Yapıtlarında giriştiği deneylerin her döneminde olağanüstü çeşitlilik göstermesi ve referans olarak önüne modernizmin izleyicinin empati ve sempati taleplerine karşılık vermeyen başyapıtlarını koymuş olması nedeniyle, Sabahattin Tuncer’in resmini değerlendirmek kolay olmayacaktır.

Sabahattin Tuncer’le dost olmamız, askerlik sonrası, elimde yazı ve şiir yüklü bir çantayla Kuzguncuk’ta sürttüğüm 2004 sonbaharına rastlar. Serkan Işın ve Barış Özgür’le Bakırköy’de Zinhar/Poetik Hars dergisi etrafında bir araya geldiğimiz günler. Kuzguncuk’ta Şevket’in Kahvesi’nde briç oynanıyor öğleden sonraları. Sabahattin Tuncer’le evvela oradan tanışıyoruz. Ama 2001’de yazdığım, satirik bir uzun şiir aramızda farklı bir bağ kurulmasına vesile oluyor. Akşamları Erkan Ertekin’in evindeyiz. Şiirden pasajlar okuyor, tartışıyoruz. Bir gece okumaya/dinletiye Ali Şimşek de katılıyor. Ali Şimşek’in, Erkan Ertekin’in, Sabahattin Tuncer’in yorumlarıyla konu ironiye, küçük burjuva gerçekliğine, yeni orta sınıfa, diyalektik materyalizme dallanıp budaklanıyor.

O günleri, Sabahattin Tuncer’in yine Kuzguncuk’taki evinde, birlikte Marx okumaları yaptığımız, sanat dergilerini incelediğimiz, postmodernist kuramı temellendiren veya eleştiren kitapları taradığımız günler izliyor. Bir süre sonra dergilere, gazetelere düşüncelerimizi anlatabileceğimiz yazılar göndermek istiyoruz. Bu niyetle Rh+ Sanat için Tevfik İhtiyar’la, Cey Sanat için Cavit Mukaddes’le irtibata geçiyoruz. Aradığımız desteği, her ikisinden de, ama özellikle Cavit Bey’den görüyoruz. Birkaç ay sonra benim evsizliğimle Sabahattin Tuncer’in ev dışında çalışabileceği bir mekana duyduğu ihtiyaç, ortak bir atölye tutmak fikrine evriliyor. Tomris Sarpkaya’yı da dahil ederek bu fikri hayata geçiriyoruz. Tomris Hanım, resim çalışmak konusundaki tüm arzusuna karşın, o dönem atölyeye hemen hiç gelemiyor ne yazık ki.

Sabahattin Tuncer, Urla-Uzunkuyu’ya taşınana dek, bir dört yıl kadar, ona atölye, bana ev olan bir ortamı beraberce canlı tutuyoruz. Kuzguncuk’ta “Doktor’un Evi” olarak bilinen, Bostan’ın hemen karşısındaki kırmızı, tarihi binanın taş bir merdivenle inilen bodrum katı bu. Arka tarafı, vaktiyle Kuzguncuk’un açık sineması olan bir odun deposuna, bir tür izbeliğe bakıyor. Gece gündüz, gelip geçenlere kapısı açık olan atölye, Sabahattin Tuncer’in varlığı sayesinde, zamanla kimileri için bir çekim alanı, değilse bir uğrak yeri haline geliyor. Ruşen Eşref Yılmaz, Yavuz Tanyeli, Fuat Çağatay, Erkan Ertekin, Güray Akın, Artin Demirci, Özgür Korkmazgil, Feyyaz Yaman, Müfit İşler, Fikret Yavuzçetin, Ayşe Güren, Aykut Çağlayan, Mehmet Aksoy, Ali Şimşek, Mustafa Özel, Cavit Mukaddes, Ali Demirbaş, Cem Arslan, Davut Yücel, Hale Işık, Derya Vural, atölyenin müdavimleri ya da konukları arasında, isimleri aklıma geliveren kişiler.

Avrupa modernizminin özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreğindeki verimine duyduğumuz ilgi, Sabahattin Tuncer’le ikimizi buluşturan esas paydaydı. Sanat tarihini resmiyle, edebiyatıyla, müziğiyle bir bütün olarak, gerek kendi görece özerk, formel öyküsü gerekse toplumsal tarihi içinde okuyup anlamaya, değerlendirmeye çalışıyorduk. Felsefi açıdan, temelde Kantiyen, ama Hegel’den, Marx’tan, Frankfurt Okulu’ndan, varoluşçuluktan, psikanalizden de etkiler taşıyan bir estetik kuramı oluşturma gayretindeydik. Düşüncemizin ana hatları ya da çıkış noktalarını şöylece özetlemek mümkün: Kaçınılmaz olarak belirli bir tarihsel-toplumsal bağlam içinde dünyaya gelen insanın özne oluş imkanı, “zamanın ruhu”na dair farkındalığına bağlıdır. Ne ki farkındalığı sayesinde hakikatli oluşu, öznenin dünyada olup biteni anlamlandırma çabalarının son bulması demek değildir. Tersine, hakikatli olan, daha çetin anlamlandırma krizleriyle yüzleşebilir. Sanat yapıtının epistemolojik boyutu, öznenin farkındalıkları ve anlamlandırma krizleriyle örülmüş, ifadesini Kant’ın “ereksiz ereksellik” ve “düşünücü yargı gücü” kavramlarında bulan, aynı zamanda varoluşsal bir boyuttur. Öte yandan, sanat yapıtı duyusaldır, imgeseldir, salt kavramla ifade edilemeyendir. Dayanağını, bilimin, felsefenin kavramlarının insana epistemolojik, ontolojik anlamda yetmemesinde bulan bu duyusallık/imgesellik, bizi aynı zamanda form gerçeğiyle karşı karşıya bırakır. Alımlayıcının anlama yetisi ile sanat yapıtını özgür bir oyun ilişkisi içine sokan form, doğanın kaosu karşısında yuva olarak kültürü inşa etmiş insan için, simgesel düzeninin ayrılmaz bir parçasını, yapı taşını ifade eder. Romantizmden başlayarak modern sanat, zanaat üslupçuluğunu aşan bir tarih bilinci ve özdüşünüm içinde, kendi formel tarihi üzerine katlanmıştır. Kendi tarihinin her dönemiyle hesaplaşarak sarsıcı bireşimlere varmış bu mirası devralmak, dünya ölçeğinde halen bir hayli zahmetli olduğu gibi, modern paradigmaya, şimdiki zamana gecikmiş periferide bu mesele daha bir zor, daha bir zahmetlidir. Resim, gözle kolayca görülemeyeni yine gözler için görülebilir, sezilebilir kılar. Sanat, duyularımıza hitap eder ve algı olanaklarının çeşitliliğini, sınırlarını zorlamak, onları tembellikten kurtarmak anlamında, duyularımızı açar. Dünyayı değiştirmek, sosyal bilimlere model ya da esin kaynağı olmak, sosyal-tarihsel laboratuar objesi olmak, politik doğruluğun, etiğin ete kemiğe bürünmüş timsali olmak, toplumsal muhalefeti sırtlanmak, kavramlara göndermelerle insanları düşündürmek, şaşırtmak, onlara mesaj vermek, birtakım önemli gerçekleri göstermek, sanatın özü, asıl meselesi ya da son ereği değildir. Bu tür kaygılar ya da işlevler sanat yapıtına yön verdiğinde toplumsal alan estetize edilmiş ve politik taleplerin acilliği, yakıcılığı, metonimikliği metaforlarla estetik alana ötelenmiş olabilir ki kültür endüstrisinin inşasından sonra, tüm bu alanların iktidar tarafından ne denli düzenlendiği açıktır.

Dile getirdiğimiz görüşlerle, güncel sanat pratiklerini besleyen postmodern kuramlar arasındaki kan uyuşmazlığı gün gibi ortada. Akıntıya ters kürek çektiğimiz için, ayrıca muhtemelen kimilerinde uyandırdığımız “tekerine çomak sokulma” kuruntusu nedeniyle, garipsendik, görmezden gelindik, günün popüler tabirleriyle “elitist”, “demode”, “sıkıcı” sayıldık. Buna karşın, itirazlarımızı yazıya dökmeyi sürdürdük. Siyasi mücadele geleneğinden gelen Sabahattin Tuncer, bu polemikçiliği, Adorno’ya atıfla, “kültürel gerilla savaşçılığı” diye adlandırıyordu. Başlarda metinleri ortaklaşa hazırlıyorduk; zamanla kendi başıma kaleme aldığım, şiire, edebiyata da değinen birçok denemem oldu. Ortak metinlerimiz o dönemki dinamizmimizi, heyecanımızı yansıtır. Cümlelerimiz, polemikçi üslubumuz nedeniyle, coşku, ironi ve retorikle yüklüdür. Bugün geriye dönüp baktığımda savunduğumuz düşüncelerin aslında ne denli yalın olduğunu fark ediyorum. Yalın bir dille ifade edilmeye çalışılması, kalem kavgalarında, jargon tuzağına düşülerek tüketilmemesi gereken tezler bunlar.

Sabahattin Tuncer, günümüz dünyasında ve özellikle de bizimki gibi entelektüel alanda sıkıntılar yaşayan bir toplumda, girdiği kulvarın hakkını vermek isteyen, sorumlu bir sanatçının, öncelikle entelektüel olmaya mecbur olduğunu savunuyordu. Yukarıda da anlatmaya çalıştığım gibi, üzerine aldığı bu entelektüel sorumluluğu, hem kuramsal hem de pratik alandaki verimiyle, sonuna dek yerine getirmişti. Doğru bildiğini her yerde, herkese karşı savunmaktan çekinmeyen, mücadeleci bir insandı. Savunduğu düşüncelerin, önerilerinin hiçbiri ezber ya da alıntı değildi; tümü de yıllar boyu sürdürülen, yoğun okuma, düşünme, tartışma etkinliklerinin sonucuydu. Her şeyden önce, bir Marksist olarak praksise büyük değer verirdi. “Yapıp ettiklerimizin sonucu, önümüze yeni hal olarak gelir ve biz olmakta olanın karmaşasında eylemeye devam ederiz” diye praksisin belirleyiciliğine, diyalektiğe vurgu yapan, özlü bir deyişi benimsemişti.

Yapıtlarında giriştiği deneylerin her döneminde olağanüstü çeşitlilik göstermesi ve referans olarak önüne modernizmin izleyicinin empati ve sempati taleplerine karşılık vermeyen başyapıtlarını koymuş olması nedeniyle, Sabahattin Tuncer’in resmini değerlendirmek kolay olmayacaktır. Buna karşın, Sabahattin Tuncer’in değişik dönemlerine ait resimlerini kendine özgü paletinden, çizgilerinden tanıyıp ayırt emek zor değildir. Resimlerinde detay zenginliğinden çok, yalınlığa, soyutlamaya ve alan parçalamaya önem atfedilmiştir. Soyutlamalarımızın son çözümlemede mimetik olduğundan hareketle, soyut-figüratif ayrımını reddeder. Resim, basitçe, bir kadraj içine alınmış, iki boyutlu düzlem üzerinde alan parçalama işidir. Resmin imgesini kavrama doğru çekmekte birer sınır saydığı Maleviç ve Kandinsky ile arasına mesafe koyarken, görünenin ötesini resmetme itkisini taşıyan kimi modern ve özcü arayışlara, resmin imgesel sınırları içinde kalmaları şartıyla, kucak açar. Cézanne, Picasso, Mondrian ve Rothko ile yolu bu noktada kesişir. Yaptığı resmin tonal armonisine ikna olması, sanırım öteden beri zamanını almıştır. İki düşünür, bir fırça vurur. Kompozisyonun ilk taslağı ne denli güçlü olursa olsun, boş tuval bir kabustur ve gerçekte hiç bitmeyen resim, son halini alıncaya dek birçok kez, kimi zaman dramatik diyebileceğimiz ölçüde değişikliğe uğrayabilir.

Daha yapacak çok resmi, söyleyecek çok sözü vardı. Ama ressamın yanı sıra, bir düşünür olarak, mevcut verimiyle bize altından kalkmakta zorlanacağımız pek çok tablo, metin, seminer ve söyleşi bırakmış oldu Sabahattin Tuncer. Herkese katacak çok şeyi olduğuna inandığım bu özgün ve sıra dışı verimi gerektiği gibi değerlendirmeye çalışmak, sanatçının, entelektüelin boyun borcu sayılır.

31 Aralık 2017, İstanbul