Genellikle şiir sözcüğü bizi yıllar boyunca yeryüzünden gökyüzüne doğru bir yolculuğa çağırdı. Gökyüzünde, insanın tüm niteliklerinin açığa çıkabileceği başka bir hakikat dünyası mevcuttu ve şiir oralarda geziniyordu. Ya da öyle bir şeyin olduğu söyleniyordu: Bilginin, duygunun, sezginin, arzunun, tutkunun, aklın, hazzın, ahlâkın ve tüm bunların toplandığı bir özgürlük alanı… O alanda uzun zaman, ayağımızı bastığımız şu dünyadan pek bir ize rastlanmadı; rastlandıysa da fazla önemsenmedi. Şairler, bedenlerinin şimdi ve burada olmasının yükünden kurtulup kendilerini tamamen tinsel bir boşluğa bırakmaksızın, şairde sayılmadı. Her şeyi o gökyüzündeki başıboş hakikat yönetti.

Oysa hakikati gerçeklikten ve bedenden ayırmak ne büyük bir iddia ve ne büyük bir hataydı. Tinselliğin dumanının tüttüğü, gökyüzüne yayıldığı o kutsala taş nerede yanmaktaydı? Oraya nasıl ulaşılabilirdi? Bunların yanıtını Tanrı’dan başka bilen var mı? Üstelik eğer böyle bir kutsal ateşe inananlar varsa, onların önerdiği yol acaba ne kadar doğruydu? Bazıları oraya ulaşmak için yalnızca a prioriye bağlı bir özgürlük iradesi gerektiğini, başka hiçbir şeye itibar edilmemesini ve tüm insanların aynı güce sahip olduğunu söyledi. Şairler o gücü hissedenler arasından çıkacaktı. Bazıları bedeni, ruhun bir yükü gibi gördü. Bazıları dilden dile süregelen efsanelere, kutsal metinlere, geleneksel ya da ideolojik söylemlere daldı. Bazıları ise hakikat adına ahlâk dersleri verdi.

Ne var ki bir metropol şairi olmak, şiir sözcüğünün alışılmış anlamlarını bulandırır. Kentli olmak, hakikatten faklı derecelerde pay alan bir topluluğun içini gözlemlemek, kendi derecesini saptamak demektir. Bu, hakikat payını arttıran ya da eksilten de kent sistemlerinin insana bindirdiği yük ile ilişkilidir. Kentleri insanlar kurar, ama bir süre sonra o kent (hele ki metropolleşmiş ise) insanı yönetmeye yeltenir. İnsan bir yandan kent sistemine uyma zorunluluğunu, öte yandan da özgürleşme zorunluluğunu deneyimler. Bu iki zorunluluğun birbirlerinden ayrılması olanaksızdır. İnsan araftadır ve günün birinde kentin tahakkümünden kurtulup özgürlüğe kavuşacağını, doğasından getirdiği niteliklere (ki o nedir?) ulaşabileceğini hayal eder. Kimi şairler vardır: Onlar kentte öyle kovuklara çekilirler ve masalarını o kovuklara öyle gizlerler ki kent onları ne kadar arasa bulamaz. Bu durum, onlar için hayal dünyalarından haber verebilmek adına elverişlidir. Değil mi ki kentin varlığı yok edilmiştir, yükten arınılmıştır, elde gökyüzündeki hayal dünyasından başka bir şey kalmamıştır.

Oysa bir de kent ile özgürlük arasında, yani arafta olduğunu kabullenenler vardır. Bunların şiirleri, sanki sıradan birtakım olayları, sıradan tümcelerle aktarıyormuş gibidir. Orada olup bitenlerin, yani insanlar-arası iletişim biçimlerinin, bedenlerin karşılaşmasının, tahakküm süreçlerinin, mekânlar arasına sıkışmaların şiirleri… O şairler, kalabalık arasında bir şeyler duymaya, bir şeyler görmeye ya da bir şeyler anlatmaya çalışanlardır. Onların şiirleri, kentin yükü ile özgürlük arasından, bir araftan konuşur. Arafta olmayı tercih etmek, sürekli biçimde hem iki yanı da yadsımak hem iki yanı da onaylamaktır bir bakıma. Ya da iki yanın tümcelerini ve imgelerini birbirine karıştırmak, ama asla yok etmemektir. Hakikat denilen şeyi, sıradan olayların gerçekliklerinin güç derecelerine göre tasnif etmektir. Ve en önemlisi, bedenin tam da o zamanda ve tam da o yerde olduğunu, ayakların yeryüzüne bastığını bilmektir. Mademki yine tinselliğin peşine düşeceğiz, arafta olduğumuzu anlatacağız, bunu bedenin sığmaya çalıştığı kent mekânlarında, oraların karmaşasında ve karanlığında aramaktan başka seçenek yoktur.

Rafet Arslan’ın Arafta Firari kitabı, şu şiirle açılır:

Karanlıkta Koca Bir Ağız Vardı

Konuşuyordu.

Karanlık alan devasa tavan mı,

Klostrofobik mağara ya da mahzen mi?

Karanlıkta koca bir ağız vardı; konuşuyordu.[1]

Karanlıktan söz etmek, bize çok zaman olumsuz bir ortamla karşı karşıya olduğumuzu hissettirir. Karanlık-kötü güçler devreye girmiş ve yaşamımızı altüst etmiştir; onlar yüzünden her iyi şey, yerini kötülüğün tahakkümüne bırakmıştır. Çünkü karanlık, bir bilinmeyen, göz ardı edilen ya da henüz anlaşılamayandır. Dolayısıyla yolumuzu aydınlatan, o yolda güvenle ilerlememizi sağlayan bilgilerimiz geçerliliğini yitirmiş, en azından zayıflamıştır. Bu yüzden de karanlık elbette tedirgin edicidir. Oysa şöyle de düşünülebilir: Karanlık, asla bilemeyeceğimiz, onun içinden gelecek bir etkiye karşı hep hazırlıksız yakalanacağımız bir şey değil, merakla içine dalıp orada neler olduğuna bakmayı deneyeceğimiz ve böylece mevcut bilgilerimize yenilerini ekleyebileceğimiz ya da hiç olmazsa bir düşünce perspektifi bulabileceğimiz derinlikli bir yerdir.[2]

Rafet Arslan’ın, karanlıkta konuşan koca bir ağızı, kentin sıkışık mekânlarında duyması ve bunu şiirle eşdeğer tutması, onun bir metropol şairi olarak tek seçeneğidir belki de… Değil mi ki tinsellik, gökyüzünde başıboş dolaşmaktan vazgeçmiş, yeryüzüne dönüş yapmış ve oradaki somutluğa dâhil olmuştur. Kitaptaki şiirlerde, o kentin somutluğu içinde pek çok şey olur; pek çok mekâna girilir ve çıkılır, bir şeyler anımsanır ve unutulur, hükümler verilir, bilgiler çoğaltılır ve azaltılır, tartışmalara dalınır, savunmalar yapılır, saldırılar gerçekleşir, aşklar yaşanır. Her defasında ise karanlıkta koca bir ağız konuşmakta, söyledikleri araftan duyulmaktadır. Rafet Arslan o arafta da şöyle der:

Karanlık bir yıldızı kucaklıyordum.[3]

 

[1] Rafet Arslan, Arafta Firari, 1984 Yay. 2022, s. 9.

[2] Emre Zeytinoğlu, Sanatın Karanlığı, Espas Yay. 2020, s. 12.

[3] Rafet Arslan, s. 26.

 

Foto : Ayberk Çimen

Resimler: İrfan Önürmen