İlk distopya anlatılarından Doktor Ox Deneyi, Jules Verne’nin en ilginç ve ayrıksı romanlarından biridir. Verne Flandre’da, hayali Quiquendone kentinden bir hikaye anlatır. Kent hayali, olmakla beraber Belçika-Flaman ve Hollanda olarak adlandırabileceğimiz Flandre’ye dönük çok gerçekçi bir hikaye anlatır. Quiquendone kentnin sakin, ölçülü, tutumlu ve ağırkanlı insanları yüzyıllardır hiçbir konuda aşırılığa kaçmadan, herhangiaşırı  bir duygu belirtisi göstermeden, uyum içinde son derece durağan bir yaşam sürmektedir.

Ancak Doktor Ox’un sözde kenti aydınlatma projesiyle gelişi sakinliği, dinginliği ve ölçülülüğü darmadağın eder. Verne uzun uzun Flaman kentlerinin temizliğinden, mesleklerini bir ibadete dönüştürmüş protestan burjuvalarının ölçülü sakinliğinden etkileyici sahneler kurgular. Ox’un aydınlatma projesinden sızan bir ruh (!) bütün kenti değiştiriverir. Sakin burjuvalar birden hiddetle birbirlerine girmeye, komşu kente savaş açmaya hazırlanırlar; birbirlerini düelloya davet ederler apansız. Verne müthiş bir sakinlikle, mekanı ve peyzajı sancılı modern ruhu ironik bir anlatımla gözler öne seriverir.

Doktor Ox’un Flandre tasvirleri bir Veermer ve Pieter De Hoch  resminin ışıklı, sakin ve de duru tasvirlerini hatırlatır. Sanki bir öğle ışığında parıldayan evlerin perdelerini kıpırtadan esintileriyle Hollanda’nın Delft, Amsterdam ya da Antwrep kentlerinden kesitler okşar gözlerimizi. Pırıl pırıl sokaklar, burjuva çalışkınlığını gösteren ama aristokrasinin rokoko aşırılığını göstermeyen mütevazi monbilyalar, ödevi ve tutumluluğu da gösteren kıyafetler, geniş ve ışıklı iç mekanlar, ama en çok boş bir mekan hissi vardır.Elbette Doktor Ox’un aydınlanmacı istekleriyle dolu projeleri bu sakinliği bozsa da, dingin mekan hissi hep eşlik eder anlatıya.

Johannes Vermeer

17. yüzyılda ivme kazanan modernliği bir tarafıyla “sakinliğin keşfi” olarak görmek yanlış olmaz. Bu sakinliği öncelikle Flaman-Hollanda resminde görüyoruz. Tarihin en rafine ticari kapitalizminin, beledi özerk kentleriyle, ama en önemlisi de aristokrasiden özerkleşmiş, dünyanın bütün denizlerinde fink atan püriten burjuvalarıyla Hollanda dünya tarihindeki en özgül örneklerden biriydi. “17. yüzyılda Hollanda, kuzeydeki eyaletlerin Habsburg İmparatorluğu’ndan bağımsızlık kazanma mücadelesi ve 1648’de imzalanan Vestfalya Antlaşması sonucunda, Kuzey ve Güney Eyaletleri arasında resmen bölünmüştü. Kuzey Hollanda, “Birleşik Eyaletler” veya “Hollanda Cumhuriyeti” olarak anılır ve bugünkü Hollanda’nın temelini oluşturuyordu; 1714’e kadar büyük kısmı İspanyolların kontrolünde kalan Güney Hollanda ise “İspanyol Hollandası” diye anılıyor ve günümüzde Belçika ve Lüksemburg toprakları ile Fransa’nın kuzeyindeki bazı bölgelere tekabül ediyordu. 17. yüzyıl bağlamında bu iki kelime, dönemin Hollanda Cumhuriyeti’nin parçası olmayıp önce İspanyolların, ardından Fransızların kontrolünde olan güneydeki Flandre Kontluğu (Flanders) topraklarını ve burada yaşayanları anlatıyordu”. (1)

Ya da Hegel’in Estetik Üzerine Dersler’in Hollanda Resmi üzerine bölümündeki muhteşem tanımlamasıyla söylersek:

Hollandalılar inanç değiştirip Protestan olmuş, despot İspanya Kilisesi ve Tacını yenilgiye uğratmıştı. Hollanda’nın siyasi ortamı, prensi ve zorbayı alt edip yasa önünde boyun eğmeye zorlamış bir aristokrasi tarafından belirlenmemişti; keza halkı da özgürlüklerine kavuşmak için başkaldıran İsveçliler gibi çiftçiler ve ezilen köylülerden oluşmuyordu. Tam tersine, karada dövüşen yiğit askerler, gözü pek denizciler dışında burada yaşayan herkes kentliydi, kent halkıydı; ticaretle uğraşan, varlıklı ve rahat hayat tarzlarına rağmen gösteriş düşkünü olmayan, sade orta sınıf mensubu burgher’lerdi. […] Bu duyarlı ve doğuştan sanata yakınlık duyan insanlar güç sahibiydi ama aynı zamanda adildi; hayatları doyurucu ve rahattı ve resimlerinden bu hayatın zevkine varmak için yararlanmak istediler. Onlar, durumun elverdiği her an resimlerinde bunların bir kez daha tadını çıkarmak istediler: Kentlerinin, evlerinin, mobilyalarının tertipli olmasının, evde hüküm süren huzurun ve bir o kadar da eşlerinin, çocuklarının saygın giyiminin, zenginliklerinin, sivil ve siyasi törenlerinin, denizcilerin cesaretinin, ticaretteki ünlerinin ve dünyaya yelken açan gemilerinin. Hollandalı ressamlar aynı zamanda doğadaki nesnelere içten ve neşeli bir varoluş duygusu katarlar. Resimlerini kılı kırk yararcasına yapmışlar, en üstün sanatsal kompozisyon özgürlüğü ile rastlantısal ayrıntılara karşı duydukları ince hassasiyeti birleştirmişlerdir. Konular hem özgürce hem sadakatle ele alınmıştır ve yalnızca bir an var olan şeyleri sevdikleri çok açıktır. Taze bir bakışa sahiptirler ve dikkatlerini yoğun bir biçimde, en minik ve en sınırlı nesneler üzerinde toplarlar.” (2)

Güney ya da kuzey olsun 17. yüzyılda Hollanda her şeyin “en sözcüğüyle” tanımlandığı bir ülkeydi: yılda 70.000 resim yapılıyor, 110.000 parça kumaş dokunuyordu, gayri safi millî gelir 200 milyon guldendi. Hollandalılar Avrupa’nın en kentleşmiş toplumuydu ve ülke en yüksek okur-yazar oranına sahipti; evinde sanat eseri bulunan kişi sayısı ortalamanın çok üstündeydi, toplumsal altyapı sağlamdı ve farklı dinî inançlara tolerans gösterilirdi. İşte bu en rafine Burjuva kentlerinde resim Avrupa’nın güneyinde alevlenen Rönesans resminden ve katolik Barok anlayıştan bambaşka yeni kıtalara açılıyordu.

Pieter Bruegel

16, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Pieter Bruegel gibi ressamlar (ya da aileler) ülkenin kırsal kesimine, köylere, düğün ve gündelik hayata dair ilgiyi artırmış ve “Genr (Tür) Resmi” dediğimiz yeni bir türün temellerini atmıştı. Buradaki ilk kırılmalardan birinde 16. yüzyılda 1560’da yapılan Bruegel’in ünlü “İkarus’un Düşüşüne Eşlik Eden Manzara” resmi asılı durur bütün heybetiyle. Tuhaf bir isimdir. Belki de manzara ismi ilk bu tabloda geçer bilemiyorum. Ufuk sonsuzluğa uzanır, korkulmaz artık okyanustan. Güzel kentler göz kırpar izleyene… Her şey sakindir tarihin ilk burjuva devleti Hollanda’da… Bir ticaret gemisi duru bütün heybeti ve özgüveniyle oracıkta. Bir köylü tarlasını sürmektedir, bir balıkçı sakince oltayı sallandırmış nevalesini beklemektedir protestan bir şükür duasıyla… Ama bir ayak görürüz birden balıkçının ve geminin yanı başında. Kimdir bu? Balığın peşinden dalan bir yüzücü mü yoksa… Denize düşmüş, uzak okyanusların iyoduyla derisi kararmış acemi bir tayfa mı yoksa?

Hayır; İkarus’tur o… Babasının yaptığı balmumu kanatlarıyla hapsedildiği kuleden kaçan, ama uçmanın, özgürlüğün hazzıyla daha da yükseğe ulaşmaya çalışan… Ama güneşe yaklaştıkça eriyen kanatlarıyla yeryüzüne çakılan maceracı çocuk. Özgürlüğün sınırı!

Koca Brueghel kapitalizmin şafağında başka bir dünyayı gösterir. İkarus düşmüş ve kimse görmemiştir bu düşüşü. Herkes işinde ve gücündedir. Tarlalar sürülür, hesaplar yapılır, muhasebe defterleri işlenir ve ticaret devam eder… Bu yeni dünyada eski kahramanlara yer yoktur… Bize kalan sakin bir gündelik hayat ve manzaradır.

Belki de sanat tarihinde yapıtın adınının yapıtı okumaya zorunlu kıldığı ilk resimdir. Belki de ilk ironi ve kavramsal yapıt… Eğer ismini bilmesek karşımızda sadece janr resmi ve manzara vardır. Manzara yenmiştir İkarus’u. Modernlik eski dünyayı süpürmeye başlamış. Sosyolog Weber’in deyimiyle: “Dünyanın büyüsü bozulmuştur” artık. Artık İsa, Meryem, kafaret talep eden acı (pathos), Azizler, Yunan tanrıları, Kupidolar ve alegoriler yoktur. Mitoloji tablonun ismini bilmesek sadece bir ayakta kalmıştır. Geriye kalan, gözü büyük bir iştahla davet eden geniş manzaradır artık. Sakince seyredilen panorama. Sakinlik keşfedilmeye başlamıştır Flaman huzurunda ve burjuvanın asketik (çileci) çalışkanlığında.

Pieter De Hoch

17. yüzyıla gelindiğinde manzara zengin ve temiz kentlerin, ev içlerinin (interior) sakinliğiyle ışıldamaya başlar. Bu resim tarihinde gerçek kırılmalardan biridir. Pieter de Hooch’un resimleri, geniş zaminleri, parke taşları, ahşap döşemeleri ile orta sınıf evlerinin huzurunu üfler izleyiciye. Masa başında sohbet eden, bir şeyler içen ev ahalisinin, sokaklarda oynayan çocukların ve kümes hayvanlarının seslerinde yankılanan sakinliğin ve suskunluğu vardır bu resimlerde. Boşluk keşfedilmiştir artık evlerin parkelerinde.

Boşluk iç mekanı daha bir görünür kılar, huzuru perçinler. Kuzey ışığının donuk parlaklığı lirik bir mutluluğu çağırır. Ya da Johannes Vermeer’in altın saçaklarıyla yüzlere yansıyan portreleri, dingin ev içleri, bir bilim adamının özgüvenli bakışlarıyla pencereye uzanan keşifçiliğindeki sakinlik hep aynı coğrafyanın ve burjuva dinginliğinin şiiridir. Penceren sızan altın sarısı yalımlar, orta sınıfın kutsal meşguliyetini, çalışkanlığını, evin güvenlikli çeperini ve mülkiyetin hukuki statüsünü aydınlatır. Sütçü kızın mutfaktaki eylemi sanki saatlere yayılmışlar gibi yavaşlık vazeder bizlere. Sürahiden çanağa uzayan, sünen ve de yoğunlaşan sakim bir zamanı (aura) içeriz sanki.

Evet ilk resimde, manzarada, natürmortta, portrelerde ve ev içinde keşfedilmişti sakinlik ve zeminlerin yayılan boşluğu. Sadece sanat mı? Değil elbet; Descartes Katolik Fransa’dan bunaldığında Hollanda’nın sakinliğine sığındı, İlk felsefi çalışmalarından olan “Compendium Musicae”yi burada yazdı. Modern materyalizmin ve de acımasız eleştirinin öncüsü Baruch Spinoza’nın merceğinin perdahından sayfaların mürekkebine yansıyan cümlelerinde, kuşatan panteizminde de Amsterdam’dan Lahey’e bu soğuk, altın sarısı sakinliğin izleri bulunur. Pieter de Hooch’un aydınlık ve gözü boşluğa çeken ev içi zeminleriyle Etika’nın aydınlık eleştirisi arasındaki mesafe çok uzak değildir. Hepsi aynı sakinliği, alegori dışı, tacın, kilisenin, Kutsal ile hantallaşmış bir dünyanın dışında aramışlardır.

1 MICHAEL NORTH, Hollanda Altın Çağı’nda Sanat ve Ticaret, çev. Taciser Ulaş Belge, İletişim Yayınları, 2014, s.11

2 G. W. Hegel, Estetik, çev. Taylan Altuğ-Hakkı Hünler, Payel Yayınları, 2015, s.380-381

TEILEN
Önceki İçerikPanoptikondan Kaçış: İzlenmeden Görsel Failliğe
Sonraki İçerikZoltán Fábri-Beşinci Mühür (Türkçe Altyazılı)
1970, Gaziantep doğumlu. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudu. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı. Yazıları Pasaj, Evrensel Kültür, Yeni Sinema, Yeni Film, soL, Cumhuriyet, Varlık, Sanat Eylemi, Üç Nokta, Bağımsız’da yayınlandı. 2008-2012 yılları arasında BirGün gazetesinde kültür sanat editörlüğü yaptı ve yazılar yazdı. Yurt Gazetesi Kültür Ek yayın yönetmenliğinde bulundu. 2004-2012 yılları arasında Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Kültürel Çalışmalar Yüksek Lisans programında ve İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde medya, küreselleşme, popüler kültür ve sinema üzerine dersler verdi. AICA-Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği üyesi.