Türkiye’nin siyasal yaşamında Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerinde kullandığı “Yeter söz milletindir” sloganı kadar güçlü ve etkili çok az slogan vardır. Çünkü bu slogan, basitçe bir seçim sloganı olmanın ötesine geçmekte, dile getirildiği dönemi aşan, o dönemin öncesini ve sonrasını, yani hem geçmişi hem geleceği kapsayan, kuşatan, paradigma kuran bir nitelik taşımaktadır.

Bu ise 200 yıllık modernleşme tarihimize bakışla ilgilidir. “Yeter söz milletindir” diyenler modernleşme tarihimize baktıklarında, esas olarak dindarlığıyla temayüz eden bir “millet” ve bir de milletin değerlerine yabancılaşmış, milleti ait olduğu medeniyetten (İslam) koparıp yabancı bir medeniyete (Batı) dâhil etmek isteyen, onu susturup onun adına konuşan, onun vesayetini üstlenen bir azınlık görmektedirler.

İşte Demokrat Parti’nin kendisinden sonra gelen bütün sağ partilere miras bıraktığı temel iddia, Türkiye modernleşmesinin susturduğu bu dindar kitleyi konuşturmak, daha doğrusu onun sesi olmaktır. Buna göre şimdiye kadar millet susmuş ve milletin değerlerine yabancı olanlar konuşmuştur ama artık millet konuşacaktır; çünkü iktidarda artık tam da milletin bağrından çıkıp gelenler, onun değerlerini temsil edenler, o değerlerin taşıyıcısı olanlar vardır.

DP’den sonra gelen Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve diğer hiçbir sağ parti, bu iddiayı DP kadar güçlü bir şekilde sahiplenip hayata geçirememiştir, DP’yi aşmayı ise çok uzun yıllar sonra ancak bir parti başarabilecektir: Adalet ve Kalkınma Partisi. AKP, DP’nin “millet-millete yabancılaşan elitler” ikiliği üzerine kurulu siyasetini en uç noktaya taşımış ve orada da kalmayıp sınırı geçerek yeni bir rejim inşasına girişmiştir. Bu nedenle AKP’nin Türk sağının siyasal mirasını kapsayarak aştığını söylememiz yanlış olmayacaktır.

AKP iktidara geldiği andan itibaren yavaş ve sabırlı bir şekilde hükümet olmaktan devlet olmaya uzanan bir perspektifle ve rejimi değiştirme hedefiyle hareket etmiş, bunu yaparken ise söylemini “vesayet rejimiyle, elitlerle, milletin değerlerine yabancılaşmış olanlarla millet adına mücadele etmek” üzerine kurmuş, kendisini milletin ve onun değerlerinin hakiki ve yegâne temsilcisi olarak sunmuş ve kabul ettirmiştir.

Bu söyleme göre, eğer AKP bu mücadeleyi kazanırsa milletle onu yönetenler arasındaki, yani milletle devlet arasındaki 200 yıllık açı kapanacak, devlet 200 yıl sonra ilk kez milleti temsil eder hale gelecek ve millet de 200 yıl sonra gerçek anlamda iktidara gelmiş olacaktır.

Bu mücadeleye ve hangi cephelerde neler yaşandığına on yılı geçkin bir süredir tanıklık ediyoruz. Üniversite, yargı, medya, bürokrasi vs. bunların hepsi birer birer, referandumlarla, kanun değişiklikleriyle, KHK’larla ele geçirildi. Öte yandan bir cephe vardı ki, hem gerçek hem de sembolik önemi nedeniyle esas yığınak en başından beri oraya yapıldı ve en büyük müdahaleye orası maruz kaldı. Cumhuriyetin kuruluşundaki rolü, “laikliğin bekçisi” olma iddiası, İslamcıların nazarında milletin değerlerine yabancılaşmanın ve din düşmanlığının somutlaştığı kurum hüviyetini taşıması ve her an iktidarı devirebileceğinden duyulan korku, rejim inşası sürecinde orduyu en büyük hedef haline getirdi.

Bu muharebenin ilk safhası Cemaat organizasyonuyla ama muhakkak ki iktidarın bilgisi ve onayı dâhilinde uygulamaya geçirilen kumpas davalardı. Bu davalar aracılığıyla ordu içerisindeki yeni rejim inşasına karşı çıkabilecek unsurlar herhangi bir kayda değer direnişle karşılaşılmaksızın tasfiye edildi. Ama sadece bu değil, bu davalar aracılığıyla yeni rejim inşasının ideolojik/söylemsel altyapısı da tesis edildi. Buna göre Türkiye demokratikleşiyor, askeri vesayetten kurtuluyor, darbeler dönemi kapanıyordu. Bu davaların iddianamelerini adeta Fethullahçı savcılar değil, “yetmez ama evet”le somutlaşan liberal-muhafazakâr entelijansiya yazmıştı. Muharebeyi bu ittifak kazandı ve galipler mağlupları bir tür savaş esiri olarak, bir tür toplama kampı olarak da görebileceğimiz Silivri’ye yolladılar.

Ancak muharebe bununla sınırlı kalmadı; çünkü bu sefer galipler kendi aralarında devletin sahipliği üzerine kıyasıya bir kavgaya tutuşmuşlardı ve elbette ki ordu da bundan azade kalamazdı. Cemaat 15 Temmuz gecesi ordudaki kadroları aracılığıyla eski ortağına karşı bir darbe girişiminde bulundu ve başarısız oldu. Bunun üzerine yeni bir tasfiye dalgası başladı ve Fethullahçıların azımsanmayacak ama yetersiz olduğunu tahmin edebileceğimiz bir bölümü ordudan ve özellikle komuta kademesinden tasfiye edildi. Tasfiyeciler tasfiye edilmiş oldu yani.

Tasfiyecileri de tasfiye eden iktidar artık bu ordunun gerçekten “milletin ordusu” haline geldiğini iddia edebilirdi ki zaten öyle de oldu. Özellikle son askeri şurada yapılan atamalarla ve onun öncesinde eski genelkurmay başkanının Milli Savunma Bakanı yapılmasıyla birlikte, artık ordunun, en azından ciddi bir bölümünün, milletin, yani yeni rejimin ordusu haline geldiği görülebiliyordu.

Ancak ordunun “milletin ordusu” haline gelişi sadece bir yıkım operasyonu ile olmadı; rejim inşasına paralel olarak, rejimin kutsalları ve değerleri, ordunun kutsalları ve değerlerine dönüştürüldü. “Milletin ordusu”, artık “laikliğin bekçisi” değil, “milletin değerleri”nin bekçisiydi; Türkiye’de devlet ve toplum nasıl İslamize olduysa, nasıl dinselleştiyse, ordu da öyle İslamize oldu, öyle dinselleşti.

İşin ironik yanı, “laikliğin bekçisi” ordu, sol korkusuyla ve anti-komünizm adına Türkiye’de kontrollü bir İslamizasyon’un önünü açmış, ancak bir süre sonra yarattığı canavar kontrolden çıkarak onu da yutmuş, rejimle birlikte onu da İslamize etmişti. Artık kodları, sembolleri, söylemi din üzerine kurulu, meşruiyetini ve kuruculuğunu dinden alan bir devlet, bir rejim ve bir de ordu vardı.

Kuşkusuz ordu, geçmişte de dini birtakım motiflerden yararlanmıştı. Şehitlik, gazilik unvanları, ordudan peygamber ocağı olarak bahsedilmesi, peygambere atıfla kullanılan “Mehmetçik” tabiri, evet hepsi dinsel bir karakter taşımaktaydı ama bunlar maneviyat adına ve kontrol altında tutulduğu varsayılan bir devlet diniyle bağlantılı olarak yürürlükteydi.

Oysa yeni rejimle birlikte işler değişti, tüm bunlar işlevsel niteliklerinden dolayı değil, milletin değerleri oldukları için ve yeni rejim “milletin rejimi”, yeni ordu da “milletin ordusu” olduğu için kullanılır hale geldi. Artık tıpkı milletle devlet arasındaki açının kapanması gibi orduyla millet arasındaki açı da kapanmıştı ve devlet millet özdeşliği de, ordu devlet özdeşliği de sağlanmıştı. Buna bir de “damat” üzerinden “yerli silah sanayi” eklendi. Damadın ürettiği İHA ve SİHA’lar İslamcılarla ordunun ve ulusalcıların fantezi dünyasının bağlantı noktasını oluştururken, rejimin ve tepesindeki ismin anti-emperyalist imajına ve emperyalizme karşı ikinci kurtuluş savaşının verildiği söylemi üzerine kurulu siyasal stratejiye büyük katkı yaptı.

15 Temmuz sonrası ortaya çıkan boşluğu MHP’nin doldurmasıyla birlikte, eksik parça da tamamlandı ve din ile milliyetçilik bu sefer devletin resmi ideolojisi olarak birbirine sıkı sıkıya bağlandı, 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi artık nihayet iktidardaydı.

Bu yeni orduda Türk sağının aradığı her şey vardı. Ülkücüler Orta Asya’yı, İslamcılar Osmanlı’yı görüyordu örneğin bu orduya baktıklarında. Runik alfabeyle Türk yazan armaların dikili olduğu üniformalar milliyetçilerin, operasyon öncesi tekbir getiren komandolar İslamcıların içini gıcıklıyordu. “Milletin ordusu”na bakıldığında görkemli eski güzel günlere dönülüyor, kırk kişi Çin sarayına dalınıyor, bin atlıyla Tuna geçiliyordu. Osmanlı yeniden kuruluyor, âleme nizam veriliyordu.

Suriye operasyonlarından birinde çekilen bir fotoğraf ise tüm bu anlattıklarımızı muazzam bir sembolizmle ortaya koyuyordu: Tankın üstündeki bir asker, objektiflere bir eliyle Rabia, bir eliyle bozkurt işareti yapıyordu. İşte karşımızdaki “milletin ordusu”ydu, mensupları milletin çocuklarıydı ve milletin değerlerini temsil ediyordu.

Bu yeni orduyu, “milletin ordusu”nu yeni rejim inşasının hegemonya tesisinde kullanmak, hegemonyayı kurarken buradan da yararlanmak gerekiyordu ve Suriye operasyonları bunun için bulunmaz Hint kumaşıydı. Suriye’de yapılan operasyonları “milletin ordusu” icra etti. Operasyonlar esnasında camilerden salalar yükseldi, hatimler indirildi, fetih sureleri okundu, namazlar kılındı, dualar edildi, bizzat askerlerin namaz, dua, tekbir görüntüleri kamuoyu ile paylaşıldı. Tüm bunlar gösteri toplumuna uygun bir şekilde icra edildi ve bunlara hamaset yüklü şiirlerin okunduğu, içli şarkıların çalındığı klipler eklendi. Yetmedi televizyonlar bu dizilerle doldu, reyting rekorları kırıldı.

Suriye operasyonları aracılığıyla İslamcıların Osmanlı ve hilafet rüyaları, ülkücülerin cihan hâkimiyeti hülyaları, yani Türk sağının emperyal fantezileri ihya edildi. Kürt sorununun bir kez daha güvenlikleştirilmesi ve kriminalize edilmesi böyle sağlandı, iç siyasetin dost-düşman ikiliği ve dış düşmanların içerideki işbirlikçileri söylemi üzerine kurulması böyle kolaylaştı. “Reis”in iç kamuoyundaki dünyaya kafa tutan adam ve tüm dünya mazlumlarının, tüm dünya Müslümanlarının temsilcisi imajı böyle tesis edildi. Ay sonunu nasıl getireceğini bilemeyen milyonların, sokaktaki küçük adamın güç istenci böyle tatmin edildi.

Ve son operasyonla, Fırat’ın doğusuna yönelik harekâtla, zayıflamakta olan hegemonyaya bir süreliğine daha bir can suyu verildi. AKP-MHP fiili koalisyonu tahkim edildi. AKP içi sorunlar bir süreliğine daha halının altına süpürüldü. 31 Mart’ta belediyeleri alıp moral üstünlüğü ele geçiren muhalefet ip gibi hizaya dizildi. Aykırı sesler susturuldu. Uydurma bir “anti-emperyalizm”le, devletin sahiplerinin ve rejimin değiştiğini ısrarla görmezden gelen bir grup ulusalcının desteği alındı. CHP ile HDP arasındaki yakınlaşmaya set çekildi. İttifaklardaki değişikliklerin ve koalisyona yeni partilerin dâhil olmasının önü açıldı. Ekonomik krizin, hayat pahalılığın, zamların üzeri örtüldü.

Velhasıl tek bir hamleyle her şey tuzla buz oldu ve yeni İslami militarizm üzerinden bir kez daha geçici de olsa bir mutabakat tesis edildi, çözülüş bir süreliğine daha ertelendi. Böylelikle bu yeni militarizmin sadece yeni rejimin yapıtaşlarından birini oluşturmadığı, kritik konjonktürlerde onun bir tür kurtarıcısı haline gelebileceği de anlaşıldı.

Bu kurtarıcılığın bize bir kez daha gösterdiği şey şu ki, siyaseti Türkiye’de yeni bir rejimin kurulduğu, bu rejimin olağanüstü bir karakter taşıdığı ve dolayısıyla muhalefetin de buna uygun bir şekilde icra edilmesi gerektiği hakikati üzerinden okumayan ve buna göre konumlanmayan, bunun üzerinden strateji geliştirmeyen hiçbir siyaset tarzının en ufak bir şansı dahi yok.

Bunun dışında gördüğümüz başka bir şey ise şu: Seçimden seçime sandığa gidip “bağrına taş basarak” oy vermenin, özne olmaktan kaçmak için öznesiz cümleler kurarak her şeyin çok güzel olacağını sanmanın, birtakım süper kahramanlar yaratmanın, elini taşın altına gerçek anlamda koymadan bir yerlere varılabileceği hayalleri kurmanın hakikatte hiçbir karşılığı, evet hiçbir karşılığı yok.

Tam da bu nedenle ya hakikatle yüzleşecek ve o yüzleşme üzerinden bir adım atacağız ya da bu “kötü sonsuz”da sürüklenip gitmeye devam edeceğiz.