Ana Sayfa Litera SALGINI KARŞILAMAK (ÖYKÜ)

SALGINI KARŞILAMAK (ÖYKÜ)

SALGINI KARŞILAMAK (ÖYKÜ)

Muhtar, bastonunun çengeline dayanmış, çay bardağı altı gibi kalın gözlüğü bir tarafından burnunun üzerine akmış, bahçeye girdi.

“Öğretmen!” dedi, “Okulu tatil edeceksin!”

“Muhtar sensin Hasan Bey Amca. Ama bunun için, köylü okulu istemiyor diye bir tutanak yapmamız lazım.”

“Köylünün okulu istemediğini kim söyledi sana Öğretmen oğlum?”

“Niye okulu tatil edeceğiz peki? Daha birinci dönemi bile tamamlayamadık.”

“Salgın geliyor Öğretmen, salgını karşılayacağız.”

“Salgının silahlı adamı yok ki toprağımıza girmeden karşılayalım?”

“Askerliğini öğretmen olarak da yapsan askersin, bilmen lazım. Senden çok daha güçlü olan düşmana karşı ne yaparsın? Gelsin vursun diye durduğun yerde bekler misin?”

“Dedim ya Muhtar, bu düşmanın askeri yok. Olsaydı, bekleyip ölmektense, önce biz saldırırdık.”

“Bu düşman bizden çok güçlü delikanlı… Uğradığı köyleri kasıp kavuruyor. Hükümete haber gönderdik. Sen yazdın dilekçeyi, ben çifte mühür bastım. Ama ondan yardım gelene kadar bu salgın çocuklarımızı bitirir. Teslim bayrağımızı çekeceğiz, çocukları da alıp en yakın köye salgını karşılamaya gideceğiz.”

“Çocukları salgının olduğu köye götüreceğiz yani?”

“Onun istediği onlar.”

“Gelip çocuklarımızı alacaksa niye kendisi gelmiyor da ayağına götürüyoruz?”

“Merhametini isteyeceğiz melunun.”

“O melun da çocuklarınızı affedecek?”

“Affetmeyecek, şaşıracak. Beklemediği bir zamanda çocuklarımıza saldıracak. O işini yapacak, ama çocuklar gafil avlanmayacak. Düşmanından ilk şaplağı yiyen çoğunlukla kavgayı kaybeder. Biz hazırlıklı olursak belki çocukları kurtarırız.”

“Nasıl olacak bu iş Allah aşkına Muhtar Hasan Bey Amca? Ayağımızla götürüp çocukları hastalığın kucağına atacağız… Düşman askeri değil ki gece baskın düzenleyelim, pusuya yatalım, yattığı yeri yakalım, suyuna zehir katalım… Tanımadığımız, görmediğimiz, bilmediğimiz bir şey bu.”

“Tanıyoruz. Onu bildiğimiz bize yeter. Biliyoruz ki insanoğlu var olduğundan beri bu melun hastalık da var. İnsanoğlu var olduğuna göre, bu şeytan, demek ki, daha çok zayıfları götürmüş…”

“Bizim çocuklar da zayıf Muhtar Amca. Dere tepe aşıp köyden köye okula geliyorlar. Öğlenleri kuru ekmekle, çeşme suyuyla karınlarını doyuruyorlar. Nasıl zayıf olmasınlar?

“Haklısın Öğretmen. Onun için de çocukları önce kilerlerimizdeki en kuvvetli yiyeceklerle besleyeceğiz. Kadınlar ceviz, badem çuvallarının ağzını söktü bile. Pestille meyve kuruları da hazır. Bilirsin, aslında yeni yıl gelmeden bizde çuvalların ağzı açılmaz, yeni meyve çıkana kadar kurusunu yeriz. Ama bu yıl farklı. Salgını duyduğumuzdan beri kadınlar ahırlarımızdaki tavuklara bizden daha çok bakıyor… Hangisini önce keseceklerini sıraya koydular bile. Çocukları bir hafta besiye çekip öyle götüreceğiz salgın köyüne.”

“Bu dediklerinizi birliğimde duyarlarsa askerliğim hiçbir zaman bitmez Muhtar. Sırtıma hakileri giydirip beni sünnetsiz kışlasına gönderirler.”

“Bunları yapmazsak okutacağın öğrenci kalmaz Öğretmen!”

“Beni bu işe karıştırmasan Muhtar?”

“Bize yardım etmeyeceksen etme, ama okulu tatil etmen lazım. Çocukların yedirilmesi lazım. Tatil etmezsen yapacak bir şey yok, hükümete gücümüz yetmez. Ama bütün köylerin kadınları çocuklarını beslemek için ellerinde çıkınlarla her gün okula doluşur haberin olsun… Bizim kadına göre, hastalığın bu köylere gelmesi yirmi güne kalmazmış.”

“Tutanağı yapalım, çocukları gönderelim Muhtar…”

“Tutanağı sonra yazarsın Öğretmen. Şimdi çocukları gönder, herkes evine köyüne gitsin. Sen de kâğıtlarını al eve gel, bir çay içelim. Mühürlerim evde zaten. Sen yazacak, sen okuyacaksın, ben de mühürlerim. Ama elini çabuk tut!”

Okulumuza, bu köyün çocukları hariç, başka köylerin altı mezrasından çocuk geliyordu. Muhtar’la gidip o köylerin muhtarlarını bulduk. Muhtar’ın planı, daha doğrusu Muhtar’ın karısının planını onlara da anlattık. Okulumuza çocuk gönderen her köy hazırlıklıydı.

Yakın okulların öğretmenleri, muhtarlarıyla birlikte gelip beni ikaz etti. Yapacağımız şey, çok eskilerde uygulanan bir hurafeydi. Bu kadar ziyaretten, ermişten, peygamberden sonra bir de hastalıklara mı tapacaktık? Okumuş biri olarak Muhtar’ın karısına uyup böylesi bilimsel açıklaması olmayan bir işi nasıl yapardım?

Aslında bir şey yaptığım yoktu. Bu işte bana düşen, çocukları evin içinde kalmaya zorlamaktı. Herkesten çok beni dinliyormuş çocuklar. Güçlenmeleri için çıkmamaları gerekiyordu ama hasta olmayan çocukları evin içinde tutmak kolay iş değildi. Anneleri evin içinde bir köşe yapmış, büyüklerini bile oraya yaptırıyorlardı. Altlarına kürek tutup pisliği dışarı atıyorlardı sonra.

Bu köylerin evlerinde tuvalet yoktu. İnsanlar, bir evin içinde tuvalet olmasını düşünemiyordu bile. Nasıl düşünsünlerdi? Evlerin suyu, köylere yakın çaylardan, derelerden kovayla alınıyordu. Yaz kış demez, bu çayların kıyısında direkler üzerine örtülmüş kilim çadırların altında yıkanırlardı.

İki hafta sonra, bütün köylerin çocukları, bayrama gelir gibi okula geldiler. Çoğu atların, katırların, eşeklerin üzerine arka arkaya bindirilmişti. Salgının en çok çocuk canı aldığını bildiğimiz köye yollandık.

Köy, kara bağlamıştı. Öğretmen aynı köydenmiş, iki çocuğunu kaybetmişti. Karısı, başkalarının çocuklarına bakmış, hastalığı çocuklarına taşımış diye saçlarını yoluyordu. Köyün yakınındaki mezarlık, karın yüzüne çıkmış köstebek kümbeti gibi çocuk mezarıyla dolmuştu. Öğretmen nerdeydi, kimse bilmiyordu. Karısı mezarlıktaydı.

Çocuklarımız, ölümlerin olduğu her eve girip çıktı. Her evin hastalığı ayrıymış, hepsinden aman dilemek lazımmış. Her anne gömdüğü çocuğu yerine, evine gelmiş bu çocuklara sarılıp ağladı. Yaşlıların sözünü dinlememiş, gençleri dinlemiş, salgını karşılamaya gitmemiştiler. Yanlış yapmışlardı.

Biz, salgını karşılamaya gidip döndükten bir hafta sonra kazadan haber geldi: Okulları tatil edecektik.

Bütün köylerdeki okullar, öğrencileri hepten hasta olduğundan kendiliğinden tatil olmuştu zaten. Bizim okul da iki haftayı çoktan geçmiş tatildi. Çocuklar evlerde hastaydı, doktor olmuş anneler, çocuklarını beslemeye devam ediyordu.

Onları Hızır’ın kanatlarına vermiştiler. Hele dağların tepesinde oturan büyük Allahları onları korusun, bahara ziyarete gidip her biri için bir kurban keseceklerdi…

Okulu açtığımız gün, Muhtar, şehre giderken giydiği giysilerini giymiş, babasından kalmış madalyasını takmıştı. Çocuk sahipleri de zor bir kavgadan galip çıkmışlar gibi, temiz giysilerini giyip okula geldiler. Biz içerde derse başlarken babalar, en çok da dedeler, okulun bahçesinde, taze yağmış karın üzerinde sohbet edip uzun çubuklarından, elde oyulmuş pipolarından tütün çekmeye durdular.

Hastalıktan sonraki ilk dersimizde bu hastalığı anlatacaktım. Yoklama yapmadan sıraları saydım, bir eksik vardı. Hesap tutmuştu. Eksik olan, herkesten sonra yakalanmıştı hastalığa, iki güne kalmaz o da gelecekti.

Resim: Andrew Wyeth

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl