DOĞADA BÜTÜN KUSURLARIN EFENDİSİ İNSAN!”

Sözcüklerin büyüsüne olan inancım, aşkım bu dünyayı dayanılır kılıyor.” diyen ve sanatla şiirin “tek olanak” olduğu diskurundan el almış bir Kadın, Kürt, Alevi ve Şair Sema Güler; bu ateşten kimliklerin ne ‘hayırsever edebiyat sevicileri’ ne de ‘öteki’ler tarafından, “dehşet verici bir etiketlenme ve kataloglanma biçimine dönüşmesine izin vermemek gerektiğinin altını çiziyor.  Ayrıca “Yazmak tüm kimliklerden arınma ve ben’e ulaşabilmek değil midir?” sorusuyla da durduğu yeri net bir şekilde imliyor. Yeni kurulan “Bilim Sanat Edebiyat Derneği” bünyesinde aktif olarak yer alan Şair Sema Güler ile yazma serüveni, eserleri ve “Hayatımda muazzam bir yeri var” dediği şiir üzerine konuştuk.

 

-Şair Sema Güler kimdir?

Dersim sürgünü bir ailenin çocuğuyum. Baba Mansur Ocağı’ndan geliyoruz. Ankara’da doğdum. Başkent’in bulvarlarını tanımadan, gecekondu bahçelerinden cezaevlerine uzanan görüş kabinleri arasında sek sek oynayan bir çocukluk geçirdik. (Çoğul konuşmakta fayda var.) Çocukken bir başka dünyayı gözlemleme şansından yoksunsanız; etrafınızda sizinle aynı şeyleri yaşayan oyun arkadaşlarınızla tüm dünyadaki çocukların yaşamının böyle olduğunu sanırsınız. Kalbimizde beliren yalnızlığı hissedebilir ancak nedenlerini tahayyül edemezsiniz. 12 Eylül’de üç ağabeyim de cezaevindeydi. Annem geceleri bir hastanede hastabakıcılık yapardı, babam işçiydi. Tüm bu hüzünlü koşullarda derdimize ecza olan, hayvanların ve doğanın dilini çözmüş bilge bir adamdı babam. Onun öğrettikleri ile büyüdük. Ağaçları, kedileri, mektupları, kahveyi ve geceyi çok seven biri olduğumu söyleyebilirim şimdilerde.

 

Şairlik serüvenin nasıl başladı? Şair kimliğinin oluşmasında seni etkileyen kişi ve koşullar hakkında neler söylemek istersin?

Dede torunu olmanın avantajlı yanlarından biri Dinler Tarihini, Şiiliği, Zerdüştlüğü küçük yaşlarda hissetmeme yardımcı olması sanırım. Menkıbeler, hikâyeler söz konusu olduğunda mahir bir anlatıcıydı babam. Çocukluğumuz onun anlatılarını dinlemekle geçti. Tüm bunların, beni besleyen, meraklandıran şeyler olduğunu söyleyebilirim. Alevi- Cem meclislerinde âşıklık geleneğinin gereklerini yerine getiren yaşlı nenelerimiz çocukluğumun kahramanlarıydı. Şairlik serüvenim böyle başladı.

-Neden şiir yazma gereksinimi duydun? Şiirin hayatında nasıl bir yeri var?

Beni bölen, beni kesen şeylere karşıdan bakma ihtiyacı duyuyordum. İçime yerleşen saklı, derin ve gizli olan hikâyeleri çok konuşkan olan dış dünyanın kulağınaaz konuşan bir halle yanıtlar veren şiir sayesinde bir diyalog biçimi kurdum. Sözcüklerin büyüsüne olan inancım, aşkım bu dünyayı dayanılır kılıyor. Hayatımda böyle bir muazzam yeri var şiirin.

-Sanat ve özel olarak şiir hakkında ne düşünüyorsun? Bu bağlamda kendi edebiyatı (şiirini) nasıl tarif ediyorsun?

Herkesi kendi varoluşsal sorunlarıyla yalnız bırakan, kaba – sert, akıl çağı denilen bir dünyadayız. Sanatta da herkes öteki olduğu -yani kendisi ile ilintili olduğu hücreler inşa ediliyor. Bunu hepimiz hissediyoruz. ‘Kendimde konuştuğum dil zamanımın dili değil’ diyordu Barthes. Ben de kendimde konuştuğum dili, zamanın ve egemenlerin gölgesinden, savaşarak ayıklıyor özüme sakladıklarımı, incitmeden doğaya ve insanlara aktarmak istiyorum. Ve sözcüklerin içinde erimeyi öğrenmek istiyorum sözgelimi.

-Kitaplarından bahseder misin? Eserlerinde öne çıkan temalar nelerdir?

Feyezân (2010), Uyanış Ağacı (2011), Ölüm Tohum ve Şeyler / Azıcık Aşk (2014), Üçlemeler, Mektuplar, İzler (2016) Pars’ın Rüyaları 2018’de yayımlandı. Tüm şiirlerde doğu, dinler tarihi, mitolojik ögeler, dağlar, ağaçlar, kuşlar, yabanıl olan canlılar, bağışlanma, aşk, ölüm, tanrılarla bir didişme ve kırgınlık hali vardı öyle sanıyorum. “Hikâyeler-Mektuplar, İzler” sevgili Kemal Dinç (Almanya) ve Muzaffer Oruçoğlu (Avustralya) ile ortak metinlerimizden oluşan bir kitaptı. Üç ayrı ülkeden koordinatları, zamanı eşitleyip çalıştığımız gecelerde, mektupların ve postacıların hızla yok olduğu dünyaya gönderilmiş bir selâmımızdı.

-Siyasetin neredeyse kader gibi yaşandığı bir coğrafyada hayata gözlerini açtın… Bu koşullarda sanat ve edebiyat hak ettiği ilgiyi görüyor mu?

Hüznün icrasına yaraşır şekilde bazı yüzlerde o ilgiyi görüyor kanımca. Ülkeyi yönetenler safında beklenen ilgiyi görmüyor tabii. Egemenler tiran tıyneti içinde çünkü. Görseydi, edebiyatın tabiatına uygun olmazdı bu ilgi. Coğrafya başlı başına ne iyidir ne kötüdür bana göre; kader ve kâbus ve sanat ise metafizik uyanışın başlangıcıdır. Buna inanıyorum. Sanatın ve şiirin, bazı çetin coğrafyalarda tek olanak olduğunu çoktandır biliyoruz. Ortadoğu edebiyatı ve sanatı en güzel örneklerini verdi bu anlamda.

-Kadın, Kürt, Alevi ve Şair kimliğinle edebiyat camiasında nasıl karşılandın? Okurlardan nasıl dönüşler alıyorsun?

Bu tür kimliklerin dehşet verici bir etiketlenme ve kataloglanma biçimine dönüşmesine izin vermemek gerekiyor; ne ‘hayırsever edebiyat sevicileri’ ne de ‘öteki’ler tarafından. Yazmak tüm kimliklerden arınma ve ben’e ulaşabilmek değil midir?  Kimlikler hiyerarşisinde en tabanda olmanın zorluklarını yaşasam da kötü dönüşler aldığımı söyleyemem. Kadın olmak en ağırı kuşkusuz. Güçlerin günümüzdeki görünüşü, iktidarın koruması altında üretilip yayılan erk baskıyı yoğun bir şekilde hissettiriyor. Ancak daha tarihsel bir düzleme oturdu düşüncelerim. Anlama, çözümleme, karşı koyma, mücadele olanakları yaratma gayretini duyumsattı. Yerleşik olanı yıkma girişimi gibi isyanı da beraberinde getirdi.

-Çok dilli bir şair olmanın edebiyatına (şiirlerine) etkisini anlatır mısın?

Köksüzlük hissi veriyor bir anlamda. Diğer taraftan köklerini toprağa batırmış farklı farklı damarları olan bir ağacın özüyle kıpırdayan yaprak gibi hissettiriyor. Böyle bir tesiri var şiirlerime. Farklı uygarlıkların karakterleri, dili ve bunların şiire yansıması muazzam bir büyü. Belki de en derin unsurlara ahenkle girmenin bir yolunu buluyor dil. Materyal ve töz arasındaki bağı güçlendirmeye de yarıyor.

-Şiir yazmak ve bu yazdıklarını okuyucuyla buluşturmanın evrelerini deneyimlerinden yola çıkarak anlatabilir misin?

Defterlere yazıyordum ilk zamanlar, hatıratlar ve günlükler arasında biriken dizelerdi. Sonra bir çalışma disiplini geliştiriyor insan. Doğayı anlamak, hakikaten önemli mesele. En büyük mürşidimiz bana göre ağaçlar, sular, ateş, toprak, gökyüzü ve hayvanlar. Tam bir hayranlıkla onların döngüsünü izliyorum. Kafamda şiirlerin hikâyesi ve kurgusu oturmaya başlayınca notlarımı o düzlemde aktarmaya başlıyorum. Geceleri gideceğim yolu biraz daha iyi hissediyorum yazarken. Dosya tamamlanınca yayınevine göndermek kalıyor geriye.

-Günümüz edebiyat ortamı hakkındaki değerlendirmelerin nelerdir?

Gerçekte bir değerlendirmem yok. Gözlemlerim var. Bazı çevrelerde çığırtkanlıkla – suskunluk arası bir çığlık geliyor kulaklarıma: ‘’ Kendimi anlatmak, kendimi tanıtmak, kendimi kucaklatmak istiyorum, birileri beni arasına alsın, daha çok alkış…’’Bunları duymak kaba ve bıktırıcı bir tesir bırakıyor ruhumda. Fakat edebiyatı bir yaşama biçimi haline dönüştürmüş derin, etrafıyla yardımlaşma içinde olan zarif edebiyatçıları da görüyorum. Bu insanın umudunu yeşil, gönlünü ferah kılıyor. İyi ki varlar. Öyle ya da böyle, bu yolu hep birlikte yürüyeceğiz.

-Biraz durulsa da hâlâ can yakan pandemi süreci hakkında neler düşünüyorsun? Bu zorlu süreçten şair olarak payına ne düştü?

Tam bir kıstırılmışlık duygusu ile geçti. Muhtemel dünyalar içinde belki de en korkunç olanını yaşadık. Pek çok emekçinin, sanatçının işsiz-beş parasız kaldığı bir süreç olmasının yanı sıra endişe, ürküntü, yabancılaşma gibi duygularla yakınlarımızın ölümünü izledik. Onları bir başımıza toprağa verdik. ‘Evde Kal’ sloganına öyle sadık kaldık ki dışarıda bıraktıklarımıza karşı olan sorumluluklarımızı unuttuk. Bir sabah bahçemdeki kumruların, bıraktığım buğday taneleri için kavga ettiklerini gördüm. Onları yıllardır tanırdım; sabahları tatlı bir egzersizle dizilir, yiyip içerlerdi. Hırçın değillerdi. Doğada bütün kusurların efendisi insan! Böyle hissettim.

-İleriye yönelik projelerin nelerdir?

Ankara’da kısa bir süre önce Bilim Sanat Edebiyat Derneği’ni kurduk. Onunla ilgili projeleri hayata geçirmek istiyoruz. Kendi kişisel sahamda bir şiir dosyası üzerine çalışıyorum şu günlerde. Onu nihayetlendirmek istiyorum. Okumaya, öğrenmeye, yazmaya hevesimle gidebildiğim, durabildiğim ve susmam gerektiğini hissettiğim yere kadar hep “merhaba” diyeceğim şiire…

.

Sema Güler

6 Şubat 1971’de Ankara’da doğdu. Aslen Dersimli. İstanbul Üniversitesi Tarih bölümünü bitirdi. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Türk Dili Ve Edebiyatı yüksek lisans öğrenimine devam ediyor. Şiir yazı ve söyleşileri başlıca Yeni Perspektif, Esmer, Yasakmeyve, Mühür, Diri Ozanlar Derneği, Şiirden gibi dergilerde yayımlandı. Almanya, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Hollanda, Irak, Suriye ve Gürcistan’da festival, söyleşi ve okuma atölyelerine katıldı. Şiirleri; Almanca, Arnavutça, İngilizce, Kürtçe, İspanyolca, Arapça dillerine çevrilerek antolojilerde yer aldı. Hel yayınları bünyesinde Arkeoloji, Sanat ve Tarih editörlüğü yapmaktadır. Makedonya’da 2017 “Qiriu i Naimit’’ (Naimit’in Mumu) şiir ödülünü, 2019’da Arnavutluk’ta (Dritëro Agolli) şiir ödülünü aldı. Kitapları: Feyezân (2010), Uyanış Ağacı (2011), Ölüm Tohum ve Şeyler / Azıcık Aşk (2014), Asiman Tune Li Ba Min(2016), Üçlemeler, Mektuplar, İzler (2016) Pars’ın Rüyaları (2018)