Prof. Dr. Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin, efsane öğretim üyelerinden birisidir. İki farklı üniversite de, eğitim/öğrenim gördüğüm için şunu çok net söyleyebilirim; kendisi kadar çalışkan, alanında üretken bir ‘bilim insanı’nı çok az gördüm. Şunu da söylemek benim için bir gurur kaynağı; hayatım boyumca, Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın çalışkanlığına yetişmekle geçiyor. O çalışkanlığın içindeki disiplin, benim için çok kıymetli.

 

Yirmi sekiz yıl olmuş, Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın sınıfından mezun olmam. Üzerine dört yıl üniversite öğrenimim eklersem, otuz iki yıl yapıyor. Aklımda hala şu görüntü var; dersler biter biz öğrenciler Alsancak’ta bulunan fakültemizden çıkarken, hocamızın odasının önünden geçerdik. Hocamız ya daktilonun başında çalışırdı, ya da kitap okurdu. Hep merak ederdim; acaba ne/neler yazıyor, şu an hangi kitabı okuyor diye. Ansızın, Fransız Kültür Merkezi’nde, aynı salonda izlediğimiz filmi, nasıl okuduğunu da hep merak ederdim. Fakülte’nin kütüphanesine sık sık gittiğimde, kendisini orada görürdüm. Kitapların arkasında bulunan okuma kartında, o kitabın okuyucusunun adı soyadı imzası olurdu -gizli bir itiraftır- kitapların arkasında, “Acaba bu kitabı Oğuz Adanır okumuş mu?” diye bakardım.

Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın son kitabı, Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar* geçtiğimiz günlerde Cem Yayınevi tarafında yayınlandı. 7 ayrı bölümden bu kitap üzerine, kendisiyle Ek Dergi için bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşinin fotoğrafları için, Sakıp Yaşar’a teşekkür ederiz.

 

“BİR TOPLUMU ANLAMAK İSTİYORSANIZ, ONUN ZİHNİYET/KÜLTÜRÜNÜ DERİNLEMESİNE KAVRAMADAN SORUNU ÇÖZEMEZ, BİR SONUCA ULAŞAMAZSINIZ.”

 

Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar, yayımlanmış son kitabınız. Önsöz yazınızda, “… Son sekiz yıl içinde kaleme alınmış bu köşe yazısı niteliğindeki metinler, düşünce yapısı ve demokrasi kültürü konusunda kimi zaman tarih kimi zaman gündelik yaşamdan yola çıkılarak üretilmiştir” diyorsunuz. Kitabınızı yayına hazırlarken, yazdıklarınızdan yola çıkarak, ana hatlarıyla ‘değişen veya değişmeyen düşünce yapımız’ üzerine neler söylemek istersiniz?

 Son yüz, yüz elli yılda, belki istisnalar hariç, yeryüzünde zihinsel değişime uğramamış bir toplum yoktur. XIX. yüzyıl ortasından bu yana özellikle Batı Avrupa ve ABD’nin geliştirdiği bilim ve teknolojinin etkisiyle akılcılık insanların gündelik yaşamını etkisi altına almaya başlamıştır. Bilimsel ve teknolojik gelişme düşüncesini benimseyen çok sayıda toplum, hızla bu sürece ortak olmuş ve zaman içinde ABD ve Batı Avrupa’ya meydan okumaya başlamıştır.

Zihniyet sosyolojisi, bir yerde değer çatışmaları, yani eski ve yeni değerler arasında zıtlaşmalar yaşanıyorsa bu toplum bir geçiş dönemindedir diyor. Bizimki biraz uzun sürse de çok şey değişti. Son iki yüz yılda kabaca neler olup bittiğine bakabiliriz. Osmanlı’nın ilk başlangıç döneminde her şeyin ‘maliki’ Tanrı iken, Kanuni’yle birlikte sultanlar vekâleten bu mülke ortak olmaya başladılar. Özellikle Cumhuriyetle birlikte ‘mülkiyet’, hiç tartışmasız benimsenen bir kavrama dönüştü. Artık toplumun hiçbir kesimi, bu konuyu tartışmıyor. Modern üretim sistemini benimseyen Türkiye düzenli ücret, sağlık sigortası ve emeklilik aylığı, vs. gibi devrimci uygulamaları kabul etmiştir.

Sağlık konusuna gelince muskalar, hocalar, sağaltıcılar, şamanlar, türbeler, çıkıkçılardan, vs.’den sonra özellikle son kırk yıl içinde tıp ya da modern sağlık düzeni hemen tüm toplum tarafından benimsenmiştir. Bu da bir tartışma konusu olmaktan çıkmıştır.

 

Mahallelinin para toplayarak çocuklarına yarım yamalak okuma yazma öğretmekle yetindikleri eğitim düzenine Osmanlı XIX. yüzyılın ikinci yarısında mecbur kaldığı için [Savaş teknolojisi, Tıp bilimi, vs.] bir katkıda bulunmuş ancak asıl büyük ve güçlü hamle Cumhuriyetle birlikte gerçekleştirilmiştir. Bugün yirmi milyondan fazla çocuk ve genç ilkokuldan, üniversiteye okula gitmektedir. Bu büyük bir zihinsel/kültürel devrimdir.

 

Akılcı düşünce ürünü modern inşaat teknolojisi ülkenin her yerinde benimsenmiştir. Ziraat alanında akılcı düşüncenin en zararlı ürünleri [kimyasallar, hormonlar, vs.] ülkenin her yerinde aynı şekilde benimsenmiştir. Örneğin, at, eşek, kağnı arabası, vs. terk edilerek büyük bir hızla otomobil, traktör, kamyonet, kamyon, minibüs, motosiklet, otobüs, tren, vapur, uçak gibi araçlara uyum sağlanmıştır.

 

Ülke bir uçtan diğerine yol, elektrik, telefon ve iletişim ağlarıyla donatılmış ve bu konuda en ufak bir direnişle karşılaşılmamıştır. Biraz düşünecek olursak daha birçok konuda önemli hatta çok önemli gelişmeler ya da değişiklikler olduğunu görürüz.

 

Değişmeyen ya da değişmiyormuş gibi görünen yanımız, daha çok duygusal olandır. Aslında burada da belli değişiklikler olmakla birlikte, temel içgüdü ya da duygulara bir son verebilmek olanaksızdır. Sevgi ve nefretin dışında haset, gıybet, kıskançlık, çekemezlik, rekabet, meydan okuma, gösteriş, lüks tutkusu, haşmet, azamet, öfke, şiddet temel toplumsal duygularımızın başında geliyor. Çok güçlü ya da baskın olduğunu söyleyemeyeceğimiz akılcı eğitim ve düşünce bu duyguları kişinin eğitim-öğretim düzeyi ve yaşadıkları ortamla doğru orantılı bir şekilde görece etkileyebilmektedir. Bir başka deyişle akılcılık, her şeye karşın tüm toplumu yaşamın her alanında etkisi altına alamamıştır. Duygusal yanımız hala çok güçlüdür. Dolayısıyla kararsız, her an fikir değiştirebilen insanlar çoğunluktadır. Güçlü toplumsal, kültürel, ahlaki modeller sayıca az olduklarından insanlar kolaylıkla olumsuz modeller tarafından da etkilenebilmektedir. Bana göre, Osmanlıdan bize miras kalan ve bugüne kadar kendisinden tamamen kurtulamadığımız en önemli özelliklerimizden birisi ‘bencilliğimizdir’. Kişisel çıkarlarımızı her şeyin önünde tutmamız, gerçek bir çağdaş toplum düzeyine ulaşmamızı engelleyen en kötü huylarımızdan biridir…

 

“BİR ÖNCEKİ KUŞAK DOĞRU SORULAR SORUP, DOĞRU YANITLAR BULMUŞSA BU MUHAKKAK BİR SONRAKİ KUŞAĞIN İŞİNE YARAR.”

 

Kitabınızda insanlığın düşünce dünyasına katkıda bulunmuş, birçok düşün insanının da yapıtlarından alıntılarla, referans gösteriyorsunuz. [Sabri Ülgener’den, Niyazi Berkes’e, Max Weber’den, Emile Durkheim’a gibi.] Bu önemli düşün insanlarının, sizin düşünce dünyanızdaki etkileri üzerine konuşalım istiyorum.

Saydığın bu isimler ve daha pek çok diğer ismi, minnetle anıyorum. Çünkü araştırma demek, zaman demektir. Bu insanların her biri benim tek başıma belki on, yirmi, otuz yılda yapacağım çalışmaları benden önce gerçekleştirip, benim gibi araştırmayı seven insanların hizmetine sunmuşlar. Dolayısıyla bütün bu insanların yaptıkları çalışmaların bana en az yüz elli, iki yüz yıllık bir zaman kazandırdığı söylenebilir. Kuşaklar arası alışveriş böyle bir şeydir. Bir önceki kuşak doğru sorular sorup, doğru yanıtlar bulmuşsa bu muhakkak bir sonraki kuşağın işine yarar. Onlar aramızdan ayrıldığı için onlardan aldıklarımızı daha çoğuyla onlara geri veremeyeceğimiz için de, onlara karşı saygı ve minnet duyguları duymamız doğal bir şeydir.

 

Bu araştırmacıların hiçbiri benim sorduğum soruları sorup, benim verdiğim yanıtları vermemiş olabilirler. Ancak sordukları sorular ve verdikleri yanıtlara bakıp, hangi soruları sormam gerektiğini anladım. Bu çok önemli bir katkı, çünkü bu sorular ve yanıtlar benim zamanımı daha verimli bir şekilde kullanmamı sağladı.

 

Bu insanların kitaplarını okurken özellikle nasıl düşünüp, nasıl soru sorduklarını, nesnelliği, bilimi ne ölçüde önemsediklerini görebiliyorsunuz. Bu bilgiler sizin bilgi birikiminize katkıda bulunurken, vizyonunuzu da geliştirmeye yardımcı oluyor. Sosyal bilimlerde onların desteğini, katkısını almadan tek başınıza bir şeyler başarabilmeniz mümkün değil.

 

Kitabınız özelinde, dikkatimi çeken altını çizdiğim birçok cümleniz var. 299. sayfanızda şöyle diyorsunuz, “Bir yurttaş olarak standartları her zaman tartışmalı bir demokratik düzende doğdum, büyüdüm, olgunlaştım. Daha nitelikli, standartları daha yüksek bir demokrasi için birey ve yurttaş kendime düşeni mevcut yasal çerçeve içinde, elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Bu konudaki en önemli rehberlerimden birinin Aziz Nesin olduğunu düşünüyorum.” Yıllar öncesinde de yazdığınız, bir Aziz Nesin senaryonuz var. Aziz Nesin’in, ‘dünya’sı hakkında kişisel düşüncelerinizi merak ediyorum.

Aziz Nesin bana göre çağının en az otuz, kırk belki elli yıl önünde gitmiş bir insandır. Sıra dışı bir zekâya sahip olduğu için de kendi yaşadığı dönemde, Anadolu insanının düşünce yapısını belki de çok az sayıda insanın kavrayabileceği kadar iyi kavramış bir isimdir. Kanımca başarısının en büyük sırrı budur. Amiyane bir deyişle bu toplumun insanını ciğerine, kılcal damarlarına kadar tanımış, bu konuda insanüstü bir çaba harcamış bir yazar, aydındır.

 

Aziz Nesin’le ilgili yaptığım çalışmaya gelince. Özellikle anılarını kapsayan kitaplarını okumanın dışında, yaklaşık bir yıllık bir kütüphane araştırması yapmıştım. Onun yaşamını seçmemin nedeni, bu yaşamın Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin en önemli örneklerinden ya da simgelerinden biri olmasıdır. Yaşamının büyük bir bölümünde, başına kara mizah türünden olaylar gelmiştir. Kara mizah ise modernleşme [değer çatışmalarından kaynaklanan çelişkiler] işaret ya da simgesidir. Dolayısıyla Aziz Nesin’in yaşantısını anlatmak Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin tarihsel aşamalarından, evrelerinden söz etmek demektir. Ben bu amaçla onun yaşantısını öykülemek istedim.

 

“TOPLUMLAR SANKİ HER KUŞAKLA BİRLİKTE, BİR İNSANLIK SINAVINDAN GEÇMEK DURUMUNDA KALIYORLAR.”

 

Kitabınızın, 333. sayfasının ilk satırında, Machiavelli’nin, Prens kitabından bir alıntı kullanıyorsunuz. Bu kitap özelinde, ‘Hümanizm’ kavramı üzerinden konuşmam gerekirse, bu kavram günümüz dünyasında nerede duruyor? Ve bu kavram, bize neyi anlatıyor?

Hümanizm kuramsal, ideal bir kavramdır. Kuramla-gerçekliği birbirine karıştırmazsak bir sorun kalmaz. Tarih boyunca aydınların özlemini çektiği bir kavram olmanın ötesine nadiren geçebilmiştir. İnsan, tüm insani değerler ve niteliklerle birlikte doğmuyor. Dünyaya geldiğinde herhangi bir canlıdan farkı yok. Anne, babadan başlayarak muazzam bir çaba ve zaman harcanarak bu bebek [her yerde ve her zaman olmasa da] mevcut koşullar ve olanaklar çerçevesinde insana benzetilmeye, insana dönüştürülmeye çalışılıyor. Hemen her kuşakta bu süreç yineleniyor başka bir deyişle, bir bakıma toplumlar sanki her kuşakla birlikte, bir insanlık sınavından geçmek durumunda kalıyorlar.

 

Günümüz dünyasındaysa, pek çok toplum öncelikle kendi yakınlarına ve yakın çevresine karşı görece insanca yaklaşıyor. Bu çevrenin dışında kalanlara, çıkarlar doğrultusunda insanca yaklaşılıyor diyebiliriz. Hümanizm sözcüğü bir başka çağın kavramıydı bence günümüzde bunun çağdaş bir karşılığı olabilecek yeni kavram ya da kavramlar keşfetmek ya da üretmek gerekiyor. Öte yandan yaklaşık sekiz milyar insanı kapsayabilecek tek bir kavramdan söz etmek ne kadar doğru ya da gerçekçi olabilir?

 

Kitabınız özelinde, alt metin ve kavram bütünlüğünüze baktığımda, ‘merkez’e vurgu yapıp, ‘merkez’i -haklı olarak- onun kavramlarıyla eleştiriyorsunuz. Bilgi/bilginin anlamında, yeteneksizliğini [Ahmet Oktay’ın tabiriyle ‘mediokrasi] günümüzde nasıl anlamlandırıyorsunuz?

Üniversitelerin bilim yuvası, bilimsel düşüncenin üretildiği, geliştirildiği yerler olması gerekir. Oysa ülkemizde üniversiteler, istisnai birimler dışında, bilimsel düşünce üretim merkezlerine benzemek yerine son yirmi beş, otuz yılda büyük ölçüde hazır bilgiyi tüketen merkezlere dönüştüler. Yine özellikle sosyal bilimlerde üretim yapıldığı sanılan birimlerin birçoğunda nesnel, bilimsel düşünceden uzak yararsız sözde bir bilgi üretildiği söylenebilir. Yayınlanan bilgilerin pek çoğunun içi boştur.

 

Sokaktaki insanların bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmaları bir noktaya kadar hoş görülebilir. Oysa üniversitelerde gerçek bilgi üretmek için bu toplumun verdiği vergilerle maaşı ödenen bir insanın bunun karşılığını olması gerektiği şekilde vermemesi bağışlanabilecek türden bir hata değildir. Bu insanların nasıl bir vicdan ve yükümlülük anlayışına sahip olduklarını anlamakta zorlanıyorum. Karşısına eğitilmek, öğretilmek üzere gelen gepegenç insanları kandırmanın kime ne yararı olabilir? Bu yaklaşım, toplumu bir adım bile ileri götüremez.

 

Yönetmenliğini yaptığınız belgesel film, ‘Niyazi Berkes Belgeseli’ bu nokta da açmak isterim. O dünyanın, kitabınızda da -yaptığınız çalışmalarda da- izlerini de okuyoruz. O izlere dair, düşüncelerinizi çok önemli ve önemsiyorum. ‘Güncel’ dünya/dünyalarımız anlamında, ‘Niyazi Berkes’in kavramları nasıl hala geçerliliğini koruyor?

Örneğin, yaşamının yaklaşık otuz yılını verip, açıklamaya çalıştığı Türkiye “çağdaşlaşma”sı kavramsal anlamda halen hem Türkiye hem de birçok başka ülke için geçerlidir. Niyazi Berkes, Osmanlı Tarihi’ni mevcut nesnel bilim anlayışı çerçevesinde gerçeklere ve doğrulara en yakın en nesnel ve bilimsel şekilde yorumlamış bilim insanıdır. Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar yaptığı tespitler, büyük ölçüde doğrudur. Ancak bunları yorumlama konusunda, haklı çekinceleri vardır. Çünkü o tarihlerde Osmanlı’nın sırrının henüz tam olarak çözülemediğini düşünmektedir. Bu yüzden yorumlarını sınırlandırmıştır. Bana göre, Mauss’un ‘Armağan Kuramı’ndan haberdar olsaydı daha sağlam bir çözümleme yapabilirdi. Cumhuriyet dönemi konusundaki yaklaşımında bugün farkına vardığımız kimi yanılgıların nedeni, bu döneme, her şeye rağmen duygusal bir şekilde yaklaşmasıdır. Zira kendisini eğiten, o aşamaya getiren bir Cumhuriyete olan borcunu bu şekilde ödemek istemiştir ki, bu anlayışla karşılanabilecek istisnai bir durumdur.

 

Onun yaptığı çalışmalar özne yani sultanlar, padişahlar üstünde yoğunlaşan bir tarihten çok nesne yani toplumsal-kültürel tarihe daha yakındır. Bu konuda bir öncü olduğu söylenebilir. 1970’li yıllardan bu yana özellikle Avrupa’da kültürel antropoloji ya da antropolojiden yoksun bir tarihsel çalışma yapılamayacağı düşüncesi giderek kök salmıştır. Kültürü dışlamayan Berkes bu yoruma çok yaklaşmıştır. Bana göre hiçbir yabancı kökenli Osmanlı tarihçisi, Niyazi Berkes’in sahip olduğu bilgi birikimi ve sentez kapasitesine sahip değildir. Bir toplumu kendi geçmişi konusunda böylesine doğru ve gerçekçi bir şekilde aydınlatan çok az aydın ya da tarihçi vardır.

 

Osmanlı tarihi çözümlemesi ve yorumlaması da yöntemsel açıdan önemlidir. Belli bir konu-kavram [çağdaşlaşma] çerçevesinde üç yüz, dört yüz yıllık bir tarihsel araştırma nasıl yapılır? Bu araştırmanın sonuçları hangi yönteme uygun bir şekilde sistematize edilip, sunulur onu öğreniyorsunuz. Berkes’te her bilgi bilimsel aklın süzgecinden geçirilerek sunulur. Böyle sıra dışı bir düşünce insanına sahip olduğumuz için şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Meydanlar, caddeler, kampüslere ismi verilmesi gereken insanlardan biridir.

 

Hakkınızda, şöyle yazılıyor; “Antropoloji’den Psikanaliz’e, Göstergebilim’den Sosyoloji’ye, Ekonomi ve Tarih’te, Simülasyon Kuramı ve Dilbilim’e kadar uzanan geniş bir yelpaze alanında bilimsel bir bilgi birikimine sahip olan bir yazar ve bilim adamıdır.” Bu tespite, katılır mısınız? Buna ilaveten, birbiriyle ilişkisi olan bu disiplinler arasında geçiş üzerine neler söylemek istersiniz?

Herhalde beni sevenlerin yakıştırması. Yazdıklarımı gerçekten izleyenler uzun zaman önce psikanaliz, göstergebilim ve dilbilimle olan ilişkimin çok zayıfladığını görmüşlerdir. Ekonomiyle zaten hiçbir zaman çok içli dışlı olmadım. Dolayısıyla bu kısmen doğru bir tespit.

 

Aslında sosyal bilimlerin tüm dalları arasında her zaman görece ilişkiler, paralellikler kurabilmek mümkün. Ben özellikle tarih üzerinden, zihniyet/kültür kavramı üstünde yoğunlaştım. Çünkü bir toplumu anlamak istiyorsanız, onun zihniyet/kültürünü derinlemesine kavramadan sorunu çözemez, bir sonuca ulaşamazsınız. Bu da sizi doğrudan toplumsal yapı, siyasal yapı, ekonomik yapı ve zihinsel/kültürel yapıyla ilgilenmeye iter. Özetle sosyal veya insani bilimlerin hemen hemen tümüyle ilgilenmekte yarar var. Sorduğunuz sorunun yanıtını nerede bulmayı umuyorsanız, o disiplin tarafından işlenmiş konulara yönelirsiniz. Ancak orada bulduğunuz bilgileri, verileri kendi oluşturduğunuz çerçeve içine yerleştirebilirsiniz.

 

Simülasyon kuramı benim için yalnızca çağdaş bir toplumsal kuram değildir. Bu kuram aynı zamanda Batılı toplumların yaşadığı zihinsel bir değişim, dönüşümün çözümlemesidir. Bu bağlamda sosyolojik, antropolojik, kültürel/zihinsel, felsefi, edebi bir ağırlığa sahiptir. Psikanalizden, Marksist eleştiriye, sosyolojiden göstergebilime pek çok alanı birbiriyle ilişkilendiren bir kuramdır. Çağdaşlık, modernlik özelliklerini giderek yitiren toplumların güncel bir çözümlemesidir.

 

Sosyal bilimlerde artık tek disipline bağlı kalarak, toplumsal çözümlemeler yapabilmek neredeyse olanaksız hale geldi. Geleceğin bize neler hazırladığını öngörebilmek kolay değil ancak bu konuda çaba göstermeyi sürdürmek gerekiyor.

 

 * Oğuz Adanır, Düşünce Yapımız ve Demokrasi Üzerine Notlar, Cem Yayınevi, 348 s.