Bugün sanatla ilgili konuşmamız gereken meselelerin başında kuşku yok ki merkezin Avrupa’dan Yeni Dünya’ya taşınmasıyla birlikte, özellikle de II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan kulvar kaymasının anlamlandırılması geliyor. U-dönüşü de diyebilirdik, fakat bu olguyu ifade etmek üzere hangi kelimeleri seçersek seçelim, Paris’ten New York’a göçle beraber dümenin bambaşka bir rotaya kırıldığı, o rota değişikliğinden beri de farklı bir denizin sularında seyretmekte olduğumuz kesin. Postmodernistler, kendi güdümlerinde gerçekleşen bu paradigma değişiminden bir hayli memnunlar; sosyologların, felsefecilerin piyasada işleri iyice açıldı. Sanat, felsefe ile güya tek ve aynı şey olmaya başlarken onlar da sanatçı oldular, küratör oldular, sanat yazarı oldular. Her şey iyi, güzel de o arada sanata ne oldu acaba? Sanatın kurama endekslendiği bu dönem, postmodernistlerin iddia ettiği gibi sahiden de esaslı bir uyanış, bir aydınlanış mı, yoksa bir büyük kriz, bir büyük aldanış mı?

Bildiğiniz Sanat Öldü, Yaşasın Bilmediğiniz Sanat!

Birçok konuda olduğu gibi sanat alanında da tam bir kafa karışıklığının yaşandığı, hadi berbat ya da vasat demeyelim, ama kesinlikle can sıkıcı, tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Tek kelimeyle söylemek gerekirse, oyalanıyoruz; yetilerimizi, algı derinliğimizi aşağılarcasına, ürettiğimiz sonsuz retorik kalabalığın içinde boğuluyoruz. Pratiklerimiz ya hepten imkansız ya güdük ve gülünç. İş diye ele alıp ortaya koyduklarımız, kendi endüstriyel üretimimizin gerçekte anlamlandırmayı bir türlü başaramadığımız için, altında ezilip durduğumuz için kitsch veya pop diye kavramsallaştırmaya çalıştığımız fazlalıkları. “Yabancılaşma”nın kısır döngüsünde, söz inceliği ile maskelenmiş, korkulu bir sakınımın pençesindeyiz. Hal böyleyken kıvranmıyoruz, kımıldamıyoruz bile, aksine rol kesiyoruz, “mutlu”yu ve “iyimser”i oynayarak çaresizce kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Öyle momentsizlik içindeyiz ki sanatın bağnazlık, kar hırsı, iktidar gibi, öteden beri tanıdığı düşmanlarının başına nihayet sanatın kendisini de koymayı başardık. Sanat, yürürken kendi ayaklarına dolaşıp düşüyor bugün ve aslında bunda garipsenecek bir yan yok, çünkü insanlığın durumunu yansıtıyor.

Mesela yıllardır gani gani zikredilen, akademik tezlerde, kitaplarda, panellerde bir sakız gibi ağızlarda çiğnenen, sevindirici bir ölüm ilanı var. İdrak etmeye çalışıyoruz; ölen kim? “Bildiğimiz sanat”. Bildiğimiz sanat ne zaman ölmüş peki? Kimilerine göre kavramsal sanatın, kimilerine göre de Pop Art’ın ortaya çıkışıyla. Ölüm tarihini Duchamp’ın Pisuvar’ı sergilediği tarihe (1917) kadar geri götürenler de var. Neresinden bakarsanız bakın, bildiğiniz sanat en aşağı 50 yıldır ölü yani. Pekala neden sevindiriciymiş bildiğimiz sanatın ölmesi? Bu soruya karşılık dinlediğimiz Ödipal masal o kadar eğlenceli ki burada tekrar anlatmadan duramayacağım: Efendim, bildiğimiz sanat, Olympos’un sislerle kaplı zirvesindeki tahtından yeryüzüne inip de bir kez olsun insanların arasına karışmamışmış; dışlananların, ezilenlerin, ötekilerin yanında hiç yer almamışmış; işte kendini dev aynasında gören, öyle koca bir ahmak, öyle zalim, açgözlü bir tüccarmışmış. Mışmış da mışmış. Ama günlerden bir gün, bildiğimiz sanatın üvey oğlu, kurtarıcı, Mesih-sanat, pür etiğin zemzem suyuyla yıkanıp bir güzel paklandıktan sonra “Seni estetiğine, şarap çanağına tükürdüğümünün sanatı! Seni rezil zevk düşkünü seni!” diye babasının karşısına dikilmiş. Dikilmekle de kalmamış, onu öldürüp tahtından al aşağı etmiş. Kendini etik-politik misyonlara adamış olan bu yeni sanat, derler ki tam bir iyilik ve doğruluk timsaliymiş. Sefih pederi gibi boş işlerle uğraşmaz, ulaştığı her yerde küresel demokrasi vaaz edermiş.

Nasıl güzel, nasıl delikanlı bir Oidipus masalı ama? Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin şimdi, sosyologların, felsefecilerin, sanat kuramcılarının bir bayram havasında kutladıkları kadar var mı, yok mu bu masal? Gelin görün ki aramızda eskisi gibi resim, yani mal satamadığı ve saygınlığını yitirdiği için çemkirip duran hainler de var. Kim onlar? Onlar geri kafalı, basiretsiz bir takım atölye fareleri. Atölyelerinden dışarıya adımlarını atar atmaz çekilmez birer yaygaracı oluverirler. Aydınlanma zamanından kalma, çiğ süt emmiş bu dinozorlar demokrasiden zerre kadar hazzetmezler. Özgürlükleri yürekten isteseler ne yaparlardı? Hakikati çıkarları uğruna feda etmez, derhal Mesih-sanat tarikatine girerlerdi. Nerede o günler?!

Bildiğimiz sanat taraftarlarıyla Mesih-sanat taraftarları arasındaki tartışma, işte bu minval üzre, daha çok tarafların birbirlerini çıkarcılıkla, cahillikle, despotlukla suçladıkları bir kör dövüşü halinde, sürüp giderken kavganın tozu dumanı içinde sanatın kendisi pek seçilemiyor, bir bahane gibi kalıyor. Oysa tartışmayı bir kör dövüşü olmaktan çıkarabilmenin yegane yolu, “bildiğimiz sanat” konusuna dönmek, sanatı tekrar düşünmek. Gelgelelim onun öldüğü söyleniyor; o halde bir otopsi raporu, hiç değilse bir ölüm tutanağı da mevcut olmalı, öyle değil mi? Yani “merhum” kimdi, onu nasıl bilirdik, ölebilir miydi, ölebilirse ölmesi gerekli veya iyi bir şey miydi? Sahiden öldü mü, yoksa beyin ölümü henüz gerçekleşmedi mi? İşin konuşulabilir, konuşulması gereken yanları oralar.

Tez-Antitez

Önce “tez”i bir netleştirelim. Bildiğimiz sanatın ölümü ile kast edilen ne? Örneğin “Tuval resmi artık bitmiştir; bu nedenle sanat yapıtları bundan böyle dijital ortamda yaratılacak ve sanat galerilerinde değil, yine dijital ortamda, Internette sunulacaktır” gibi bir önerme mi? Değil. Tezin sloganındaki “ölüm” kelimesinin de işaret ettiği gibi, çok daha esaslı, temellere ve öze dair bir sav bu. Öyle olmasa, sonuçta yapıt yaratma ve sunma şeklimize dair, teknik bir argüman olmanın ötesine geçemez, o durumda tartışma da sanat içi bir tartışma olmakla kalırdı. Oysa burada karşı karşıya bulunduğumuz tez, tam da sanatın ayrı bir kategori ve özerk bir disiplin halinde sanat oluşunu sorunsallaştırmakta, diğer bir deyişle, estetiği iptal etmektedir. Tarihsel olarak yaşandığı öne sürülen “dönüşüm” sonucunda, sanatın başına kabaca şunların geldiği söyleniyor: 1) Estetik “güzel”in varlık biçimi olan duyusal form, yerini metinselliğe bırakmıştır. Artık yapıtları “görmek”ten çok, “okumak” söz konusudur; çünkü güzellik, forma dair, yani duyusal bir nitelik değil, rastlantısal tarihsel-kültürel uzlaşımlara bağlı bir meseledir. 2) Duyusallığın ve formun önemini yitirmesinin paralelinde, sanatın yarattığı imgelerin kavramsızlığı ilkesi de geçerliliğini kaybetmiş ve sanat, felsefe diliyle, yani kavramlar aracılığıyla konuşur-konuşulur olmuştur. 3) Sanat yapıtı, sözünü ettiğimiz rastlantısal kültürel uzlaşımlar dışında herhangi bir “hakikat” iddiasında bulunamaz. Sanat yapıtının içeriği, hakikatten çok, “oyun”la bağdaştırılabilir. 4) Sanat yapıtının özgünlük ya da biriciklik bakımından bir “aura”sı olamaz; üretilmiş ya da bulunduğu yerden olduğu gibi alınıp sergilenmiş herhangi bir nesne, sanat yapıtı sayılabilir. Çünkü onu sanat yapıtı kılan şey, sanat dünyasının, eşdeyişle, sonuç olarak kültürün bir uzlaşımıdır. Bu da sadece deha sahiplerinin değil, herkesin sanatçı olabileceği anlamına gelir. 5) “Aura”nın Benjaminyan yitimine bağlı olarak, aslolan, biriciklik değil, bilakis “pastiş” ve “parodi”dir, “eklektizm”dir. Bu çerçevede “kitsch”e de özel bir önem ve değer atfedilir. 6) Buraya kadar saydıklarımız, pratikte, sanatı felsefeyle, düşünümle özdeşleştirir. 7) Duyusal nitelikleri önemsenmeyen, hakikatlilik imkanı ellerinden alınmış sanat yapıtlarının “eleştiri”sinden bahsetmek de elbette abesle iştigaldir. Esasen estetik yargıda bulunan öznenin varlığı da sanatçı öznenin varlığı gibi imkansızdır. Gerek “temsil”in gerekse “özne”nin sorunluluğu eleştiri yetkisini iptal eder. Buna karşın, yapıtlar için yorumsama yolu her zaman ve sınırsızca açıktır.

Eh, bunlar yenir yutulur lokmalar değil. Zaten şayet “lokma” değil de “dolma” iseler o zaman yutmamamız icap eder ki ben de kendi adıma bu dolmaları yutmuyorum. Tadını beğenmediğim için değil, zehirli olduğunu düşündüğüm için. Postmodernizm, sadece sanatı değil, bütün bir tarihi yanlış buluyor. “Hasta”yı kabilenin kerameti kendinden menkul büyücü-doktoru gibi ele alıyor ve onun vücudunun her köşesinde, kötücül bir ruhun, çarpık bir aklın onulmaz izini buluyor. Tevekkeli değil, pek muhterem postmodernist Fransız düşünürleri bana birer “exorcist”i, şeytan çıkarıcıyı çağrıştırıyorlar! Her neyse, bu eğretileme şimdilik bir kenarda dursun, biz tezlere dönelim. Haşim’e nazire yaparak söylersem, “Bir Pisuvar’a bakıp da Hegelyan ‘mutlak tin’e ulaştığını zanneden nesle aşina değiliz”. O yüzden çok sayıda itirazım var. Bir kere, öldüğü söylenen “bildiğimiz sanat”ı ne kadar bildiğimizi bir yoklayalım. Bakalım, sanatın disipliner ayrışmasının nedenleri neymiş. Sanatın varlık gerekçesi, modalitesi, epistemelojik temelleri neymiş, bunları Kant’a ve Lacan’a uğrayarak, ama öncelikle sanat yapıtlarını göz önünde bulundurarak anlamaya çalışalım. Aslında orayı, yani sanatın praksis içindeki yerini biraz anlarsak pek bir sorun kalmayacak, yine orada durmayalım, meşhur Pisuvar’a geçerek Büyük Savaş koşullarında şekillenmiş, kısa sürmüş bir Dada’yı bu kadar uzatmanın, genişletmenin haklılığını sorgulayalım. Pisuvar’ı Hegelyan mutlak tinle bu kadar ucuza nasıl kısa devre edebiliyoruz, yetkililerden bunun izahını isteyelim. Nihayet, sanat ve sanatçı özerkliğini sakatlayan günümüz sanat pratiklerinin bizzat postmodernist söylemle olan çelişkilerini irdeleyelim.

“Merhum”u (Sanatı) Nasıl Bilirsiniz?

“Bildiğimiz” sanatın hala daha “bilmediğimiz” yönleri olabilir mi acaba? Her şeyden önce, sanat başlı başına bir kulvar, bir disiplindir ve adanmışlığı gerektirir. Neden öyledir, anlamaya çalışalım. Farklı disiplinler halindeki ayrışma, bir tür körlük olmaktan çok önce, araştırmayı derinleştirme gereğinden kaynaklanmıştır. Bir düşünelim, mitoloji diye bir şeyler vardı. Mitolojiden daha disiplinlerarası bir ürünü, daha fenomenolojik bir yapıtı düşünebilir miyiz? Fakat doğası gereği “parçalı” olan bilgiye çeşitli yönlerden yaklaşabilmek için mitolojinin bilim, felsefe, sanat diye ayrışması gerekmiştir. Daha sonra bu temel ayrışma, iyiden iyiye derinleşmek üzere, kendi içinde daha da dallanıp budaklanmıştır. Açık ki tarihin böylesi bir ayrışmaya tanıklık etmesi, “sözmerkezci” bir yanılgıdan, “araçsal akıl”dan falan değil, doğrudan doğruya bilginin insan için taşıdığı zaruriyetten ileri gelmiştir. Yani insanlar hayatta kalmanın zorunlu koşulu olan bilgiye ulaşmanın tek yolu olarak bu ayrışmayı yaşamak zorundaydılar, bu durum halen de değişmiş değil. Çünkü ancak bir mitten ibaret olabilecek olan, mutlak, tümel, bütünlüklü bilgi mümkün değildir, yalnızca göreceli, tikel, parçalı bilgi mümkündür. Bilgi meselesi, postmodernist kimi düşünürler sağ olsun, salt bir iktidar meselesi olarak düşünülüyor artık. Peki, bilgi acaba ne sayesinde bugün böyle sanki vazgeçilebilecek, giderek vazgeçilmesi gereken bir şey olarak düşünülebiliyor? Söyleyelim: Tam da ödenmiş büyük bedeller pahasına kazanılmış, kıymetli, zahmetli bilginin sağladığı “konfor” sayesinde. Evet, öyle, çünkü bilgiden mahrum olmanın ne demek olduğunu, doğadaki, mağaradaki insanın korkularını bugün hayalimizde dahi canlandıramayız. Doğa güçlerinin tehdidi altında, her an ölüm-kalım savaşımı vermenin ne demek olduğunu bilgi sayesinde bugün unuttuk. Diğer bir deyişle, bilgi, insanı insan yapan şey olmuştur ve siz Dünya’yı bir kuyrukluyıldız ona çarpmadan önce kurtaran kahramanın filmini bir sinema salonunda patlamış mısırlarınızı atıştırırken ancak bilginin sağladığı konfor ve güvence sayesinde izleyebilirsiniz.

Biz bilgiye ulaşmak üzere onu parçalarız, ama işin güzel tarafı şudur ki elimizdeki parçaların hiçbiri tek başına bizi ikna etmez. Çünkü mutlak bilginin olmadığını ve mümkün olanı gerçekleştirmek üzere, onu daha baştan parçalamış olduğumuz alttan alta biliriz. Disiplinlerarası çalışmayı olanaklı kılan da aslında bu parçalılık bilincinden başka bir şey değil. Disiplinlerarası çalışma, tek tek ağaçlardansa bütün bir ormanı görebilmenizi sağlayabilir; o da göz ucuyla. Fakat bilgi perspektifinden bakıldığında, disiplinlerarası çalışmanın her zaman mitolojiye, bir anlamda tam da postmodernistlerin üst-anlatı dediği şeyin dik alasına düşme tehlikesi vardır.

Sanatı, öncelikle bilginin parçalılığına bağlı disipliner ayrışma bağlamında, yani kendine özgü epistemelojisi içinde düşünmeli. Sanattan bahsedince bir yandan da, ister istemez, insanın karmaşık varoluşsal boyutuna, ontolojiye denk düşen bir epistemelojik ayrışmadan söz etmiş oluyoruz. Bilim vardır, fakat bilimin formül ve denklemleri bize yetmez. Felsefe vardır, fakat felsefenin kavramları bize yetmez. Tüm disiplinler tek başına yetersizdir ve bizi bir başlarına ikna etmekten uzaktırlar. Yine de onların her birine birer disiplin halinde, ayrı ayrı ihtiyaç duyarız. Sanatın, Lacan’ın sözünü ettiği “simgesel” ile “gerçek” arasındaki kapanmaz boşlukta, olmazsa olmaz bir işlevi vardır. Varlık nedeni, daha doğrusu çıkış noktası da o boşluktur. İnsan, bu boşluğu, Goethe’nin deyişiyle “insanın doğa karşısındaki yuvası olan kültür”e, dile doğru çekmeye çalışır. Sanatın imgesi, insanın bu dile çekme çabasında olanca gayretine karşın anlamlandırmakta zorlandığı, simgeselleştiremediği şeylerin bir ifadesi, bir tür bilgisi olarak karşımıza çıkar. “Gerçek” simgeselleştirilememiş, fakat bu çabanın sonucunda yine de boşlukta bir imge yaratılarak bu imge kültüre sanat yapıtı olarak geri kazanılmıştır. Praksis içinde zorunlu olarak ya da bilinçsizce yapıp ettiklerinin kendisine geri dönmesi anlamında, insanın ve toplumların ne kadar çok anlamlandırma kriziyle karşı karşıya kaldıklarını düşünelim. İşte sanat yapıtları, bir bakıma bu krizlerden türerler. Biz, anlama yetimize ve edindiğimiz tüm kültürel mirasa rağmen, başımıza gelen veya dışımızda olmakta olan her şeyi anında anlamlandırabiliyor değiliz. Kapitalizmi alalım, işte başımıza yüzyıllarca önce gelmiş bir “hal”, fakat hala daha biz onu idrak etmeye çalışıyoruz, öyle değil mi? Hal böyleyken, bir de anlamaya çalıştığımız bir iç gerçekliğimiz, arzularımız, benliğimiz var, bu iç gerçekliğin dışarda olan bitenle karşılaşmasından kaynaklanan sarsıntılar var. İnsan bütün bunlarla kültür ve uygarlık içinde kalmaya devam ederek nasıl baş edecek?

İşte bizim bildiğimiz, fakat şimdi öldüğü söylenen sanat bu işi yapıyordu. Örneğin Don Kişot’u düşünelim. Cervantes’in kitabını basitçe kaçık bir şövalye heveslisinin hikayeleri diye okuyabilirsiniz; fakat o, aynı zamanda, aristokrasinin çözüldüğü, burjuvazinin ise tarih sahnesinde henüz onun yerini almadığı bir zamanın ruhuna, o zamanın anlamlandırma krizine denk düşen bir figür, bir sanat imgesidir. Aynı anlamlandırma krizinin daha sonra Descartes ile felsefeye taşındığını söyleyenler de çıkmıştır. Şunu anlamamız önemli: Sadece felsefenin kavramları yetmiyor, Don Kişot’un bir sanat imgesi olarak var edilmesine ihtiyacımız var. Aynı şekilde Shakespeare’e de ihtiyacımız vardı, Boccaccio’ya da, Dante’ye de, Milton’a da. Rönesans, empresyonizm, kübizm vb. tüm dönemlerin, sanat akımlarının maddi tarihsel gelişmeler içinde, praksiste, anlamlandırma çabası açısından belirli bir tekabüliyeti vardır. Endüstriyel devrim olmaksızın, Newton’suz bir empresyonizmi düşünebilmemiz mümkün değil, örneğin. Postmodernistlerin bir üst-anlatı saydıkları bütün bu öykü, bizzat gerçekliğin insan bilincindeki tekabüliyeti, yansıları ve imgelerinden oluşur. Eşdeyişle, sanıldığı gibi, sanatın öyküsü kendi içinde kapalı, formların öyküsünden ibaret bir öykü değildir. Tamamen mantıksal çıkarımlara dayanan matematiğin dahi o denli kapalı ve formel olduğu söylenemezken bu kopukluğun sanata atfedilmesi gülünçtür. Form, sanatın dili olduğu için, sanat, kaçınılmaz olarak formun dili ile konuşur.

Ne yaparsak yapalım, sona erdiremeyeceğimiz anlamlandırma krizlerimiz karşısında sanata ihtiyaç duyacağız. İyi ki de öyle, aksi takdirde çok yoksul sayılırdık doğrusu.

Kant’ın kavramsızlık, pratik yararsızlık vurgularına daha sonra geleceğim. Bu eşsiz vurguların estetikte ne denli önemli olduğu, yukardaki açıklamalarımdan sonra daha iyi anlaşılacaktır diye umuyorum. Peki, sanatın kavramsızlığı konusunda neden bunca ısrar ediyorum? Nedeni basit: Sanatta kavramın yetmediği yerde, kavramın aydınlatamadığı itkilerle, kavramsallaştırılamayan duyusal yapıtlar yarattığımız için. Yoksa bir yanda felsefe dururken taş yontmakla, bir çerçevenin içini özene bezene doldurmakla, boyalarla neden onca uğraştık ki? Sesimize ses katsın diye kirişler arasına teller gerdik, üstüne delikler açtığımız bir kemiğin içine hava üfledik, neden? Yazdığımız onca şiir, roman ve öyküde, pratik iletişim dilinde nedense hayat bulamayan, felsefede de, bilimde de olmayan hangi kıymeti, hangi olanağı gördük de edebiyata bu kadar itibar ettik? Bütün bu insani ihtiyaçları ve onların doğurduğu onbinlerce yıllık bir tarihi, salt ekonomik taleplerle ya da kültürel belirlenimlerle izah etmek mümkün müdür?

Maleviç’in Süprematizmi, sanatın, sanat kalmayı sorunlu da olsa sürdürerek kavramın sınırına dayandığı noktayı imlemek adına, iyi bir örnektir. Maleviç, Süprematizminde, resimsel formu terk etmemiş, fakat onu dile doğru çekmiştir. Orada vahalar, denizler, dağlar bulmayı umuyordu; oysa kendi içinde bir yandan kübizm, diğer yandan ekspresyonizmle boğuşurken savrulduğu o çorak ülkede büyük bir uçurumdan başka bir şeyle karşılaşmadı Maleviç. O uçurum, dildi; bu yüzden Maleviç, Rus Formalistleri arasındaki kimi dostlarından yardım istedi, fakat onun haline tercüman olabilen ya da olmak isteyen biri çıkmadı. 60’lı yılların dile dayalı kavramsal sanatı, Maleviç’in 1910’ların başında ucundan döndüğü uçuruma gözü kapalı atlamıştır. Dibinde olsa olsa sadece edebiyatın ya da felsefenin incilerinin bulunduğu o uçurumdan kimse elinde sanatın incisiyle çıkamaz. Sanatın felsefeye indirgenmesi, salt kavramlarla konuşması diye bir şey, simgeselle gerçek arasındaki boşluk hiçbir zaman kapanmayacağı, o boşluktan da ancak forma tutunabilen sanat imgeleri türeyip duracağı için hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Ne yaparsak yapalım, sona erdiremeyeceğimiz anlamlandırma krizlerimiz karşısında sanata ihtiyaç duyacağız. İyi ki de öyle, aksi takdirde çok yoksul sayılırdık doğrusu. Sanatın nereden, hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını anlamış olan bir kimse, “bildiğiniz sanatın ölümü” gibi bir safsataya metelik vermez. Bu ölüm ilanıyla kast edilen şey, bazen salt şekilsel bir değişiklik gibi de sunuluyor, halbuki “Sanat artık felsefe oldu, kuram oldu, kavramlarla işliyor, bir metin olarak okunuyor” dediğiniz anda tam da sanatın özüne dair bir şeyler, üstelik hiç olmayacak bir şey söylüyorsunuz demektir. Tabii bu yanlışın arkası, ona bağlı başka bir sürü yanlışla çorap söküğü gibi geliyor. Bunlardan biri de felsefi, politik, etik mesajlarla, içerikle uğraşmak varken formla uğraşmayı seçkinci bir tavır zannetmektir. Tek kelimeyle, gülünür buna. Formun, simgeselle gerçek arasındaki boşlukta duran imgenin simgesele tutunan, ona dönük yüzü olduğunu bildiğimize göre, sanatçı tam da bununla uğraşmayacak, bir katedral, bir senfoni inşa etmeyecek de başka ne yapacak? İlerde mesela bir Picasso, bir Joyce, bir Beethoven çıkacak, ama onun çıkıp bir form inşa etmesi, dahası yeni bir form önermesi mümkün olmayacak, öyle mi?

Gerçek şu ki benim bildiğim “sanatçı”nın, “bildiğiniz sanat öldü” dendiğinde sanatta gerçekleştiği ima edilen değişikliklerle uzaktan yakından bir alakası yok. Bunlar sanatçıyı bağlayan şeyler değil. Sanatçı, kulvarını, referanslarını, ustalarını bilir, sadece onlarla helalleşir, onlarla hesaplaşır. Bu “dar kapı”dan geçerken kurallarını da hedeflerini de kendisi koyar, bir takım dönüşümler gerçekleşecekse de bunları o gerçekleştirir. Edimi özerklikle doğrudan ilintili olan sanatçının sağa sola cv gönderdiğini, sosyologlarca ortaya konmuş bir kavram/söylem oyununa dahil olabilmek adına onca uğraşıp didindiğini düşünebiliyor musunuz? Bildiğimiz sanat ölmediyse bile bu yeni sanatçının bizim bildiğimiz sanatçı olmadığı kesin. Van Gogh’lar, Baudelaire’ler, Rimbaud’lar gibi referansları varken böylesi bir angajman sanatçıya yakışmaz doğrusu. Bu tür bir kolaycılığı sanat da hazmedeyip bir süre sonra kusacaktır, hiç merak etmeyin. Hak etmediği halde zengin olmak, hazıra konmak belki mümkündür, ama hak etmediği halde yüzyıllar sonra sanatçı olarak hatırlanan tek bir kişi bile yoktur. Dehaya özgü olan, ayrıca çok sağlam bir irade gerektiren bu kulvar acımasızdır. Herkesin teoride sanatçı olabileceğini söyleyenlerin, pratikte herkesi sanatçı olarak, aynı seviyede anımsayabilecek bir belleği yoktur ve bu bakımdan açıkça insanlara yalan söylenmektedir. Herkesin sanatçı olması konusunda söylenebilecek şey çok yalındır: Evet, herkes daha yaratıcı olsun, tinselliği çoğaltalım, insanlara imkan tanınsın, onlar da özgünlüklerini fark edebilsinler ve bunu ifade edebilsinler. Bunların hepsine katılınır, bu güzel şeylerin tümünü de bütün insanlar adına talep edilir. Ne ki yaratmak, sanatçı olmanın gereği ise de, yeter şartı değildir. Öyle olsaydı, bugün adını bile bilmediğimiz, sanat yoluna adanmış sayısız ömrü anımsıyor olurduk. Niçin öyle olmuyor acaba? Diyelim ki ben herkesin sanatçı olmasını, sanatçı olarak anılmasını sahiden arzuluyorum, fakat bu bir türlü gerçekleşmiyor, birileri her nasılsa diğerlerinden daha etkili, daha kalıcı oluyor, acaba neden? Belki de önce olacak bir şeyleri istemeyi, olacak duaya amenna demeyi öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi ben tutup suyla zeytinyağını birbirine karıştırdığımda, diyelim ki zeytinyağı değil de su üste çıksın istersem bunu istediğimle kalırım, öyle değil mi? Üstelik madalyonun öteki yüzünde sevimsiz bir gerçek daha vardır. Diyelim ki en “politik doğru”, en “ahlaki doğru”, mükemmel toplumsal düzeni kurduk yeryüzünde; bazılarının hayal ettiği gibi, bütün meselelerin sona erdiği anlamına mı gelecek bu? Ben öyle olacağına inanmıyorum. Hegel’in de dediği gibi, “mutlak çelişkisizlik, ölümdür” diye düşünüyorum.

Kant, Hegel, Pisuvar

Duchamp’ın Pisuvar’ı, “bildiğiniz sanat öldü” sakızını çiğneyenlerin asıl çıkış noktası, günahsız Mesih-sanatın miladıdır. Sanat kuramcısı Arthur C. Danto, Warhol’un Brillo kutularını işaret ediyor, bazıları da kavramsal sanatın çıkışını başlangıç olarak alıyorlar, ama neticede sanatın felsefileşme sürecinin Pisuvar’la başladığını bu tarikatın hemen tüm mensupları kabul ediyor. Peki, neydi Pisuvar? Alelade bir nesne, sanat terminolojisiyle söyleyecek olursak, bir ready-made, bir buluntu nesne. Dadaist ressam Hans Richter, Pop Art’ı “yeni dada” olarak değerlendirdiği biyografisinde, arkadaşı Duchamp’ın, çeşitli dönemlerde sergilediği buluntu nesnelere daha ziyade birer jest, birer protesto gözüyle baktığını, bu işin abartılmasını doğru bulmadığı için de buluntu nesnelerini bilinçli olarak sayıca sınırlı tuttuğunu yazıyor. Fakat ne hikmetse, kuramcılar, Duchamp’ın ne yaptığını kendisinden daha iyi biliyorlar. Efendim, Pisuvar ne yapmış? Pisuvarın yaptıkları yere göğe sığdırılamıyor. Bize sanatın aslında felsefe olduğunu göstermiş, Kant estetiğini yerle bir ederek Hegel estetiğini başlatmış, sanat yapma olanaklarımızı sonsuz genişletmiş, sanat algısını temelden sarsmış vs vs. Bak sen şu Pisuvar’a! Aşk olsun! Bir kullanım nesnesi olarak pisuvarı tenzih ederim tabii, onun zerre kadar kabahati yok, ama anlaşılan o ki Pisuvar, bugünkü gençlerin deyimiyle birilerinde “acayip kafa” yapmış ve onların kanalizasyonla sanatı birbirine karıştırmalarına neden olmuş. Duchamp’ın kendi ready-made’lerine ilişkin düşünceleri bir yana, Dada’nın, I. Dünya Savaşı’nın yarattığı büyük hayal kırıklığından doğmuş bir protesto akımı olduğunu unutmamak gerekir. Dada, kimi sanatçıların, Büyük Savaş koşullarına, burjuvazinin o denli çürümesine aslında sanat yapmayı reddederek, sanatı hiçseyerek verdikleri dönemsel bir tepkidir. Uzun sürmemiştir ve orijinal akımın içinde yer alan dadaistlerin hiçbiri de yıllar yılı dadaist kalmamıştır. Büyük Savaşa denk düşmesi bakımından son derecede özgül bir dönemin böylesi uç anlayışı, ancak sanat dışı gayelerle ve sanatın dışındaki birileri tarafından zamansal olarak genişletilebilir, genelgeçer kılınabilirdi ki öyle de oldu.

Öte yandan, “yeni” sanat, eğer bir buluntu nesne ile başlamışsa ölü doğmuş demektir. Çünkü bildiğimiz sanat da esasen toprak altından çıkıp da bir sanat yapıtı mı yoksa buluntu nesne mi olduğuna karar veremediğimiz bir takım tarihöncesi yontularla başlatılır. Bu anlamda sanatçının varlığından ancak Antikiteye doğru, bir yapıtın var edilme amacını bilebildiğimiz zaman emin olabiliyoruz. Bu amaç da Kant’ın ereksiz ereksellik dediği, pratik yararsızlık prensibinden başka bir şey değil. Yine Kant’a göre, estetik yaşantı, anlama yetisinin yapıtın duyusal formu aracılığıyla uyarılmak suretiyle oynadığı kavramsız, serbest bir oyundur. Estetik yargı, öznel, fakat çıkarsızlık ilkesinin işin içinde olması bakımından, aynı zamanda zorunlu olarak evrenseldir. Kant, sanatın “güzel”ini doğanın matematik veya dinamik “yüce”sinden ayırır, estetiği doğal zorunluluk alanının da, toplumsal istekler alanının da dışında değerlendirir. Sanat yapıtını kavramsız saydığı için, Kant’a göre, estetik yargı sürecinde insanın “düşünücü yargıgücü” devreye girer. Bu yargıgücünün ise ne doğa gibi anlama yetisi aracılığıyla çıkarsanabilen yasaları ne de toplumsal alanda olduğu gibi, akılsal amaçları vardır. Ereksiz ereksellik, kavramsızlık, pratik yararsızlık, form, deha… Bu vurgularıyla Kant, şüphesiz “bildiğimiz sanat”ın estetiğini felsefi olarak en sistemli bir biçimde temellendirmiş filozoftur. Elbette ki bu vurgularla taban tabana zıt düşen “yeni” sanatın kendine başka bir temel araması gerekiyordu ve Danto’ya bakılacak olursa, o noktada da imdada Hegel yetişti. Burada Hegel’e de haksızlık edildiğini düşünmüyor değilim, ama Hegel’den destek olarak alınan fikir nedir, ona bakalım. Hegel’in estetiği, önemli ölçüde, Hegel fenomenolojisinin estetiğe uyarlanışıdır. Kant’ın tarihsiz, yapısal çözümlemesi Hegel’de yerini yine Tinin Görüngübilimi’nde olduğu gibi, tarihsel, antropolojik bir yaklaşıma bırakır. Hegel, tinin uğrakları bakımından çeşitli dönemlere ayırarak ele aldığı sanat tarihinin ereğini, tinin nihai ereğinden ayrı tutmaz. Mutlak tinin ifade imkanı açısından sanat yapıtı kekemedir, Hegel’e göre; sanat, tinin özbilincine varma serüveninde, gereksizleşeceği için zamanla terk edilecek, fakat yine de önemli bir uğraktır. Terk edilecektir, çünkü özbilincine varmış tin, mutlak bilgi aşaması demektir ki bu aşamada da tinin sanatın imgesine artık ihtiyaç yoktur. Bu bağlamda Hegel, felsefeyle aynı malzemeyi, yani dili kullanan edebiyata diğer sanatlara göre daha fazla prim verir görünür. Edebiyatın hakikatlilik olanağı bakımından, benzer bir yaklaşımı Heidegger’de de bulmak mümkündür. Fakat diyalektiğini Hegel’den alan Marx’ta mesela böyle bir ayrımı da “sanatın ölümü” gibi bir bahsi de bulamayız.

O halde Kant estetiğini dışlayan, Pisuvar sonrası, sözde “Hegelyan” sanatın önermesi, tinin özbilincine ulaşma serüveninde “mutlak tin” aşamasına artık ulaşılmış olduğu için sanata gerek kalmadığı mı? Şimdi bunu böyle söylerseniz size kimse katılmaz, öte yandan sanat yine de bir biçimde ölmüş ve doğru rotasına, yani felsefe yörüngesine yerleşmiştir. Ne güzel. Peki, bir an için bu saptamayı doğru kabul edip soralım öyleyse: Bildiğimiz sanat neden bu kadar uzun süre yaşadı da bu yakınlarda öldü? Efendim, takdir-i ilahi… İşte Dünya savaşları, Atom Bombası, Auschwitz falan derken sanat Dünya’da olup bitenler karşısında ne kadar aciz, ne kadar yapay olduğunu görüp sahteliğinden utandı, insanlığın bu büyük savaşımına katılmak üzere formdan, kavramsızlıktan sıyrıldı, dile geldi, çatır çatır konuşmaya başladı. Mı? Bu mu? Sanat öteden beri Hegelyan “yanlış bilinç”in bir görünümü olarak şimdi öldüyse Hegel’e göre aynı yanlış ve mutsuz bilincin örneği olan dinler, varlıklarını nasıl sürdürebiliyorlar o halde? Efendim, sanat, mevzuya dinlerden önce uyanmıştır. Peki, mevzuya henüz uyanmamış olan sanat, mesela Picasso’nun kübist bir resmi, ne yaptığını zannediyordu sizce? Efendim, sanat adı altında fetiş üretiyor, mutsuz bilinci tekrar ediyordu. Demek oluyor ki Cézanne’a cevap vermek gibi bir ihtiyaçtan, bir araştırmadan kaynaklanmamıştı? Hayır efendim, o okuduklarınızın hepsi birer üst-anlatı, ideolojik hikayeler. Biz size işin gerçeğini söylüyoruz. Kaldı ki Picasso o amaçla üretmiş olsa bile bunun bir kıymeti yok; sonuçta burjuvalara satacak bir mal yapıyordu. İyi de bütün bu söyledikleriniz bana onca tukaka ettiğiniz Sovyetler’deki “toplumcu gerçekçilik” uygulamasını anımsatıyor, buna ne dersiniz? Efendim, arada önemli bir fark var. Onlar totaliter iktidarı halka dayatmak için yapıyorlardı, biz ise demokrasiyi yaymak için yapıyoruz. Eh, onlara da soracak olsanız halkın iyiliği için yapılıyordu bu ama? Efendim, Gulag gibi sonuçlarından da anlaşıldığı üzere, onlar yanlış yapıyorlardı. Siz doğrusunu yapıyorsunuz, çünkü onlar gerçekten aydınlanmamıştı, sizse aydınlandınız, öyle mi? Evet efendim. Bu aydınlanmanın sonuçları ne peki, dişe dokunur bir gelişme var mı? Efendim, biz her şeyi tevazuyla ele alır, “mikro” düşünür, mikro değişimlere inanırız. O halde neden mikro etkinlikler düzenlemiyorsunuz da bienaller gibi, büyük kentlerde, işin içine büyük sermayenin de katıldığı büyük organizasyonlar içindesiniz? O organizasyonlarla mahalleye kadar iniyoruz efendim. Bienal gezenlerin sınıfsal konumuna bakalım o zaman? Efendim, sıra oraya da gelecek, çünkü biz bir büyük değişimin alçakgönüllü mimarlarıyız. Anlaşıldı ve ben size ne anladığımı söyleyeyim, öyle bir değişim gerçekleşecekse de bunu o zaman kapitalizmin kendisi gönüllü olarak yapmış olacak, siz değil. Eh, artık nasıl düşünürseniz efendim, biz yaptığımız hayırlı işlere bakıyoruz.

Hayırlı “İş”ler

Yapılan “hayırlı” işlere biraz daha yakından bakalım. Piramidin üst kısmında bir takım fonlar, vakıflar, sponsor özel kuruluşlar var (“şirket” demeyin sakın, “kuruluş” diyeceksiniz). Bunların akıttığı paralarla büyük etkinlikler düzenleniyor, bu arada çeşitli kent mekanlarının reklamı da güzelce yapılabiliyor. Önce bir üst kurul oturup cv’si güzel bir orkestra şefi, bir küratör bulacak. Küratörün sanattan ne kadar anladığı o kadar da önemli değil, ama mutlaka bir sosyal formasyonu olacak, bir de inanmış biri, yani tarikatten biri olacak. Sunuş için bir slogana, kavramsal başlığa ihtiyaç var; onu da sevgili küratörümüz bir düşünürün, yazarın ya da şairin bir kitabını açıp kolayca bulabiliyor. Her şey olabilir, ama öncelikli şart, kavramsal başlığın “politik doğru” bir şey olması. Sonra yine cv’ler gelip gidiyor, bu kez küratörün önüne, seçmesi için sanatçı cv’leri konuyor. Eh, küratör de ne yapacak, önce kendi portföyünü bir yokluyor elbette. İşte böyle böyle, mekanların seçimi, mekanlara yerleştirilecek işlerin seçimi falan derken sonuçta keyifli ve de hayırlı işler kotarılıyor. Etkinliğin özel konuklar için özel bir açılışı oluyor. Bu açılışa sadece sergileri kalabalıkta gezmelerine kıyamadığımız, çok nezih insanlar, patronlar, VIPler, CEOlar, üst düzey politikacı ve bürokratlar, medya mensupları alınıyor. Aynen memleket için hayırlı herhangi bir tesisin açılışında olduğu gibi. Fakat televizyondan iyi bildiğimiz bu açılış karelerine karşın, çok sert politik mesajlar veren “iş”ler de yer alabiliyor etkinlikte (“yapıt” demeyin sakın, “iş” diyeceksiniz). İşte işin sırrı da, hayrı da orada zaten.

Çizdiğimiz tüm bu ironik tabloya rağmen, işin muhtemel hayırlı taraflarını da yadsımıyoruz, diyelim ki. Demokrasi iyi bir şeydir, konuşulsun, gelsin; haklar, özgürlükler olmalıdır, bunlar anımsatılsın, talep edilsin. İyi güzel de bütün bu hayırlı işleri sanatla bir tutmanın manası nedir? Kavramsal bir başlığın altına yerleştirilmiş bu metinsel işleri neden birer sosyal proje, bir tür kreatif workshop etkinliği değil de ille de ve öncelikle sanat diye değerlendirelim ki? Yaratıcılık içeren her etkinlik bir sanat etkinliği sayılacaksa pirincin taşını ayıklamak zor. Aslında “sanat etkinliği” demekle, yani sanatın yanında “etkinlik” sözcüğüne vurgu yapmakla “niyet” daha baştan apaçık belli ediliyor. Sanatın öyküsü, “etkinlikler”le değil, esasen “yapıt”larla, “eser”lerle sürer. Sanat yapıtının sunumu veya değerlendirilmesi meselesi, ancak yapıtı yaratan eylemden sonra gelebilir ki bunlar da yapıtın yaratılmış olmasının yanında ikincil konulardır. Bu yüzden, öncelikteki bu bilinçli kay(dır)mayı anlamlı buluyorum ve bu etkinlikler bana, birer “sanat etkinliği”nden çok, her sektöre yayılmış “etkinlik sanatı”nın birer ürünü gibi geliyor. Ayrıca, sanat her an, her yerde, her şeyde ise bu tür özel etkinliklerin, işi bu çapta mekansallaştırmanın anlamı nedir? İnsanlara “Hepiniz sanatçısınız, yeter ki bakın, düşünün, olan biteni doğru okumayı öğrenin” diye bir kez söyleyelim, sonra da herkes evlerine dağılsın, bu iş de burada kapansın gitsin, olmaz mı? Sanatçıyı sanatçı ile buluşturmak için bunca zahmete ve masrafa girmeye gerek yok doğrusu. Herkesin yaratıcılığının, özgün bakışının özendirilmesi, geliştirilmesi, sergilenmesi hakkındaki düşüncelerimden yukarıda bahsetmiştim, o nedenle oralara tekrar girmeyeceğim. Fakat tam olarak öyle olmayan veya o kadarla da kalmayan bu etkinlikler elbette sanatla bir tutulacak şeyler değil ve business-politics-academics dünyasının oluşturduğu bu ligin sanat üzerinde bu denli hegemonya kurmuş olması, sanatın, sanatçının hava, su, ekmek kadar ihtiyaç duyduğu özerklik adına, kaygı verici bir durumdur. Artık adam akıllı anladık ki kültür endüstrisinin sanata bu biçimde çomak sokuşu veya parazit yapışı hiç değilse bir süre daha devam edecek. Fakat bizim bildiğimiz kadarıyla, sanat, bu karanlıkta el yordamıyla da olsa kendi mecrasında ilerlemeyi sürdürecektir.

Manyerizm ve Postmodernizm

Modernizmi “post”lamış olan postmodernizmin kendisi daha fazla “post”lanamayacak bir son dönem mi acaba? Öyle değilse bile estirdiği rüzgarın kulağımıza fısıldadığı ninni öyle söylüyor: “Operasyon tamam, artık huzur içinde uyuyabilirsin yavrucuğum”. Bay Danto, Hegelyan mutlak tine ulaştığımızı söylemek istiyorsa Hegel’in bizzat Napolyon’la düştüğü yanılgıyı bu kez muhtemelen Duchamp veya Warhol ile tekrarlıyor olabilir. Her tarihsel çağdan ayrı ayrı yükselmiş kıyamet çağrılarına karşın her bir dönemin gelip geçtiğini, yeni bir dönemin kapısı aralanır aralanmaz, apokaliptik fantezileriyle birlikte kapanıp gittiğini biliyoruz. Tarihsel dönemler, farklı düşünüş, duyuş, üretiş biçimleriyle birbirlerinden ayrılır ve kendilerine özgü bir “zeitgeist” (zamanın ruhu) ile karakterize olurlar. Postmodernizmin “zeitgeist”ı da tek kelimeyle işte bu sonrasızlık, bu kendisiyle birlikte her şeyin “the end” noktasına ulaşmış olduğunu sanma sendromu. Halbuki insanlık bunu hiçbir zaman bilememiş ve bu yanılgıya düşmek, bazen acı, bazen gülünç sonuçlar doğurmuştur. Sanat tarihiyle yakından ilgilenenler, postmodern sanat anlayışının gerçekte çok da yeni bir şey olmadığını fark etmiş olabilirler. Tarihteki belli başlı dönemler arasında, karakteri görece o kadar net ya da güçlü olmayan, bazı ara dönemler önceden de yaşanmıştır. Postmodernizm, bu ara dönemler arasında, mesela en çok Manyerizmi çağrıştırıyor bana. Manyerizm, İtalyan Yüksek Rönesansı ile Barok arasında, aşağı yukarı 60 yıl kadar, Alplerin kuzeyindeyse biraz daha uzun sürmüş bir dönemsel sanat anlayışı. Bir geçiş ve anlamlandırma periyodu olarak Manyerizm, öykünün bütününde ve büyük resmin içinde, bir Rönesans ya da Barok kadar yer işgal etmez. Şimdi postmodernizm diye tabir ettiğimiz dönemin de Manyerizm gibi bir ara dönem olmadığını nereden bilelim? İşte Manyerizm de bir şeylere (Rönesans’a) tepki olarak doğdu, yerleşik idealleri reddetti, perspektifi bozdu, stilizasyonu öne çıkardı, entelektüalize oldu, fakat etkileyici bir karakter yaratamadığı için sonuç olarak Rönesans’ın da Barok’un da gölgesinde kaldı. İçinden postmodernizmi de çıkartacak kadar bereketli bir modernizmin dahi öldüğü söylenebilirken, Aydınlanma kabusundan bu kez sözüm ona tamamen ve gerçekten aydınlanmış bir uyanışın sözcüsü olan postmodernizmin de bir gün sona ereceğini neden düşünmeyelim?

Postmodernism : The Possessed Exorcist

(İçine İblis Kaçmış Şeytan Çıkarıcı: Postmodernizm)

Benim öngörüm, mevcut karışıklık bir süre daha, hatta uzunca bir süre daha sürecek olsa da sonuçta postmodernizmin sanatla bir alakası olmayan, sanata düşman “sanat”ından geleceğe bir fiyaskodan başka bir şey kalmayacağıdır. Fiyasko derken modernizmin başyapıtlarıyla yan yana durabilecek bir yapıt yaratılamamasını kast etmiyorum elbette. Postmodernizmin öyle bir derdi zaten yok; ama sanatın bir dönem bu kadar çarpıtılmasını, manipule edilmesini, hafifsenmesini ve aşağılanmasını geleceğin sanatçıları “mutsuz bilinç” hatrına da olsa anlayışla karşılamayacaktır. Onlar bu dolmayı yutmadıkları gibi, yaşadığımız günleri yorgunluk, yılgınlık ve çaresizliğin insanlığı nerelere sürükleyebileceğine dair, ibret alınacak bir hikaye olarak okuyacaklar. Yine de canımızın ne kadar sıkılmış olduğunu, elimizin kolumuzun nasıl da bağlanmış olduğunu, ne tür bir zamanın ruhuyla boğuştuğumuzu tahayyül edebilecekler mi, ondan emin değilim.

Sahte iyimserliği ve insanların gözlerinin içine baka baka söylediği yalanlarla, yaşadığımız dönem o kadar cansız, verimsiz, yapmacıklı bir dönemdir ki “global”leşen bir dünyada entelekti “mikro” alanlara hapsolmak zorunda kalmıştır. Maddi tarih olanca gerçekliğiyle sürüp giderken “politik doğruluk” diye uyduruk bir nominalizmle, incelikten tuttuğun yerinden kopuveren, yapma bir etik söylemle, bir sürü zavallı laf kalabalığıyla oyalanmıştır. Bir rahip edasındadır; fakat eğer “şeytan çıkarıcı” eğretilemesine dönecek olursak, bu rahip, bir tarihsel soruşturma halinde başlattığı projesini zamanla tam bir engizisyona dönüştürürken, herhalde sorgu esnasında tarihin içinden çıkartıp kovmaya çalıştığı iblislerin kendi içine kaçması sonucu, ne yazık ki aklını yitirmiştir. Hala bir tarafı ağrıdığı zaman bilime, tıbba sığındığını duyuyorum, ama aslına bakarsanız, akıl yitimi onun beklemediği ya da istemediği bir sonuç değil. Eh, muradına ermemiş olduğunu hangimiz söyleyebiliriz ki?