Ana Sayfa Dosya ROMANTİZM NEDİR?

ROMANTİZM NEDİR?

ROMANTİZM NEDİR?

Yaklaşık iki yüz elli yıldır sorulan soru aynı: “Romantizm nedir?” Bu zor soruya birçok araştırmacı, “Romantikler kimdir?” sorusu üzerinden bir cevap geliştirmeye çabalamış; ve 1760’lardan günümüze uzanan tarihsel seyirde, İngiltere’de Byron, Wordsworth, Blake; Fransa’da Hugo, Lamartine, Nerval; Almanya’da Goethe, Novalis, Schlegel Kardeşler, Rusya’da Puşkin, Polonya’da Mickiewicz, Macaristan’da Petöfi, Amerika’da Emerson, Yunanistan’da Solomos, Türkiye’de Nâmık Kemal gibi birçok edebiyatçının eserlerinden tutarlı bir bütün oluşturmaya çalışmıştır. Bu kadar da değil; Schumann, Chopin, Liszt, Beethoven, Çaykovski, Wagner gibi besteciler; Delacroix, Friedrich, Turner gibi ressamlar; Herder, Rousseau, Bakunin gibi toplumsal düşünürler yahut Sismondi, Carlyle, Proudhon gibi birbirinden çok farklı fikir insanları da “Romantik” diye nitelenerek bu geniş, muğlâk, sınırları değişken çerçeveye dâhil edilmiştir. Ancak bütün bunlar tutarlı bir bütün oluşturmaya yeterli değildir.

Bu portreler galerisinde gezintinin ardından soruyu bir kez daha soralım: Romantizm nedir? Sözlükler Romantizmi ve romantik olanı, ona dair her şeyi kapsayacak ve yine ona dair hiçbir şeyi dışarıda bırakmayacak şekilde tanımlamanın mümkün olmadığını gösterircesine, farklı farklı anlamlar arasında dolaşmamızı teklif etmektedir. Romantizm “şiddetli aşk duyguları”, “hayal gücünden derinden etkilenmiş olmak”, “verili gerçekliğin ötesine geçme arzusu”, “imkânsızı isteyen hayaller kurmak”, “sarsıcı eleştirel fikirlere, devrimci ideallere sahip olmak”, “tutkularla hareket etmeyi makul olana yeğlemek” gibi anlamlar içermektedir.
Aslında Romantizm dendiğinde hemen herkesin aklından geçenleri dile getiren bu atıflar, kavrama biraz edebi, biraz felsefi, biraz politik anlamlar yüklendiğinde usul usul şekillenmeye başlayıverir. Böylelikle edebiyatta romantizm aşk ve tutkulu hislere, prenses ve şövalye ruhluluğa; felsefede romantizm aşkın değerlere, doğaya ve yüceye, mitolojiye, deha-kültüne; politikada romantizm ise özgürlük, âdil bir toplumsal düzen, devrim ya da altınçağ arzularına merak duyup yönelmeye, hatta zemin oluşturmaya başlar.

***

Dünyamızı şekillendiren diğer pek çok kavram gibi, Romantizmin oluşumu da, Avrupa’da zorlu ve sancılı bir yolculuğun neticesinde, feodal düzenden modern kapitalist düzene geçişe paralel olarak, uzun bir zaman dilimine yayılmıştır.1 Sözcüğün ilk kullanımına Geç İngiliz Rönesansında, 1652’de denk gelmekteyiz: “sıradışı”, “yaban”, “benzersiz”, “alışılmadık olan” ve “uç noktada” gibi yan anlamlarıyla romantizm farklı bağlamlarda kullanıma girmiştir. Fransızcada “Romantique” sözcüğü 1675’te görülmekle beraber, yaklaşık yüz yıl sonra Rousseau ile yaygın kullanımına kavuşurken, 1760’lar gibi daha geç tarihlerde Almancada görülmeye başlayan “Romantisch” evvela “Romanesque”le, sonraysa “Romantic”le aynı anlamı kazanarak tedavüle girmiş görünmektedir. Bu dönemlerdeki ilk tanımlama teşebbüslerine baktığımızda, Victor Hugo’nun tabiriyle, romantizmin “edebiyatta özgürleşme” anlamına geldiğini görebiliriz. Goethe’ye göre ise romantizm “klasisizme karşı devrimci bir isyan” demektir. Herder ise romantizmi “aklın bastırıp tahakküm altına almak istediği duyguların gün yüzüne çıkması” olarak görür.

Daha geniş bir zaviyeden bakıldığındaysa, Romantizmin ilk olarak, yüzünü klasikten doğal olana; tabiata, kent yaşamıyla bozulmamış, saf ve mutlu insanlar diyarı olarak hayal edilen pastoral dünyaya dönmek anlamında kullanıldığı görülür. Özellikle Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi ve Napoléon Savaşları ile yaşanan çalkantılı dönem temel bir eşik olarak kabul edilmiş ve Eric Hobsbawm’ın hatırlattığı gibi, 1789-1848 arası Avrupa’da “Romantik Çağ” ve “Devrim Çağı” olarak isimlendirilmiştir.2 Hem söz konusu dönemin tanıkları, hem de dönemin bakiyesi üzerinden konuşan isimler için Romantizm, Weberci bir dille ifade edebilirsek, “Entzauberung”, yani “dünyanın büyüsünün bozulmasına” karşı isyan etmek ya da hüzne kapılmak demektir. Sanayileştikçe mekanikleşen bir dünyada, modernitenin getirdiği sarsıcı büyü-bozumu karşısında bireyin yabancılaşmasına, Marx’ın ifadesiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp kutsal olan her şeyin dünyevileşmesine”; Nietzscheci bir özetle “Tanrı’nın ölümüne” karşı direnmek demektir Romantizm. Ortaçağ kültürüne özlem duymak, mitolojiyi rasyonalizmin tasallutuna inat benimsemek ve kutsalı kutsal, profanı profan olarak tutmaya çalışmaktır.

Jean-Jacques Rousseau

Romantizm yitip gitmekte olan bir dünyanın karşısında sadece melankolik duyguları, yeis ve matemi harekete geçirmez; pekâlâ kurulmakta olan yeni dünyanın yasa koyucusu ve yorumcusu olabilmek adına, fethedici bir dinamizmi de var edecek enerjiye sahiptir. Nitekim politik romantizm, mevcut olanın ve olmakta olanın ötesine geçecek bir çağrıyla, “başka bir dünya mümkün” demekle kendini ifade eder. Bununla birlikte, Romantizm çelişkili doğası gereği hem muhafazakâr hem devrimcidir; hem bireyci hem kolektivisttir; hem dini önemser hem de dini, insanın hakiki ‘yüce’yi keşfetmesinin önünde bir engel olarak görür.3 Özgürleşmek adına otorite kavramını aşındırmaktayken, otoritenin belirleyiciliği altındaki geçmiş güzel günleri, feodal ortaçağı estetize etmekten de geri durmaz. Romantikler Newtoncu ve Kartezyen bilimciliği eleştirir. Aydınlanmanın merkezinde yer tutan rasyonalizmi de fazlasıyla yalınkat ve “lüzumsuz ölçüde mühendisçe bir yaklaşım” sayarak, Tanrı’nın kesinlikle bir muhasebeci ya da matematikçi değil; bir şair olduğunu iddia eder. Bu yönüyle romantikler Tanrı’yla yetinmeyip, İnsanı da şairleştirmeye çalışır. Nitekim Romantizmin trajediyle ilişkisi de buradan itibaren kurulur.

Romantizm şiir ve şiirsellik üzerine kurulur demek yanlış olmayacaktır. Zira Romantizmde şair bazen peygamber, bazen kâhin, bazen kurtarıcı, bazen de ruhaniden çok siyasi bir liderdir:4 Hugo’nun şiirleriyle Fransız yurttaşlığı, Puşkin’in şiirleriyle Rus milli ruhu, Mickiewicz’le Polonya’nın uyanışı, Solomos’un yazdıklarıyla Yunan bağımsızlığı ve Nâmık Kemal’le vatan bilinci kitlelere estetik bir vizyon olarak ulaşmıştır. Romantizm ve romantik şairler, topluma sanat yoluyla bir kimlik kazandırmaya büyük katkı sağlamıştır.5 Bu yönüyle Romantizm, milletlere bir ‘epik’ yaratmıştır. Örneğin Walter Scott’un ortaçağ İskoçya’sını betimleyen şövalye romanları, bugün Mel Gibson’ın Braveheart filminin insanlara sunduğu tüm patriyotik-heroik temaları bünyesinde toplamaktadır. Ata yurdu, hürriyet sevdası, şövalyeler, soylular, yarım kalan bir aşk hikâyesi, otantiklik kültü, folk değerler, milli ruh (Volksgeist), cennet vatan, “kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda” sorgusu ve daha bir sürü şey… Romantizm toplumsallaştıkça politikleşir ve modern milli kimliğin şekillenmesindeki estetik boyutu oluşturmakta başat rol oynar.6

Bu ön-kabullerin onaylandığı ve şiirselliğin belirleyici addedildiği hemen hemen tüm romantik eserlerde hayatın kendisi de, doğaya karşı değil, doğayla iç içe yaşayarak, mensup olunan cemaatle değil, tüm insanlık ailesiyle birlikte “şiirselleştirilir.” Zira doğa, şair olan Tanrı’nın şiiridir. (Baudelaire’e göre ise hiçbir mabede gerek bırakmayan yegâne mabettir doğa.) Bu anlayış Hıristiyanlıktaki nihai amaç olarak İnsanın Tanrı’yla bütünleşmesine romantik bir renk katar. Johann Georg Hamann ve William Blake, birbirlerinden ve elbette “dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlam seni” diyen İslam mistisizminden habersiz olarak, Kitabı Mukaddes’i bir şiir olarak doğada okumaktan bahseder. Elbette böylesi bir yaklaşımın istikameti, dünyayı daha kutsal bir öte-dünya için sevmekten evvel, onu bugünü sonsuzluk hissiyle bütünleyecek şekilde ‘bugünde’ sevmek ve varoluşu, hakikati ve anlamı bütüncül şekilde değerlendirmek olacaktır. Spinozacı tonlamaları olan böylesi bir idealizmden doğan (ve Dilthey öncesindeki daha az karmaşık anlamıyla) yaşam felsefesi (Lebensphilosophie), doğrudan ve dolaylı yollarla organik bir doğa-toplum-birey tasavvuru geliştirmiştir. Bu yolla Tanrı’yı doğada görmeyi, doğayı tanrılaştırmayı ve insanı doğanın bir parçası bilmeyi mümkün hale getirmiş ve doğayı açıkça yüceltip kutsamıştır.7

Lord Byron

Gelişen okur-yazarlık ve yayıncılık kültürünün evrenselleştirici etkisiyle, bir modernite (sanayileşme ve bilimcilik) eleştirisi de olan Romantizm, metropolise, kapitalizme, sömürgeciliğe, bilimsel-teknik devrimlere endişeyle bakarken; bir yandan da yitirildiğini belirttiği masumiyeti yeniden tadabilmek için peri masallarına, yabanıl doğaya, ıssızlığa, maceraperestliğe, aylaklığa, egzotik diyarlara, bilinmeyen kültürlere ve yine bilinmeyen geçmiş zamanlara merak duymaya yönelmiştir. Nitekim bu hevesleriyle (Humboldt ya da Schlegel gibi) romantikler Sanskritçe, Arapça, Urduca öğrenir; Polinezya’dan, Kuzey Amerika Yerlilerinden (bütün o “soylu vahşi”lerden) modern dünyaya yeni değerler taşımayı, kültür transfer etmeyi amaçlar. Delacroix, Nerval, Lord Byron gibi isimlerin gizemli Şark’a karşı duydukları büyük merak Oryantalizmi adım adım inşa eder. Bu “hayali Doğu”da yılanlar bile mistik bir müzik eşliğinde dans ederken, peçeli kadınlar ve altın ziynetli sultanlar egzotik kokularla süslü haremlerinde dünyevi zevklerle dolu bir gizli bahçenin tadını çıkarır. Erken dönem Oryantalizminin gölgesinde, antropolojik incelemeler de, geniş coğrafyalarda hak iddia eden milli tarih tezleri de, Aryan ırk teorileri de hep Romantizmin var ettiği öncü külliyattan neşet edecektir.

Daha geniş bir zaviyeden bakıldığındaysa, Romantizmin ilk olarak, yüzünü klasikten doğal olana; tabiata, kent yaşamıyla bozulmamış, saf ve mutlu insanlar diyarı olarak hayal edilen pastoral dünyaya dönmek anlamında kullanıldığı görülür

Romantikler Binbir Gece Masalları’nın izini sürmekle ve yabancı dilleri inceleyip o dillerden çeviriler yapmakla yetinmez. Olga ile Ivan’ın, Romeo ve Juliet’in aşkını, devleri, cüceleri, prensesleri de derleyip bir araya getirerek folklor çalışmalarını doğurur (ki bu, Andersen’in, Grimm Kardeşlerin, Afanasyev’in, kısacası Romantizmin çocukluğumuz ve çocukça masumiyetimiz üzerinde devam edegelen gücünü gösterir) ve yüksek modernite karşısında “hayali bir Batı”nın da inşa edilmesine katkı verir.

Ancak anlaşılacağı üzere, bu Batının rasyonel değil, irrasyonel yönüne verilen bir katkıdır: Romantik hayalcilik ve duygusallık… Aşk, doğa ve geçmişin ‘soylu’ duygularının (Rousseau’nun Yeni Heloise’i ve Klinger’in Sturm und Drang’ı) birbirine bağlılığı misali, yalnızlık, korku ve dehşet duygusu da fabrika bacalarının kararttığı bir gökyüzünün altında, ruhsuz ve menfaatçi bir düzende, sersefil yaşamaya mahkûm kitlelere bir şeyler anlatır. Charles Dickens romanlarını da, Karındeşen Jack gibi vak’aları da var eden bu kasvetli sanayi toplumudur. Erken birer uyarı olarak, Genç Werther’in intiharı, Friedrich’in uçurumun kenarından sisler denizini seyreden aylak adamının yaşamla ölüm arasında, insanın Tanrı’yla baş başa olduğu Der Wanderer über dem nebelmeer tablosu veya hızla artan mezarlık ve viran haldeki köy evi betimlemeleri, bu yeni dünya düzeninden melankoli dolu bir uzaklaşma çabası olarak okunabilir.

Ancak bir zaman sonra romantik duygu patlamalarını ifade etmeye bunlar da yetmez. Sürekli alkışlanan bilimsel merak, artık dehşetengiz bir yere doğru ilerlemekte ve korkutucu hale gelmektedir. Toplumun uyandırılması ve istim üstünde tutulması gerekecektir. O dönemin arayışının sonucu olarak Romantizmin Gotik, korku ve dehşetli boyutu Shelley’in Frankenstein’ından Münch’ün Çığlık’ına; vampir edebiyatından ‘doom’ ve ‘black’ metal müziğe dek sürekli biçimde çeşitlenmiş ve (19. yüzyılın sonlarındaki Bildungsbürgertum tipi entelektüellerden Kulturpessimismus filozoflarını var eden 20. yüzyıl Avrupa’sı sayesinde) modernliğin huzursuzluğunun ifadeleri olarak günümüze dek ulaşmıştır.

Ancak Romantizmin arayışları bu kadarla sınırlı değildir. Romantikler modernitedeki bitmek bilmez bir ‘şimdi’ye karşı, daha huzurlu bir kozmoloji yaratabilmek adına Hint, Babil ve İskandinav mitolojisine yoğun şekilde müracaat eder, onlardan Schelling’inki gibi bir doğa felsefesi (Naturphilosophie) inşa eder; böylece sanayileşen, kirlenen, tahrip edilen dünyaya Odin’li, Gaia’lı, Tiamat’lı referanslarla ekolojik-felsefi bir yaklaşım sunar. Elbette Romantizmin zengin olduğu kadar çelişkili de olan müktesebatı pek çok defa eko-faşizme de imkân sağlamıştır. Buna rağmen mitleri ve mistik güçleri değersizleştiren Aydınlanmacı söylemin aksine, Romantik mitoloji merakı insanlara mufassal kıssalar ve garip efsaneler temin etmiş, böylelikle onların günlük acılarını hafifletmiştir. Ejderhalar, canavarlar ve kurtlarla başlayıp Kral Arthur masallarıyla, Kızıl Elma ya da Megali Idea benzeri kutsal misyonlar etrafında devam eden etnik mitlerden giderek daha rafine ve serinkanlı bir tarih yazıcılığına doğru evrilmiştir Romantizm. Bununla birlikte bugün de dünyayı büyüleyen popüler kültür-sanat çalışmalarında görüyoruz ki, o köklerden gelmekte olan fantastik, muhayyel veya lejander tarih merakı her daim profesyonel tarihçiliğin yanı başında olacaktır.

***

Burada dile getirdiklerim, Romantizmin devasa birikimini etraflıca anlatmaktan çok uzağa düşüyor. Ancak iyi yanından bakarsak, bu küçücük kesit de, tamamıyla Romantik bir tarz olan fragmanter anlatıma örnek olarak kabul edilebilir. Şurası muhakkak ki, bugün Romantizmi iki yüz elli yaşında ve canlı kılan özelliklerinden biri de, Alman Romantizmiyle yakın akrabalıkları bulunan Schopenhauer, Nietzsche ve Frankfurt Okuluna uzanan iki şeydir; yani fragman formunda yazma geleneği ve romantiklerin Sturm und Drang hareketinin vurucu, çarpıcı, şok edici aforizmalarla okurun bilincini sarsma isteğinden hiç vazgeçmemesi. Eleştirel kültürün kurucu bir unsuru olarak Romantizm hâlâ Novalis’in yaptığını yapmaya ve “büyüsü bozulan dünya”yı yeniden büyülemeye –dünyayı romantikleştirmeye- devam etmektedir. “Sıradan şeylere yüksek bir anlam, alışıldık olana gizemli bir itibar, bilinene bilinmeyenin onuru, sonluya sonsuzluğun vererek…”8

1 Hasan Aksakal, Politik Romantizm ve Modernite Eleştirileri, Alfa Yayınları, 2015, s.16.

2 Eric J.Hobsbawm, Devrim Çağı, 1789-1848, çev: Bahadır Sina Şener, Ankara: Dost Kitabevi, 2005.

3 Romantizmin muhtelif politik ideolojilerle etkileşimi üzerine bkz. Michel Löwy ve Robert Sayre, İsyan ve Melankoli: Moderniteye Karşı Romantizm, çev: Işık Ergüden, İstanbul: Alfa Yayınları, 2015; muhafazakâr romantizm için bkz. Aksakal, a.g.e, s.69 v.d.; devrimci romantizmin çeşitli suretleri için bkz. Max Blechman (ed.), Devrimci Romantizm, çev: Bilal Çölgeçen, İstanbul: Versus Kitap, 2007; Romantizm ve yüce ilişkisi için bkz. Nigel Llewellyn ve Christine Riding (eds.), The Art of the Sublime, Tate Research Publication, 2013.

4 Michael Ferber, Romanticism: A Very Short Introduction, Oxford: Oxford University Press, 2010, s.32-62.

5 Birçok romantik şair, yazdıklarının büyüleyici etkisiyle yetinmeyip bizatihi siyasete katılmıştır. Sadece birkaç örnek vermekle yetinelim: Byron Lordlar Kamarası üyesiyken, Puşkin Dekabrist Hareketin liderlerinden biri olarak politik mücadelede ön safta yer almıştır. Nâmık Kemal’in muhalif devlet adamlığının yanı sıra, onun ilham kaynağı olarak gördüğü Victor Hugo da Fransız Senatosunda senatör olarak görev yapmıştır. Dahası, Lamartine II. Cumhuriyette başbakanlık yaparken, Walter Scott da uzun süre parlamenterlik yapmıştır.

6 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 1998. Hasan Aksakal, Türk Politik Kültüründe Romantizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.

7 Coleridge, 1798 tarihli “Frost at Midnight” adlı şiirinde şöyle der:
And mountain crags: so shalt thou see and hear /The lovely shapes and sounds intelligible / Of that eternal language, which thy God /Utters, who from eternity doth teach / Himself in all, and all things in himself. /Great universal Teacher! he shall mould / Thy spirit, and by giving make it ask.

8 Rüdiger Safranski, Romantik: Bir Alman Sorunsalı, çev: Ali Nalbant, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013, s.11.

 ha_aksakal@yahoo.com

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl