Savaş gibi aptalca şeyler yapmayı seven deliler veya mağara adamları zamanla daha nadir hale gelince, askeri tahkimatlar dağılıp şehrin surları yıkılmış ve yerlerinde sıra sıra ağaçlar, çiçekler ve yasemin çalıları bitmişti.

Barış, uyum, bilgelik ve karşılıklı anlayış duygusu eski sokakları ve bulvarları kaplamıştı anlayacağınız.

Benim sokağım da eskiden mükemmel bir yasemin bulvarını andırırdı. Kışın biraz ıssız görünse de, havaların ısınmasıyla birlikte en uzak kuytuları, çocuk sesleri, kahkahalar, kuş cıvıltıları ve trompetlerden yayılan müzikle dolardı. Trompetçinin en sevdiği yer, penceremden çok uzakta değildi. Bu yüzden, ilkbahar ve yaz aylarında, ikindiden gece yarısına kadar sanki büyük bir döngüdeymiş gibi çaldığı altmışa yakın ezgiyi tekrar tekrar duyabiliyordum.

Bu akustik cennetin tınılarına, şimdi tank paletlerinin çıkardığı gıcırtılar karıştı. Karla kaplı bulvar, morgdaki kefenlenmiş bir cesetten daha canlı görünmüyordu artık. Sokak, darbelenmiş tank kadavraları nedeniyle, paslı demir cevheri ve yasemin karışımından bir kokuyla dolmuştu.

Darbelenmiş tanklar, kışlıklarından dönen « devlet kargalarını » andırıyorlardı. Sokaklar adeta bu kuzgunların aç gaklamalarıyla dolmuştu.

Üç roketin, arkalarında bir duman izi bırakarak, bir evin üzerinden uçtuğunu görüyorum. Saldırganların, şehrin merkezindeki su parkı yakınlarında görüldüğünü bildiren haberler radyodan sık sık tekrarlanıyor.

İşgalciler çemberlerini, kağıda dökülen yağ gibi genişletirek, şehrin değişik noktalarına yayılıyorlar. Ben gibi, bu şehrin insanları, anlaşılan bir kağıt parçasıyız ve birileri üzerimize düşman birliklerinin zehirli yağını serpiyor.

Onların ilerleyişini görmüyorum, ama kafamda tekrar eden iki model var. Muhtemelen önce zırhlı askeri araçlar ilerliyor ve plastikten oyuncaklar gibi görünen yeşil askerler makineli tüfeklerle arkalarından koşuyorlar. Sonra bir an için duraksıyorlar, çünkü ne yapacaklarını ve kimi bekleyeceklerini bilmiyorlar. Büyük bir olasılıkla az sonra şehrin sokaklarının labirentlerinde kaybolacaklar.

Ve sokak aralarında çatışmalar başlayınca, böcek ilacı bulaşmış hamamböcekleri gibi sağa sola kaçışmaya başlayacaklar. Zırhlı araçlar yanacak bir bir, kimisi mahalle sakinlerinin evlerine sığınmaya çalışacak, ama kimse onlara kapıyı açmayacak.

Fahrenheit 451’den Guy Montag gibi köşe bucak kovalanacaklar, şehrin en ucra sokaklarına kadar. Ölmeleri, ama, uzun zaman alacak muhtemelen.

Ve nihayet, Nazilerin yaptığı gibi, vahşice katledilen binlerce siyasi mahkumun cesedini arkalarında bırakarak kaçacaklar.

Günün sonunda, sayıları yirmiden fazla büyük bir sabotajcı grubunun bir okul binasında saklanmaya çalıştığını bildiriyor ajans.

İlk gençlik yıllarımın okulu bu. Yüksek bahçe duvarlarının, Aamu ile arama geçirimsiz bir hudut ördüğü okul.

Duvarlarının, topçu ateşiyle, içindeki istilacılarla birlikte darmadağın edilmesini istiyorum içimden.

Nitekim az sonra bu isteğim gerçekleşiyor. Bir kaç füze okul binasıyla birlikte yakıp yıkıyor ortalığı. Askerler, kopan kuyruklarını yeniden kazanacaklarından emin kertenkeleler gibi toparlanmaya çalışıyorlar. Ama nafile.

Yanan kıyafetlerinin ceplerinde yerel marketlerden alınan makbuzlar bulunduğu söyleniyor. Erzak çantalarında son kullanma tarihi beş yıl önceden geçmiş, sadece içindeki hazır kahvenin hala yenilebilir olduğu yiyecekler bulundu.

Haberlerde bu kadar teferruatı sevmiyorum, çünkü savaşı gündelik hayatın olağan bir ayrıntısı haline getiriyor.

Şimdi okullara, sınıflara yerleştirildi mülteci aileler. Bazı evler içlerinde yaşayan insan yazgılarıyla birlikte sonsuza dek kayboldu şehir manzarasından.

Fakat, mucizevi bir şekilde, ana bulvardaki Opera Binası ve Ulusal Müze yıkılmadı henüz.

Marketlerde yiyecek diye bir şey kalmadı, ama evimde hatırı sayılır miktarda patates ve buzdolabında büyük bir yumurta kutusu ve bir pastam var. Pastanın çağrıştırdığı belirsiz bir kutlama duygusu ruhumu ısıtıyor.

« Ölüm kalım aralığındaki kısacık mesafede bunlarla idare edebilirim » diye düşünüyorum. Sonrası mı? Mobilyalarının yüzeyi tozla kaplı, paslanmış çaydanlığı ve silinmeye yüz tutmuş nhikayesiyle boş bir ev, n’olacak ki başka.

Fin körfezinin liman kenti Viipuri’deydim. Buraları bize aitti eskiden. Kar bile görmüştüm haziran ortasında. Oraları için nadir bir vaka değil aslında. Kar beyaz değildi, kahverengimsi, pas rengiydi. En ince, görünmez parçacıkları, havada, her yerde yüzen demir cevherinden izler bırakıyorlardı.

Demir cevherinden ve deniz havası karışımından, hafif aşındırıcı o aynı koku. Büyük demir çelik fabrikalarının olduğu şehirleri, ağır sanayinin olmadığı diğer şehirlerden ayıran bir koku bu.

O koku, tam yirmi beş yıl boyunca, Aamu ismiyle birlikte, beynimin bir yerinde, ilk fırsatta yeniden çağrılmak üzere hareketsiz kaldı. Aamu, sabah sisi anlamına gelen bir isim. Uzağa gidiyor gözlerim ve ”bazen kokular resimlerden daha güçlüdür” diye geçiriyorum içimden.

Aslında yaşadığım şehir gibi Viipuri de hep bir cephe şehriydi, gerçi cephe hattı beş kilometreden daha az doğudaydı o zamanlar.

Bir grupla birlikte gitmiştim. Otelimizin adı Poseidon’du. Beyaza boyanmış sözde kolonyal bir binaydı burası. Adına sadık kalınarak doğrudan denizin içine inşa edilmişti neredeyse. Bizi sahilden sadece geniş bir tren yolu ayırıyordu. Güzergâh, haddehaneden demir cevheri ve çelik taşımak için kıyı şeridi boyunca inşa edilmişti.

Kudretli kompleksin silueti ince pus içinde uzaktan görülebiliyordu. ”Bu kumsalda yüzülmemeli” demişti taksi şoförü, ”su temiz değil, çelik canavar çok yakın, etinizi ısırır.” diye uyarmıştı. Yıllar sonra aynı canavar kemiriyordu etimizi.

Kafiledekilerin bazıları pantolonlarını katlayıp sığ suda tepinmeye cesaret etmişlerdi yine de. Ertesi gün, peynir beyazı bacaklarında, doğum lekelerini andıran kabarıklıklar belirmişti.

İki halkı biribirine yakınlaştırması umulan köprüler inşa edilmişti şehirde. Tanrı’nın ateş taşıyıcıları karşı yakaya savaş edavatı taşırken, yakmışlardı kağıttan köprüleri. En kötü rüyalarda bile hayal edilemeyen şeylerin, yirmi beş yıl sonra olacakların, habercisi yangınlardı bunlar.

Ayrıca, ne yapılırsa yapılsın, birbirine bağlanmayan ve hep ayrı duracak olan karşı yakalar vardı hayatta.

Şimdi Aamu’nun ruhu zamanın öteki yakasına götüren köprüleri geçmiş olmalı” diye geçiriyorum içinden. Ama, her an dönmek telaşında.

1920’lerde şehrin nüfusunun yaklaşık yüzde on birini oluşturan Yahudilerin neredeyse tamamı, Holokost’un kurbanı olmuştu. Sinagogun sadece bir harabesi görülebiliyordu. Dış duvarının gökyüzüne doğru uzanana kalıntıları, yaralı bir geçmişin anıtı niteliğindeydiler.

Yeniden karlı bulvarı seyrediyorum. Ağaçlar pencere boşluklarından büyüyorlar. Kimse bu kan gölünü durdurmaya cesaret edemiyor.

Şehrim, Viipuri gibi, demir cevheri kokuyor. Deniz havası ile karışık yanan evlerin, yükselen dumanın, kömürleşmiş cesetlerin, harap olmuş tankların kokusuydu etrafa yayılan.

Sadece birkaç gün önce lösemi koğuşunda yatakta uzanmış halde gördüğüm sekiz yaşındaki Nora’ya ne oldu acaba? Kemoterapi nedeniyle saçları dökülmüş, yasemin desenlerinden renkli bir başörtüsü takmıştı. Kalıyorum böyle onu hatırlarken. Kalıyorum kalmasına da, ne şehir kalıyor etrafımda ne de güzel insanlar.

Bombalanan çocuk hastanesinde sonuna kadar tedavi gördü Nora. Bodrumda birkaç gün saklandıktan sonra kaçmayı başardılar belki. Kesilmişti infüzyonlar, ağrı kesicilerle geçirmek zorunda kalmıştı soğuk bodrum gecelerini. Kan değerlerine bakılamadı haftalarca.

Bir çocukta bir tümör keşfedilmişti zamanında. Çaresiz ve acılıydı ebeveynleri Nora’nın. Aynı ur metastaz yapmış, şehrin sağlıklı dokularına da yayılmıştı.

« Savaş nedeniyle Avrupa’da düzinelerce hatta yüzlerce kanserli çocuk sadece ücretsiz tedavi edilmekle kalmıyor, aynı zamanda tümör tiplerinde uzmanlaşmış hastanelere de kabul ediliyorlar. Muhtemelen Avrupa’ya gittiler. » diyor, iyimserliğini, savaşın sapkın mantığıyla açıklarken sesi titriyen komşum.

Bodrum katları kanserli çocukların konaklaması için uygun değil. Bazen insan kalın bir taşıyıcı duvarın altına sığınmaya karar veriyor. Ya hayatımızım taşıyıcı kolonları yıkılırsa.

Zaman, Nora gibi çocukların içinde bilinmezlikler bırakarak ilerliyor. Nora bitkin gölgesini yanında sürüyerek sınırı geçmeye çalıştı muhtemelen. Birkaç sınırlı saat için açılan
hudut kapısının görüntüsü Dante’nin cehennem kapısını andırıyor olmalıydı. Ölülerin ayak bastığı yerleri arkasında bırakmaya az bir yolu kalmıştı Nora’nın. Bahşedilen o birkaç saat geçmeden, ne yapıp edip, birçoklarından önce o kapıya varmalıydı.

Ve sonunda sınırı geçmeyi başardığında, yangınının tam ortasında bir tansığa tutunarak kurtulabilmiş bir ağacı andırıyordu.

Ağacın sınırın öteki tarafına devrilen tarafı yaban bir inatla yaşama dönüp taze filizlerle kaplanırken, sınırın diğer yakasında kalan dalları, bir çağ yangınında, yanıp kavrulmuştu.

Pencereyi açıyorum. Şehir büyük ölçüde savunmasız. Uçaksavar savunması yok, uçak yok. Havada, yeni bir Hitler-Stalin Paktı’nın gizli yansımaları.

İnsan tarihsel paralellikler hakkında düşünmeye devam ediyor. Sınırları tam olarak belirlenmemiş bir Batı. Kemikleri gömüldüğü mezardan çıkarılmış, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir Sırp askeri. Soğuk Savaş’tan kalan bir Amerikan ajanı. Ve önü kıyam, arkası akran, eş dost, sevgili ve akrabayla dolu tel örgüler. Mahşerin atlıları hazır ol durumunda bekliyorlar.

Dün dış duvarına bomba isabet etmiş çocuk kütüphanesine uğradım. Orada görülecek çocuk yoktu gerçi, ama birçok kitap vardı.

Yaşlı bir bayan, muhtemelen bir büyükanne, bir masal kitabı soruyor görevliye. Çocukların masallara ihtiyacı var. Savaşta bile.

Bir masal kitabının kapağında kanepede oturmuş kazak ören yaşlı bir kadın resmine rastladım. Ninem geldi aklıma.

Büyük annem alışveriş fileleri örerdi. Pamuklu, sıkı dokunmuş, yeşil veya koyu mavi renklerden fileler. Hafif ama esnektiler, herhangi bir bayanın çantasına kolaylıkla sığan türden.

Mahalleli, Hanna ninemin filelerini kullanırdı. Satın aldıkları eşyalar herkes tarafından görülürdü gerçi. Filenin deliklerinden düştü düşecek turuncu renkli Gürcü mandalinaları kalmış aklımda.

Eğitimli bir kadındı ninem. Hayatı boyunca kalp hastalığından çekti. Bu yüzden ne bir fabrikada ne de bir ofiste çalışabildi. Çalışmadan evde oturmayı yakıştırmıyordu kendine. Bu yüzden ipe ipliğe sardı. Önce bir iki sipariş alıyordu. Haftada, ayda, yılda kaç tane olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Sonra bir odada, büyük bir ahşap çerçeve üzerinde bir düğüm kafesine gerili rengarenk iplikleri oldu.

Şimdi gönüllüler bodrum katlarında askerlere kamuflaj ağı örmeye çalışıyorlar. Müşterileri mahalleli değil artık, yurt savunmasındaki askerler.

Küçük bir kız, şehri yıkımdan önceki haliyle çizmiş duvara. Resimde bazı evler hala hasarsız, ve yukarıdaki gökyüzü kızıl kızıl parlıyor. Belki sadece gün batımındaki şehirdir resmedilen. Ya da olacakların belirsiz bir önsezisi.

« Normal çocuklardık biz eskiden » diye anlatırdı ninem. « Ergenliğe giren tüm erkek ve kız çocukları gibi çoğunlukla mutlu ve kaygısız, bazen üzgün ve çaresiz, nadiren kızgın ve huysuz. Cennet ve cehennemin karışımından bir şeydi hayatımız. Sevdiğimiz hocalar vardı. Canavarları ve diktatörleri hatırlamıyorum bile. Dünyanın her yerinde barışa kendini adamış barışçıl bir ülkeydi yaşadığımız. Bu yüzden beden eğitiminde bile el bombası atma antremanları yapmak zorunda kaldık. Noel ve Paskalya’da okulda pompalı tüfek atış talimi yapmamız emredilmişti. Barışı getirenler olarak el bombaları ve tüfekler üretiyorduk harıl harıl. Son iki okul yılında, haftada bir askeri eğitim dersimiz vardı. Emekli bir binbaşı bize ulusal savunmanın teorik sorunlarını öğretirdi. Bunun için gaz maskesi takmayı ve Kalaşnikof’u hiçbir parça bırakmadan söküp takmayı öğrenmemiz gerekiyordu. Bazıları, yüksek sesle söylemeden, itiraz ediyorlardı içlerinden.»

Ninemin anlattıkları nedense bana tanıdık geliyor.

Dünyanın bize ağır gelen bir yanından kurtulmak isterken anlaşılan ruhumuza derin çukurlar açtı zaman. Sonra o çukurlara kaybolmuşluk, çokça bekleyiş, hayal kırıklığı, yalnızlık ve sıcak kan doldurdu.

Pencereyi kapatıp odasına çekildi. Aamu’nun beyaz gelinlik içindeki resmi, sanki
hapsedildiği çerçeveden fırlayıp boynuna sarılacak gibi duruyordu. O bakışlar, sevdiğinin hayatın anlamına dair kendince ona verdiği bir yanıttı.

Bu fotoğraf, günün sabah sisleri içinde ağarmasını, yaseminli bulvarın kokularını, keten tohumundan, fındıktan, meyveden ve baldan yapılmış bir ülkeyi, füzelerin arkalarında bıraktıkları kara ince dumanı, uzun hastane yatışlarını, ayinden sonra yalnızlığı bekleyen Pazar günlerini, hududa götüren vagonların raylara sürtünürken yaydığı kokuyu, kavuşmayı engelleyen menteşelerin yuvalarından sökülmelerini, kahverengimsi karı, haki renk üniformaları, rengarenk alışveriş filelerini ve kendi kalbine bıçağı saplayan bir zamanın hüznünü hapsetmişti çerçevesine.

Aamu’nun resmi tüm çağrışımları ve ödeşmeleriyle birlikte aslında yalnızlığındaki
yerini çoktan almıştı. Artık, sadece ukdesiyle yaşıyordu içinde.

TEILEN
Önceki İçerikAkın Ekici’den Nefes Resimleri
Sonraki İçerikUluslararası İlişkilerin Politik Psikolojisi Üstüne
Josef Kılçıksız Hiristiyan bir ailenin çocuğu olarak Antakya’da dünyaya geldi. Hacettepe Felsefe’den mezun olduktan sonra burslu olarak gittiği Finlandiya’da, Tampere Üniversitesinde yardımcı asistan doktora öğrencisi olarak çalışmaya başladı. Aynı üniversitenin Pedagojik Bilimler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, Fin devlet ve özel eğitim kurumlarında felsefe ve yabancı diller öğretmeni olarak çalıştı. Doktora çalışması nedeniyle burslu olarak gittiği Almanya’da, Ernst-Moritz Arndt (Greifswald) üniversitesinde yazar Wolfgang Koeppen’in üçlemesi üzerine araştırmalar yaptı. (Temmuz/2011) İlgi alanları varoluşçu felsefe, epistemoloji (Karl Popper, Thomas Kuhn) Ontoloji (Christian Wolff, Heidegger) ile genel anlamda Alman felsefesi ve postmodern metafiziktir. Kılçıksız’ın ”Zamana Adanmış Yüzlerimiz” adlı deneme-öykü kategorisinde bir kitabı ile ”Buzdan Kuşlar Ormanı” adlı bir şiir kitabı Ekin Yayınevi tarafından (2018) yayınlandı. Kılçıksız’ın ayrıca daha önce yayınlanmış ”Bahar Kapımda” adlı bir şiir kitabı daha bulunuyor. Kılçıksız’ın ayrıca Finlandiya’da yayınlanmış (2004/Eylül) ”Hedelmät jotka eivät tuoksu ruudille” (Dilin barut kokmayan meyveleri) adında bir şiir kitabı da bulunmaktadır. Kültürel ve sosyal içerikli yazıları, ”Aamulehti”, ”Helsingin Sanomat” ve ”Tamperelainen” gibi değişik Fin gazetelerinde yayınlanmış olan Kılçıksız’ın, Türkiye’deki siyasal-sosyal gelişmeleri analiz eden sayısız makalesi de bulunuyor. Tematiği geniş bir yelpazeye dayanan felsefi ve siyasi içerikli denemelerinin yanı sıra, şiirleri ve öyküleri de çeşitli basılı dergiler ve sanal yayın organlarında yayınlannaya devam ediyor. (DevHaber, Duvar Gazetesi, Bianet, Mukavemet Dergi, Artı Gerçek, SalakFilozof, YazıAtölyesi, Cafrande, Komplike Dergi, İnsancıl, DüşünBil, İktisat ve Toplum, Evrensel Kültür, İnsancıl, Ekin, Amanos, Güney, Süje, Bachibouzouck, Gerçek Edebiyat, Kurgu Kültür, Patika, Tmolos, Revue Ayna, Kirpi Edebiyat, Lacivert Dergi, Muhabirce (Almanca ve Türkçe olarak) Asma Köprü, Şiiri Özlüyorum, Yaşam ve Sanat, SonGemi, Elize Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist ve Ek Dergi vb.) Josef Kılçıksız, iyi ve çok iyi derecede Fince, Almanca, Arapça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, ve İtalyanca biliyor. Uzun yıllar Helsinki’de yaşadıktan Josef Kılçıksız, daha sonra Paris’e yerleşti. İletişim: e-posta: hasekjusef@gmail.com