bir bakış atacak olursak bu gibi değerli romanların hak ettiği rağbeti görmeyeceğini tahmin etsem de, artık bunun iyi bir şey olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü nitelikli okura ulaşmak, nicelik açısından daha fazla okura ulaşmaktan yeğdir.

Gözlerini denizle açıp denizle kapayan roman, okuyucunun içinde Anadolu topraklarındaki antik yıkıntılar arasında bir düş arayışına çıkma isteği, Menelaus’un Zeytinevi’ni bulmak arzusu yeşertecek. Yahut Akdeniz’in köpüren dalgaları arasında Phyllida’yı seçer gibi olacak, Latin şair Lucretius’dan birkaç dize hatırlayacaksınız;

Suave mari magnum turbantibus aequora venti e terra magnum alterius spectare”
“Ne hoş olurdu; azgın dalgalarla boğuşan denizcileri, sakin bir limanda seyretmek.” (s.213)

TEILEN
Önceki İçerikBeşir Fuad: Bundan tatlı ölüm tasavvur edemiyorum…
Sonraki İçerikJean Baudrillard: Medyaya Güvenebilir Miyiz?
İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü’nde öğrenim gördü. Öykü, kitap incelemesi ve deneme türündeki yazıları Varlık Dergisi, Cumhuriyet Gazetesi Pazar Yazıları, Öykü Gazetesi, Tefrika, Papirüs gibi basılı mecraların yanı sıra ekdergi, acikgazete, oggito, altzine.net, arkitera, mesele121 gibi dijital platformlarda yer aldı. 2019 yılında h2o Kitap etiketiyle Yeryüzünün Derinliklerinde Olup Bitenler adlı öykü kitabı yayınlandı. Eylül 2022’den beri Lizbon’da yaşamaktadır.