Ana Sayfa Dosya Sağcılığın ‘Kitsch’ Sanatı

Sağcılığın ‘Kitsch’ Sanatı

Sağcılığın ‘Kitsch’ Sanatı

Şimdiki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başında bulunduğu AKP iktidarının ikinci dönemine denk gelen süreçte, “Sınıfsal arka planımızı sağlamlaştırıyoruz” diyordu. Bu sınıfsal arka plan hemen akla geldiği gibi MÜSİAD ve Anadolu Kaplanları’ndan çok, Türk Sağ İktidarları ve Sağcı Kültür adlı yazımızda belirttiğimiz gibi “lümpenden kendilerine göre burjuvalığa terfi eden az eğitilmiş toplum katlarının politikleşen grupları”ydı. AKP iktidarı, MÜSİAD ve Anadolu Kaplanları’na yaptığı şey şuydu: Kendisine rakip ve tehlike olarak gördüğü, laik diye kodladığı, ancak sonradan İstanbul Kaplanı değil, kâğıttan kaplan olduğu iyice belli olan laik sermayeye karşı uluslararası ticaret alanını açmak, azgınca beslediği ithalat rejimiyle ve inşaatla yurtdışına taşınmalarını sağlamaktı. Onlar da bu kazançlarla, büyük kentlerin ve Anadolu’nun organize sanayi bölgelerindeki parayı bulmuş lümpen grupları besledi, “burjuvalığa” terfi ettirdi. Dönemin AKP destekçisi, “kullanışlı salakları” liberaller de “Müslümanların artık burjuvalaştığını, bu yüzden laikliğe bir tehlike oluşturmayacaklarını” sık sık yazdı.

Sağcı ve Müslüman kesimde yığılmaya başlayan sermaye, bu kesimlerin “aydınları” arasında bir muhafazakâr, sağ bir sanata kaynak oluşturabilir mi sorusunu sordurmaya başladı. Acaba “sağ ve muhafazakâr” dünya görüşünün sanatı uluslararası sanat dünyasına açılabilir, buradan alınacak bir onayla sağlanan itki ülke içinin kültürel hegemonyasını değiştirebilir miydi? Çokça çalışıldı ve şimdilik “uluslararası” ayak başarılamadı, – TRT2’nin açılması uzun vadede buna bir destek olarak düşünülmüş olmalıdır- ama bu durum içe yönelik bazı çıkışların yapılmasını da engellemedi. “Ticaret, tarikat ve siyaset ayağı boş durmadı. Gelişen az eğitimli, lümpen besleme sınıfın estetik beğenisi okşayacak bir “nesne-kitsch” üretimi ortalığı doldurdu. Bu yazıda da anlattığımız sınıfsal arka planla ortaya çıkan bu görüngüleri tartışmaya çalışıyoruz.

Sağcı sanat olur mu

İki bin on iki yılında, önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün kültür ve sanat işlerinden sorumlu danışmanı Prof. Mustafa İsen yaptığı bir konuşmada mealen, “İktidarı ve siyasal merkezi eline almış bir dünya görüşünün kendi sanatını da hayata geçirmesi, var etmesi ve insanlara sunması” gerektiğini söylüyordu. Bu dünya görüşü; elbette 2002’de iktidarı büyük bir ekonomik kriz sonrası devralan AKP’nin İslamcı-liberal dünya görüşüydü. İsen’se buna “muhafazakâr kültür” diyordu. 1990’larda AKP’nin içinden çıktığı RP’nin belediyeleri ele geçirmesiyle başlayan bir iktidar inşa sürecinin sınıfsal arka planı da belediyeler ve devlet eliyle şekillendiriliyordu. Mustafa İsen’in sözleri; bütün bu “sınıfsal” yapılanmanın artık tamamlandığı ve “kültürel hegemonya” safhasına geçilebileceği inancının oluştuğu dönemi de anlatıyordu.

Bunun üzerine bilindiği gibi o zaman kendileriyle ittifak halindeki “KOBİ, esnaf ve devlet içindeki örgütlenmeden oluşan cemaatin gazetesinde prof köşe yazarı bir muhafazakâr sanat manifestosu yazdı. Böylece o dönem büyük bir “muhafazakâr sanat olur mu olmaz mı” tartışması başladı. Evrensel Kültür dergisi de yaptığı bir dosyayla konuyu tartışmaya açtı. O dosyaya yazdığım “Kutsalla Sanat Arasında” adlı yazıda: “İktidar ve devlet ellerindeyken alabildiğine hızlı bir şekilde toplumu kendi geçmiş kültürü içinde tutuculaştırmak, feodal ve ataerkil ilişkileri baskın hale getirecek, ‘belirsiz ve silik bir geçmişi’ (bütün faşizmler gibi) bugünün yaşayan ve kanlı canlı bir anı olarak var etmek gerekiyordu. Bunun için iktidar olmak yetmiyordu, bu gerici ve yoz iktidarın yanına, yeni palazlanmış, şişmiş, kentlileşmiş, refahı yükselmiş yeni muhafazakâr zenginin sermayesini kullanarak bir sanat eklenmesi gerekiyordu” demiştim. (Evrensel Kültür, s. 72, 2012). Bunun temeli de, “[D]indar muhafazakârlığın (…) neo-liberal muhafazakâr yaşam biçiminin yurt genelinde hâkim zümreler eliyle teşvik edilen ve sistematik olarak yürütülen proje haline getiril[mesi]yle oluşturuldu. (Yasin Durak, Emeğin Tevekkülü, İletişim Yayınları, 4. Baskı, s. 23)

Evet AKP’nin arkasındaki sermaye sınıfı büyüyor ve güçleniyordu, KOBİ’ler, MÜSİAD’da TÜSİAD’a karşı bir denge oluşturmak için örgütleniyordu, ama ortaya bir “kültür” çıkmıyordu. Yine de; “Lüks ve gösterişçi tüketim, vaktiyle Veblen ve Sombart’ın tartıştıkları gibi, Avrupa’da burjuvazinin kültürel tarihinde önemli bir yer tutmuştur. Türkiye kapitalizminin gelişmesine ilişkin popüler algının da bunlar üzerine kurulu ola geldiğini, yükselen ‘İslami burjuvazi‘nin de İslami moda, beş yıldızlı otellerde verilen iftarlar ve 4×4 arabalara binen başörtülü kadınlar gibi imgeler üzerinden algılandığını biliyoruz. (…) Bunlara eski MÜSİAD başkanı E. Yarar’ın ‘Bir lokma bir hırka felsefesine‘ değil de, ‘Yiğit ondur, dokuzu dondur‘ sözüne inandığını söylediğini de eklemeliyiz. ‘Abdestli kapitalist‘in muhafazakârlığının Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın ‘Dışın süsleme ki dış süsü iç fukaralığından olur‘ sözüyle ifade ettiği kadim kodun ‘muhafaza’ edilmesini içermemesi, kapitalizmin dinamiklerinin geleneği nasıl ‘yeniden icat ettirdiğinin’ göstergelerinden sadece biri” (Necmi Erdoğan, Sınıf Karşılaşmaları, BirGün yazıları…) söz konusuydu. ‘AKP’nin milleti’ zenginliği belli etmeyen tevazusunu bırakıyordu.

Bu şaaşalı, zengin, saraylı ve külliyeli dönemin “muhafazakâr sanat” tartışmalarının başlatacısı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın basın danışmanı Fahrettin Altun’du. Bu kez tartışma çok daha şedit yürüdü. Fahrettin Beyin 5 Temmuz 2018 tarihinde attığı iki tweet söz konusuydu. Bunlardan birinde paylaştığı fotoğrafta, Beyoğlu’nda bir kitapçı çekilmiş kitaplar gözüküyordu ve “yerli ve milli” bir kültür politikasının zamanın geldiğini haykırıyordu. Bu da yetmemiş olacak ki ikinci ve daha şiddetli bir tweetle “kültürel hegemonyamızı” bitirecekleri tehdidini savuruyordu. Burada “biz” elbette sol, laik, aydınlanmacı ve ilerici kültür dünyasıydı. Bu kez “Saray”la, 24 Haziran’da yapılan düzen değişikliğiyle, devleti de yapılandırmışlardı, onlara ne engel olabilirdi?

Nasıl?

Kültürel hegemonya buymuş!

O engeliyse Tarık Çelenk şöyle özetliyordu: “Türk sağının muhafazakâr zenginleri daha çok esnaf veya tüccar olarak hayır işlerine bakmakta. Entelektüel yatırımları, süreç yönetimi olarak görmemekte, zekât, sadaka veya öteki dünyada kazanacakları sevabın niceliksel tartısı olarak algılamaktalar. Bu bakımdan da sınıfta kalmaktalar.” (Tarık Çelenk, Türk Sağının Düşünce Atlası, Mahfil Yay, s. 63) Evet arkalarını dayadıkları sınıf zengin ve güçlüydü, ama koftu, kültürsüzdü. Bütün kültürlerini geçmişte kendilerine kültür bakanlığı yapmış Ertuğrul Günay şu sözlerle açıklamıştı: “Sanatta muhafazakârlık; taklitçilik, tekrar ve yüzselleşme demektir.” (Sabit Fikir Dergisi, 11.03.2014)

Gerçekten de gösteriş ve şaaşayla yaptıkları her türlü kültürel atılım bir kopyadan öteye geçmiyordu. Beton yığınlarına gömdükleri kente bakıyorlar ve o beton lobisine, müteahhit sınıfına seslerini çıkaramıyorlardı. İşte İstanbul’un en güzel tepesine tıpkı Osmanlı padişahları gibi kocaman bir selatin camisi yapıyorlardı, ama Mimar Sinan’ın camilerinin güzelliğini ve ruhiyetini bulamıyorlardı. Saraylar yapıyorlardı, ama sarayları mimari estetiğin katlinden öteye geçemiyordu. Neden? “Kültür vasıtasıyla hayata tutunabilmiş insanın en önemli yaratılarından birisi de içerisinde yaşadığı doğal (maddi) evreni kendileştirdiği ‘mekânlardır‘ ve elbette kutsallıkla da ilişkilidir. Geldiğimiz uygarlık aşamasında, kimi kutsal mekânlar azameti, ihtişamı, ince işçiliği ve insanın tinsel dünyasını konuşturan sanatıyla, içerisine giren insanda huzur, hayranlık ve sükûnet hisleri uyandırmaya devam etmektedir. Öte yandan, bugün İstanbul-Çamlıca tepelerinde (Yüzüklerin Efendisi isimli fantastik romandaki) Mordor diyarının tek gözlü kulesi gibi yükselenler ise sanki o kente, topluma ait değilmiş hissi uyandıracak ölçüde kötücül, abartılı, soğuk ve uzak kalabilmektedir” (Ahmet Kerim Gültekin, Büyüden dine, özgürlükten itaate, doğadan betona…
Kutsal mekânlar, Bilim ve Gelecek Dergisi, Eylül 2018, S. 175) de ondan. İnsansızdılar.

Milli, yerli ve muhafazakâr kültürü inşa etme çabaları hüsranla sonlanıyordu sürekli. Yıkmaya çalıştıkları kültürel hegemonyayı doğru dürüst çözümleyemeden kendi “kültürel hegemonyalarını” kurmaya çalışıyorlardı; sonuçta kuracakları başka bir kültürel hegemonya olacaktı, yani kendi sınıfsal güçlerine ezilenler için yeni bir rıza üretebilecek hegemonya. Oysa bu hegemonyayı kuracak kendi sınıfları, yıkmaya çalıştıkları kültürel hegemonyayla “alışveriş” içindeydi ve sürekli değişiyordu. Sosyal medya denen bir icat vardı. Burada kendi attıkları tweetler gibi başkta tweetler de atılıyordu. Bu tweetlerden bazıları güncelle ilgili de olmuyor; şiir, öykü, ufarak öykü vb edebi türleri de kapsıyordu. Bunlardan etkilenmiş olacak ki Nazan Barbarasoğlu adlı yazarları tweetlerle bir ufarak öykü yazmaya çalıştı. Alabildiğine eklektik, basit, ayırımcı, bir içeriğin, alabildiğine kötü bir dille aktarılmasından öte bir şey yoktu ortada. Sosyal medya ortamında hemen büyük bir tepkiyle, eleştiriyle karşılandı. Çıktığı meydan bu “karşılaşmaların” -çoğunlukla seviyesiz de olsa- sıkça yaşandığı bir meydandı zaten.

Muhafazakâr edebiyat Twitter’da

Tüketim İslamı

İslamcı-muhafazakâr yeni zengin sınıfın günlük estetik-sanatsal talepleri de çok geçmeden keşfedildi kapitalist pazar tarafından. İç mimari unsurlarından, iç ve dış giyime, günlük kalem defterlerine kadar, kendilerine hitap eden ürünler arz edildi piyasaya. Özellikle gösterişli, kitcsh olanlar etkiliydi. Kollarda büyük saatler, büyük arabalar, büyük telefonlar, Osmanlı armalı arabalar, Osmanları arabalı defterlere, ajandalara kadar yeni bir tüketim pazarı vardı. Geçen günlerde Çin’den en büyük dışalım kaleminin replika saatlerden oluştuğunu okudum bir gazetede. Osmanlı içinse üretilen saatler hâlâ büyük bir değer taşırmaktadır. Dönemlerinin büyük saat firmaları Osmanlı askerleri için, memuru için, birçok değerli köstekli saat üretmişlerdir. Bugünün yeni-Osmanlı sınıfının büyük çoğunluğu Çin’den alınma replika saatlerle yetinebilmektedir.

Kendi iddialarına göre “kimlikleriyle ve zenginliklerine duydukları güvenle” vardılar artık. Altın yaldızlı koltuklarıyla vali, kaymakam odaları, İslamcı-muhafazakâr zengine hitap edecek ev ve iç tasarımları hepsi o kimliği ifşaya yönelik. Bununla da “solun kültürel hegemonyasını” kırabileceklerini düşünmektedirler.

Elbette bu tartışmayı sadece biz değil kendi içlerinde de yavaş yavaş yapmaya başladılar. Ahmet Davutoğlu’nun ekibinden Atılgan Bayar’ın attığı tweetler de bu tartışmanın kendi içlerinde en az bizimki kadar sert geçtiğini gösteriyor. Bu iyi bir şey, ama bu tartışmanın dönüp dolaşıp geldiği nokta “İslam bunlara cevaz veriyor mu veriyor mu” sorusunda düğümlenip kalıyor. Kendi içlerinde de ağır bir kültürel hegemonik bir yapılanmaları var. Cemaatsiz adım atıp düşünemiyorlar. Rızık, kader, ticaret ve lider kültüne düğümlenmiş bir kültürel hegemonyanın siyasal açıdan ne kadar zora başvurarak ayakta kalabileceğini sormaya bile gerek yok.

Yeni İslamcılık-muhafazakârlığın sınırlarını kim çizecek?

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl