Gerçek dünyayı bertaraf ettiğimize göre, geriye kalana ne dememiz gerekiyor? Görünümler dünyası mı? Kesinlikle hayır! Çünkü hakiki dünyayla birlikte görünümler dünyasını da yok ettik.”

Friedrıch Nıetzsche

Özellikle son on-on beş yılda gündemimize dâhil olan bir tartışmayı güncelleyerek başlayalım: Baş döndürücü bir hızla gelişen ülke ve dünya gündemine koşut olarak aynı hızda değişen bir başka şey de neredeyse tüm siyasi figürlerin gündeme dair politik tutumlarıydı. Temsil ettikleri kitlenin ve dahi siyaset yorumcularının idrak ve izan sınırlarını aşan bir kıvraklıkta tutum değiştiren siyasi figürlerin bu davranışı üzerine hemen herkes bir yorum getirmeye çalışmışsa da hiç kimse tam olarak ne olduğunu söyleyebilecek bütünsel bir bilgiye sahip değildi. Liderlerin bilinen ve ilan edilen yaklaşımlarının, bakış açılarının tam zıddını aynı rahatlıkta ve açıklıkta ve üstelik hiç zorlanmadan ilan edip, aynı hararetle savunmaları, muhalifler üzerinde olduğu gibi temsil ettikleri kitlede de şaşkınlık ve kafa karışıklığına yol açmaktaydı. Neredeyse viral bir nitelik gösteren bu tutum, birçok siyasi figürde ve farklı temsil alanlarından popüler şahsiyetlerde de belirmeye başlayınca tam anlamıyla kaotik bir iklim oluştu. Gerçeklik ve değer algısı bozulan insanlar gelişmelerin hızına yetişemediği gibi, hangi konuda ne tür bir tutum sahibi olacağına da karar veremez duruma geldi. Acaba bu, post modern çağın bir siyaset etme biçimi miydi? Ya da ideolojik, politik, kültürel farklılık sınırlarının belirginsizleşmesi ve aşırı pragmatizmin bir sonucu muydu? Veya tümüyle bir ilkesizlik sorunu mu? Sonuçta, bütün bunlar ne anlama geliyor, sorusuna çok farklı cephelerden yanıt bulunmaya çalışılsa da soru, boşlukta sallanmaya devam etmektedir. Hatırlatılan mevcut tartışmaya, bu yazının içeriğine uygun olarak ve bir iddiaya dönüştürmeden, tümüyle öznel farklı bir yorum getirmek de mümkün görünmektedir.

Bireyleşmenin tarihi iki yüzyılı geçmese de bu özgürlük istenci, kendisine karşı pozisyon belirleyen grup-cemaat, toplumsal yapılardaki bireyleri dahi etkilemiş ve bir şekilde içine almıştır. Modern çağın gereklerinin birey olmayı dayatması da bu eğilimin karşısında durmayı zorlaştırmış, öznel tutumlardan azade olarak katı bir nesnelliğe dönüşmüştür. Bu güçlü akımın etkisine giren her kişi; birey olmanın, birey kalmanın, benliğini özgürce inşa etmenin, yaşantısını özerk bir varlık olarak sürdürmenin temel hakkı olduğunu düşünmüştür. Tam olarak böyle düşünmeyenler de bir şekilde bunun sonuçlarına maruz kalmıştır. Ancak son iki yüzyıl, bireyin ben’lik-ine ait kurgusunun altında ezilmeye başladığını gösteren işaretlerle de doludur. Birey, özgürce kimlik inşa etmekle bu kimliklerin yüklediği sıfatlardan, yükten kaçıp kurtulmanın ikilemine takılıp kalmış gibidir. Kendi seçtiği değerlerin tutsağı olmak istemeyen birey, fırsat bulabildiği her an üstündekileri bir giysiyi çıkarıp atar gibi fırlatıp atmaya başlamıştır. Kişi, benliğinde idealize ettiği düşünsel nitelikleri ile hali hazırda içinde olunan objektif durum ve fiiller çelişkili, çatışmalı veya mesafeli hale gelince tercihini rahatlıkla mevcut gerçekliği lehinde kullanma eğilimi göstermiştir. Üst paragrafta sözü edilen şaşırtıcı, çelişkili tutumlar, ister erk öznesinde ister sıradan tekil öznede olsun bireysel veya kolektif kimlik ve değer sisteminin yüklediği ağırlıktan kurtulan her kişinin göstermeye başladığı davranış biçimleri oldu. Artık, siyasi, dini, ideolojik, toplumsal sistemlerin geleneksel yapılarına bakarak bireyin veya kolektifin davranış modellerinin simülasyonunu oluşturmak pek mümkün görünmemektedir. Bütün bu kaygan, geçişken, değişken hal ve eylemlerin kişinin daha önce sıkı değer yargılarına, sistemlere, dini ve ideolojik tutumlara dayalı oluşan ve bütünsellik gösteren kimlik-benlik yapısıyla uyuşmadığı ise aşikârdır. Kolektif değer yapılarının hükmünden kurtulan birey, kişisel özgürlük alanını doğru inşa edemediği için kendi egosunun terörüyle baş başa kalmıştır. Kişi; kimliğinde mantıksal, anlamlı ve anlaşılır bir düzenekle kurulmuş yapıları kaybettiği için onların yerine yapay-protez parçalar ikame etmektedir. (Protez kavramı, bu makalede kişinin benliğinin, belli bir bağlam ve mantık içinde oluşmamış, şok edici dışsal süreçlere maruz kalmış ve doğal seyri bozulmuş yapay, zorlama, eklenti nitelikleri için kullanılmıştır. Ki bu çağın, ruhsal yapının doğal gelişim sürecini bozan, tahrif eden birçok niteliği ayrıca tartışma konusudur. ) Bu durum, kimliksel niteliklerle belli bir bağlam içinde serpilip gelişen duyguların da kendisine yabancılaşmasına, bir çeşit konargöçerlikle sürekli yer ve biçim değiştirmesine yol açmaktadır.

Bireyin tarihi; Hariri’nin güçlü ve popüler savıyla zoolojik varlığından uzaklaşarak homo sapiens’e ve günümüzde homo deus’a dönüşüm serüveninin içinde, kendisini kuşatan ve karşı karşıya kaldığı her şeye karşı bir savaş, bir direniş tarihidir de. Açlığa, doğa olaylarına, vahşi saldırılara, hastalıklara; daha sonra toplumsala, aşırı çalışmaya, tahakküme, yok sayılmaya ve daha sonra da makineleşmeye, dijitalleşmeye, okula, erken uyanmaya, yalan haber sarmalına, yalnızlaşmaya, mutsuzluğa karşı bir direniş tarihi. Tekil ve kolektif insanın bu serüveni, sonuçta onun bir toplumsal varlığa dönüşüm hikâyesini de içinde barındırmaktadır. Oysa resmi tarih kitaplarına baktığımızda bireyin ve toplumun gelişiminin derinliğinde, ayrıntısında saklı sürekliliği ve canlılığı gözden kaçırdığını görürüz. İnsanı zoolojik varlığından koparıp onu göz kamaştırıcı bir homo deus’a dönüştüren gerçek niteliğini loş bir alana kilitler ve onu, yengi ve yenilgi meydanında kısır bir amaca koşullanmış bir varlık olarak tanıtır.

İnsanın tekil ve kolektif tarihini bir yadsıma ve direniş tarihi olarak ansak da bunu, toplumsal denen güçlü çekim alanında direndiği şeye eninde sonunda uyum sağlama tarihi olarak da niteleyebiliriz. Bu çağda bu uyum, hiper uyuma dönüşmüş, birey ve toplum sınırları hızla değişen esnek, akışkan bir gövde içinde taşınır olmuş ve ikisi birlikte toplumsalın her şeye karşı geliştirdiği hiper uyumunun sıvı doğasında kaybolmuşlardır. Bütün direniş akınları; önlenemez, karşı konulamaz bir gerçekliğe karşı aşılanma ve kendini güvence altına alma sınırında buharlaşmış ya da başkalaşmıştır. Birey ve toplumsal olan, direndiği şeyi cepheden aşamadığını anladığı her anda, ona uyum sağlayarak onun içine yerleşmiştir. Zira toplumsal artık direndiği şeyin imgelerine, mesajlarına, göndergelerine doğrudan karşı koymak yerine onu karanlık ve devasa gövdesinin içine çekmekte ve bütün bu iletileri kendi istediği biçimde kodlayarak bünyesine uygun hale getirmektedir. Bu da toplumsalın son derece esnek, gevşek, oynak; hızla yer, biçim ve renk değiştiren hiper uyum yasaları uyarınca yapılmaktadır.

Kendimizden ve çevremizde gözlediklerimizden yola çıkarak söyleyebiliriz ki duygularımızla onların yaşantılarımızda anlamsal yer alışları arasında nesnel bir ilişkiden çok, kökü bilemediğimiz kadar eskiye dayanan simgesel bir sözleşme var sanki. Yine kişisel deneyimlerimiz ve gözlemlerimiz ışığında günümüzde bu simgesel sözleşmenin büyük oranda sona erdiğini, yıkıldığını söylemek mümkün. Zira çevremizdeki hemen herkesin, kadim duygularımızın bir erozyona, değer yitimine uğradığını, anlamsal ve edimsel içeriğinin bozulduğunu söylediklerini işitmişizdir. Özünü oluşturan; bilinç ve duygu dünyasını bir arada tutan sözleşmenin sona erişi, insanın anlamsal dağılışına, parçalı hale gelişine, birbiriyle uyuşumunu kaybetmiş duygu parçacıklarının bünyesinde gelişigüzel savruluşuna neden olmuş gibidir. Yerleşik ve kadim mekânlarını kaybetmiş duygular; bulanık bir değişimin sarmalında, başıboş bir biçimde dolaşmaya başlayınca daha önce işaret ettikleri anlam alanları boşalmakta ve bu alanlar, bu çağa özgü marazi eğilimler tarafından işgal edilmektedir. Bu duyguların binlerce yıla, milyarlarca deneyime ve birikime dayalı derin anlamsal varlıkları; sığ, çömez, geçici, derinleşme ve kökleşme karakteri taşımayan Postmodern, dijital çağ fiillerin saldırısına uğramaktadır. İnsana ait kadim duygular trans bir faaliyet içinde bulanıklaşıp özünü, kimliğini kaybetmekte ve hızla değişerek başka bir duygunun şeklini alabilmekte veya tümden cins değiştirip gerçek kimyasını yitirebilmektedir. Büyüleme ve illüzyon gücünü yitiren duygu; loş derinliğinde saklı gizil güçlerini, gölgelerini, yorumlanma, metaforlaştırılma, imgelemde sınırsızca yer bulma niteliğini kaybetmekte ve çıplak bir gerçekliğe dönüşmekte. Artık ötesi berisi olmayan bu çıplak duygu gerçekliği, var oluş anlamını yitirmekte ve yok olmaktadır. Gerçekliğin negatifi olan düş, tutku, büyü, illüzyon, çılgınca arzular, aşkın duygulanımlar aynı zamanda gerçekle ilişkimizi kuran, onu arayışımızı, ona yaklaşımımızı, onunla mesafemizi de aktive eden şeylerdi. Artık bunların yerini sanal gerçeklik almış durumda. Bu da duygu sahibinin, duygu nesnesine karşı yalancı bir sadakat, biçimselliği aşmayan bir bağımlılık geliştirmesine yol açmakta.

Bireyin ve toplumsalın, egemen siyaset ve kültürün her gün üstlerine boca ettiği her tür malzemeyi kendi arzu ve istekleri doğrultusunda bir şeye dönüştürüp emmesi, eritmesi stratejisi son derece hince olsa da sonuçta bu tepkisiz, edilgen tavır, bir bütün olarak insanlık idealine dair çabaları anlamsız, biçimsiz bir alana sürgün etmektedir. Kitle kendine dayatılanı dönüştürürken bunu, bilinçli, planlı bir yüce amaç taşımadan sadece basit, gündelik ihtiyaçlarını gözeten doğasına uygun olarak yapmaktadır. Egemen sistem kitlenin yaslandığını düşündüğü değerler sistemini yıkıp yeni bir değerler sistemini dayattığında kitlenin buna tepkisi, dayatılanı aşırı tüketerek bozmak, anlamsızlaştırmak ve buna koşut olarak onda bozulup, anlamsızlaşmaktır. Elbette bu uyum hali, bilinçli bir strateji değildir, kitle ya da toplumsal denen bulanık anaforun doğal refleksidir. Sistemlerini toplumsal ve bireysel olanı sürekli yıkmak ve yeniden kurmak veya onu baskı ve denetim altında tutmak üzerine kuran egemen; toplumsalın hem yıkıntıyı hem yeniden kurulanı hem de baskı ve denetim araçlarını sentezleyerek emmesi, kendisinde kendi yararına olacak şekilde yeniden üretmesi kısır döngüsünden kurtulamamaktadır. Bu anlamda toplumsal ve birey denilenin de tanımı değişmektedir. Hatta gittikçe toplumsal ve birey denen belirli bir nesneden bahsetmek, tanımlamak mümkün olmamaktadır. Her ikisi de artık göründüğü yerde değişen, hiçbir yerde tam belirmeyen, bir kandırmaca içinde, göz ve anlam yanılsaması yaratarak kesintisiz bir biçimde yüzeyselin içinde var olana dönüşmekteler. 

Bireyin ruhsal niteliğini belirleyen ve sağlam gelenek ve göreneklere dayanan referans alanları yıkılıp talan edildiğinden, ruhunun anlamlı bütünselliğini koruyamamış ve bazı parçalarını yitirmiş vaziyettedir. Kişi, doğanın boşluk tanımaz yasası uyarınca bu boşlukları zamanın yapay ve yanıltıcı simgelerine dayalı işaretlerle yamamış ve protez bir ruha sahip olacak bir parelenmeye mahkum olmuştur. ( Burada ruh, müspet bir içeriğe sahip ön kabulüyle ele alınmamakta sadece müspet veya menfi olsun, ruhun doğal ve bütünsel yapısının dış müdahalelerle bozulmasına işaret edilmektedir.) Artık ruhsal bütünlüğü olan, anlamlı, belli bir mantıksal gelişim içinde, belirli amaçlar peşinde varlığını sürdüren birey yoktur. Onun yerine protez parçalarla yamalı, anlam ve değer dünyasını yitirmiş, korkunun, şaşkınlığın ve yönsüzlüğün pençesinde çırpınan, yolunu yitirmiş, yaralı bir ruh vardır. Bu ruh; orijinine-kendi doğasına dayanmayan geçici, ayrıksı parçalarla bunalım ve acısını unutmak istemektedir. Fakat protez parçalar, bütünün işleyişini aksattığından veya bozduğundan kişi bir türlü arzuladığı huzuru bulamamakta ve bizzat kendi ayrıksı parçalarına karşı alışkın olmadığı yeni tür bir savaş içine sürüklenmektedir.

Diğer yandan kişi; akışkan, biçimsiz; her an her şekle girebilen; doğru ve yanlışlar yerine yüzeysel bir mutluluk ve mutsuzluk ikame etmiş; gerçek arzusunu, isteğini yitirmiş, kısır yanılsamalar içinde, her tür istenç ve durumla yer değiştirerek öz niteliğini kaybetmiş trans duyguların pençesinde bir gölgeye dönüşmüştür. Terry Eagleton’un deyişiyle bu tabloda hayatın anlamı, onun gerçek içeriğiyle değil, onu yaşadığımız biçimiyle ilgili bir sorundur. Artık hem toplumsal hem birey olan, gerek duyguları gerekse benliğini oluşturan tüm nitelikleriyle çağın bir hastalığı olan işlemsele tabi tutulmak gerçeğiyle karşı karşıyadır. Ruhunun protez parçaları ve duygularının trans eylemselliği, işlemsel algının pazarında birer tüketim ve laboratuvar nesnesine dönüşmüş durumdadır. Kişi ve toplumsal, ruh ve duygu dünyasında sürekli bölünerek bu pazarın büyümesini domine etmektedir. Duygularına dair düş gücüyle oluşturduğu doğal imgelerini kaybeden birey ve toplumsal, göndereniyle bağlamını yitirmiş, aslından bire bir kopya edilmiş sentetik imgelerin sığ, geçici hazzına mahkûm edilmiş durumdadır. Çünkü gerçek doğasını kaybetmiş bu duyguların ontolojik özüyle ilişkisi kurulamamakta, negatifi oluşamamakta ve birey; yamalı, parçalanmış ruhunun ve öz değerini yitirmiş yüzergezer duygularının geçirimsiz, sert, sığ yüzeyinde çırpınıp durmaktadır.