1500 ‘lerden itibaren aydınlanmacı yazarlar dünyanın tam bir haritası çıkarılamadığı, ortak küresel bir kültür, bilgi birikimi oluşturulamadığı koşullarda dünyanın uzak ve gizil köşelerine düşsel seyahatler düzenlediler.

Bu tip yapıtlar düş ufkunu açan bir serüven yazını yaratıyor ve yazarlarının gönlündeki felsefi, dinsel, toplumsal görüşleri aktarmalarını sağlıyordu. Pusulanın keşfi, uzun ve zorlu yolculuklara dayanıklı gemilerin yapımı ile gerek pratik keşif serüveni, gerekse de onu ateşleyen kurgu anlayışı gelişti. Bilimsel dünya görüşünün gelişmediği, kilise dogmalarının egemenliğini koruduğu bir dönemde, uzak bilinmez diyarları anlatan metinler metaforik bir anlam da kazanmaktaydı. Bu bilinmeyen diyarlar More ‘un “Ütopya”sı yada Campella’nm “Güneş Ülkesi ” romanlarındaki gibi, yazarların ideallerindeki ileri toplumsal projelerin özendirici örnekleri olabiliyordu. Ya da Swift’ in Gülliver dizisinde olduğu gibi, mevcut toplumsal düzeni yeren taşlamacı bir eleştiriye dönüşmekteydi.

Özellikle 18. yy’dan itibaren gelişen kapitalizm, dünyayı tek bir ekonomik bütünün parçası haline getirdi. Burjuvazi “eşitlik, kardeşlik, özgürlük” şiarlanyia geniş işçi ve köylü kitlelerinin gücünü arkasına alarak yaptığı devrimi sonuna kadar götürmeyip, kendi hegemonya sistemine dönüştürdü. Keşif ruhu, fetih ruhuna dönüşerek dünyanın bilinmeyen her köşesine ulaşıldı ve oradaki vahşilere uygarlık (!) öğretildi. Kilisenin gelişme önünde zincir teşkil eden dogmaları kırılarak, yerine teknik akıl, sistem yararına bilimsel çalışma ruhu ve tüketim getirildi. Uzak diyarlarda Pagan inanışlı cemaat toplumları dışında devler, canavarlar, yaratıklar olmadığı açığa çıkıp, dünya haritasının O. Wilde ‘in düşünden farklı biçimde-içinde ütopyaya yer bırakılmayarak- çizilmesi ile fantastik düş gücünün yaratıcılık sınırlarının yanında, dünyanın sınırları dar gelmeye başladı. Oysa insan Jungçu bir ifade ile tüm diğerlerini içinde taşıyan bir arketipe sahipti. Ruhun derinliklilerinde örtülendi bu. Yine bu dönemde aydın, entelektüel kesimler tutucu, gerici, inançlara karşı gelişmeyi ateşleyen bilimsel-teknik devrimle iç içe bir gelişim gösterdiler. Bilimle dünyanın tüm gizlerinin çözüleceğini, teknikle daha ileri toplumlara açılacaklarını düşündüler. Bu pozitif bilimci ilerlemeci şiar insanın kendine daha da yabancılaşmasına neden oldu. Orta zamanda ilgi odağında olan teoloji ve ruhun yerini tekrar doğa ve doğa araştırmaları aldı. Bu bilimsel-mekanik devrimin gelişme hızı, sıradan insanların aklının alacağından çok daha hızlı bir şekilde gelişip, deneyin düş gücüne farklı imkanların kapılarını aralamaktaydı. Böylece kurgusal yazında yeni bilimsel-teknik keşiflerin sınırsız dünyasına doğru kayıyordu. Jules Verne ‘de görüldüğü gibi denizlerin dipsiz derinliklerine, yer kürenin içlerine, balonla göklere ve nihayetinde aya düşsel geziler düzenlendi. Yelkenliler, buharlı gemiler vazifelerini tamamlamış, dünyanın nerede ise tam olarak keşfedildiği düşünülmeye başlanmıştı. Artık sınırsızca gelişen bilim-teknik ve onun düş gücüne ilhanı veren kurgu için dünyanın sınırları yetersiz kalmıştı. 20.yy’ a yaklaşıldığında tek hedef uzaya açılmaktı.

Gerçi önceki dönemlerde Lucianos, Cyrano, Voltaire örneklerindeki gibi, dış uzaya açılan fantastik gezi kurguları yapılmıştı. Fakat bu üç yazarın yapıtlarında dönemleri için insanın hayal gücü sınırlarını aşan, merak ve korku gibi hisleri uyandıran uzayı anlatma cüretinin payı büyüttü. Fakat ne Lucianos ve Cyrano ‘nun dış uzay yolculuklarında ne de Voltaire ‘nin dünya dışı iki ziyaretçisinin serüvenlerinde bilimsel ya da mantıksal dayanaklara (doğal olarak) rastlanmaz. Metaforik yanın kuvvetli olduğu bu eserlerden, Lucianos’unki eğlenceli serüvene, Cyrano ‘nunki yergiye, Voltaire ‘inki ise felsefeye ağırlıklı yer veriyordu.

Uzaya açılma düşlerini bir kenara bırakıp, yarım kalmış Aydınlanma hareketinin hararetli günlerine geri dönelim. Burjuva aklın doğa ve ilkel topluluklar karşısında, batılın, büyünün kökünü kazıma çabasına tepki olarak mitsel ve romantik bir tepki gelişti. Bu tepkiyi modernliğin kendine göre ilkelliği kılıçla uygarlaştırma girişimi karşısında, bastırılmaya çalışılan “Öteki”‘nin geri dönüşü olarak da açıklayabiliriz. Özellikle İngiltere’de Viktorya çağına damgasını vuran katı ahlakçılık, cinselliğe karşı soğuk yaklaşım, bilimsel teknik gelişimin fetişleştirilmesi, ilerleme adına sömürgeci mantığın yüceltilmesi; arkasında derin bir toplumsal kriz yaratmaktaydı. Modernleşme süreci ile edebiyatta yoğunlaşan ürkünç, tekinsiz, kötücüllüğü yüceltici, ahlaki yargıları alt üst edici tarz; kilisenin uyumlu, kuralcı, insanları bir arada tutan düzeninden kopuşla gelişen sürecin korkularının, çelişkilerinin ve artan yabancılaşmanın izlerini taşıyordu. Kırsaldan göç ile kalabalık kentlerde, makineleşmiş baskı ve sömürü düzeninin dişlileri altında ezilen, inanç dünyası sarsılmış kitlelerde umutsuzluk, korku, şüphecilik eğilimleri artmaktaydı. Aydmlık ütopyalarla yola çıkılan bir süreçte, anti -ütopyanın cisimleşmiş hali olan dev, makineleşmiş kentlerdeki burjuva dünyanın karabasanları, Marx ‘ın ifadesi ile kendi gün ışığı altındaki hayat tarzından doğuyordu. Romantik tepki, Walpole, Sade, Rimbaud, Lautreamont ‘da kötümserlik ve karanlık, Rousseau’da ise ruhu öldüren teknik, rasyonel akla karşı doğal yaşamın savunulması ile ortaya çıkıyordu.

Bu dönemde gotik edebiyatın kuşkusuz en önemli ismi Edgar Allen Poe ‘dur. Öykülerinde sanayileşmekte olan toplumun meşru sınırları dışına kayan, yabancılaşmış, tuhaf insanlarının; bu kasvetli dünyanın bilinmeyen yerlerinde yaşadığı ve yaşattığı terörü anlatır. “Altın Böcek” öyküsünde görüldüğü gibi gizemli olayların arkasında, tamamen aklı, mantığı ve araştırmacı ruhu öne çıkardığı yapıtlar da vermiştir. Örneğin, ilkel dünyadan gelen bir gorilin yarattığı dehşeti konu alan “Morg Sokağı Cinayetleri” ‘ni aydınlanma (ya da modernlik) öncesine dönüş korkusu ya da modern dünyadan batılın aldığı intikamı yüceltme; veyahut üçüncü bir okuma olarak tüm bu kötücül gizem karşısında aydınlanmacı aklı temsil eden “Dupont” karakterinin zaferi olarak da yorumlamak mümkündür. Fakat şurası kesindir ki, Poe ‘nun insan ruhunu ve dünyanın karanlık köşelerini aktardığı yapıtları, polisiyeden korkuya, bilimkurgudan ruh bilime kadar geniş bir yelpazeyi etkilemektedir. Poe ‘nun mirasının takipçisi, Amerikan gotik türü yazarı H.P. Lovecraft, özellikle bilimkurgunun kendi başına bir akım olarak yaygınlaşmadığı bir süreçte yazdığı, uzaydan gelip dünyada insandan önce yaşayan korkunç türleri anlatan Cthultu ‘nun Çağrısı, Deliliğin Dağlarında yapıtları ile gotik korkuyu, kozmik kurgu ile birleştirmiştir. Bu örnekler tam bilim kurgu sayılamayacak olsa da Lovecraft ve öncülü Poe ‘nun birçok yapıtı 20. yy. bilimkurgusunda etkili olmuştur. Poe’nun “Kızıl Ölümün Maskesi” öyküsünde öne çıkan çıkışsızlık, yıkım, klostofobi gibi kavramlar Amerikan anti-ütopik kurgusunun gözde temalarına dönüşecektir.

Aydınlanmanın çelişkilerini, gotik mirası, gelecekte dış uzayın fethinde uygulanan sömürgeciliği ve ona karşı özgürlükçü tepkileri tek bir eserde birleştiren Ray Bradbury ‘nin bilim kurgu klasiği “Mars Yıllıkları” romanını ele almak istiyoruz. Bradbury’nin birbirine bağlı öykülerden oluşan “Mars Yıllıkları ” romanı, eser verdiği üç daldaki (bilim kurgu, gotik, fantezi) yazım ustalığını, şiirsel ve melankolik bir anlatımla ortaya koyuyor. Daha önce 80 ‘li yıllarda Başkan bilim kurgu dizisinde “Gümüş Çekirgeler” adıyla yayınlanan bu önemli klasik, birkaç sene önce de İthaki yayınları tarafından gerçek adıyla okurla buluşturulmuştu. Özellikle 40-50’li yıllarda, Amerikan bilim kurgu yazınındaki sömürgeci- teknik aklı öne çıkaran “space opera ” tarzı, ucuz bilim kurgu anlayışına karşı tepkiyi de Mars Yıllıkları ortaya koyar. Roman, Mars’ın uzay gemileriyle çekirgeler gibi işgal edilmesini anlatır. Atom bombası tehdidi, iletişimsizlik, yabancılaşma, doğanın tahribi, soğuk savaşın cadı avları ve buna karşı gelişen özgürlükçü tepkiler gibi birçok güçlü temayı da okura aktarır. Romanda Mars ‘ı fetih için yapılan ilk üç sefer hüsranla sonuçlanır. İkinci seferde astronotlar görünüşünü değiştirebilen, telepati yeteneği gelişmiş ve dünyada yaşam olasılığını “deli saçması” olarak gören Marslılar tarafından ciddiye alınmayıp, tımarhaneye kapatılırlar. Üçüncü girişimde ise Marslılar işgalcilere karşı artık hazırlıklıdırlar. Mars’ın bir bölgesinde, geçmişe (1928 ‘e) ait bir Amerikan kasabası ve ölmüş yakınlarıyla karşılaşan astronotların kafası bir hayli karışır. (Nedense tekinsizde kendimizi evimizde hissederiz). Mars’lıların uyguladığı, işgalcilerin en zayıf yönlerine (anılar, düşler, yitip giden sevilenler) karşı kullanan bir çeşit gerilla taktiğidir. Geceyi huzurla, sevdikleriyle geçiren 16 kâşifin, sabah cenazeleri törenle kaldırılır. Dördüncü ekipte hain, gönüllü Mars yandaşı olan Spender; ekibini bırakıp Mars’ın kentlerini dolaşıp, uygarlıklarına hayran olur. Ardından Amerika’nın pislikleri ile Mars’ı doldurarak, savaşlar çıkaracağını, atom bombasını Mars’a taşıyacağım düşünüp, kendi arkadaşlarına savaş açar. Çatışmaya girdiği arkadaşlarından, gemi kaptanına söyledikleriyle Spender, tarihsel bağı kurar: Cortez ve arkadaşları Meksika ‘ya ne yapmışlarsa, Mars ‘ı bekleyen kaderde odur.

Romandaki en ilginç bölüm, hiç kuşkusuz Bradbury ‘nin başta Poe olmak üzere, gotik kurgu geleneğiyle güçlü bağlarını ortaya koyan Usher 2 öyküsüdür. The Fall of the House of Usher (Usher Hanesinin Çöküşü) ‘nün yazarı Poe, “Usher evi planladı, yapıldı…Bay Poe ‘nun hoşuna gidecek mi acaba ” sözleriyle onure edilir. Sürgit devam ettirilen soğuk savaşın ve Mc. Carthy cadı avının sonucunda, 1975 yılında büyük bir baskı dalgasının yaşanacağı ve kitapların Nazi Almanya ‘sında olduğu gibi meydanlarda yakılacağı eserde kurgulanır. Politik eserler yanında, çizgi romanlar, Poe’nun, Hawthorne’nun, Lovecraft’ın eserlerinin de yakılmasını intikamı; Mars ‘ta yapılan Usher 2 evinde alınacaktır. Eve çağrılan sözde bilim adamları, politikacılar, kitap yakıcılar, katı ahlakçılar, fanteziyi önleme derneği üyeleri; canavar gorilin, Armentillado ‘nun ve Poe ‘nun yarattığı diğer dehşet figürlerinin robotlarınca öldürülür.

“Her zaman bir şeylerden korkan azınlık vardır. Büyük çoğunluk ise …kendisinden, gölgesinden korkan hale geldi. Politika sözünden bile korkarlar, çünkü bu söz pek çok muhalif için komünizm sözü ile eş anlamlıdır. Her gün sürü halinde birçoklarını getiriyorsun, sanki leşe konan sinekler gibi. Ama size göstereceğim. Size dünyada Bay Poe ‘ya yaptığınızı yapacak, güzel bir ders vereceğim. “Bradbury sömürgeci, anti-komünistlikten gözü dönmüş, baskıcı sisteme ve onun bilim kurgu edebiyatındaki uzantılarına karşı, bitmez bir öfke ve cüretle kalemiyle saldırıya geçer. Amerikan bilim kurgusuna bir dönem egemen olan, soğuk savaş uzantısı, uzaylı canavarlarla komünistleri ve diğer “öteki” leri eşitleyen bu anlayış, yıllarca Bradbury ‘i dışlamış, dergilerinden bile uzaklaştırmıştır. Onlara göre teknokrasiden uzak, romantik, protest tavrıyla Bradbury bir bilim kurgu yazarı, bile değildir. Tüm bu dışlama çabalarına rağmen Bradbury, gotik ve fantezinin yanında, bilim kurgu yazmaya da ağırlık verir. Mars yıllıklarını yayınlandığı 1951 yılında yazılan “Fireman ” adlı kısa öyküsü, iki yıl sonra büyük bir bilimkurgu klasiği olan “Fahrenheit 451 ” romanına dönüşecek ve Bradbury’nin ismini bilim kurgu tarihinde ölümsüzleştirecektir. Onu dergilerinde bile barındırmayanların; bugün Bradbury’i “ordinaryüs yazar ” seçmeleri ve onun adına Nebula ödülü dağıtmaları; büyük yazarın 40-50 ‘lı yıllarda verdiği savaşım haklılığını gösteriyor. Fakat Bradbury yazınının anti-sömürgeci, özgürlükçü, isyankâr yanları ne kadar kuvvetliyse de din kavramına bakışı ise zayıftır. Bradbury, burjuva aydınlanmanın mantığına eleştirisini ileriye doğru değil geriye, metafizik huzur ve uyuma doğru yöneltir. Romanda Darwin ve Freud ‘un açtığı yolun, sanatı, dini, olumlu değerleri öldürdüğü söylenir. Oysa Aydınlanmanın bir sınıfın tahakkümüne dönüştürüldüğünü söyleyen Frankfurt okulu (Adorno ve Horkheimer) bu tespitlerine ağırlıklı olarak Freud ‘un “Uygarlığın Huzursuzluğu “yapıtına dayandırır.

Önce “Bir Yanılsamanın Geleceği ” yapıtında, din konusunun karanlıkta kalan yönlerini aydınlatan Freud, ardından gelen “Uygarlığın Huzursuzluğu” yapıtında Goethe’nin dizelerini anıp, sırtımıza yüklenen hayatın ağırlığından, acı ve hayal kırıklıklarından kurtulmak için insanın yarattığı diğer yanılsamaları da araştırır. Goethe ‘nin “kim, bilim ve sanata sahipse sahiptir dine. Kim yoksunsa ikisinden de sarılmalıdır dine ” dizeleri Bradbury ‘de dünyayı anlama anlayışına dönüşerek, bir bakıma ideoloji halini almaktadır. Bradbury’nin formülü sanat ve bilimin, dinin yüceliğiyle harmanlanmasıdır.

Romanın sonunda,2005 yılının dünyasında ortaya çıkan yeni bir paylaşım savaşını ve patlayan atom bombalarını “Mars Yıllıkları” tam bir anti-ütopik kıyamet olarak yansıtıp, ütopyaya kapılarını kapatmaz. Mars ‘ta insanların, kalan mutantların ve robotların yeniden ve daha iyiye doğru yaratacakları bir dünyanın özlemi ve inancıyla roman noktalanır. Aslında tüm politik duruşu yanında roman, bilim kurgunun romantizme, şiirsellikle, melankoliyle nasıl bütünleşebileceğine dair ders alınacak bir örnektir. Ve ardından gelen KURT Vonnegout, P.K. Dick, G.J. Ballard, William Gibson gibi usta yazarlarla bu tarz gelişmiş ve iyi BK ‘nun aslında iyi edebiyat olduğu, herkes tarafından kabul edilen bir gerçek halini almıştır.

EYLÜL