Hemen her birimiz, günlük dilin sınırları içinde, aile bireyleri arasında, sokakta, iş yerinde, sosyal ortamlarda “normal olmak, normalim, normal değilim, bu normal değil, sen normal misin, ben neden normal biri gibi olamıyorum vb. ” dilsel ifadeleri sıkça kullanır ve “normal” sözcüğünü farklı bağlamalar içinde tartışırız. Bununla birlikte sözcüğün taşıdığı, işaret ettiği anlamsal kodlar ile ilgili tam bir uzlaşı içinde olduğumuz da söylenemez. Sözcük, her zaman taşıdığı verili anlamın biraz fazlasını, uzağını, farklısını çağrıştırır. Yine de diyebiliriz ki normal sözcüğünün herkesçe onaylanan anlamları arsında “normalin veya normun içinde olmak ya da kalmak”; anormal, sapkın, marjinal, uyumsuz, protestocu vs. olmamak vardır. Ancak biliriz ki normal statik bir kavram değildir, dinamiktir. Yere, zamana, bağlama göre anlamsal olarak değişim gösterir. Zira normatif bir değer olarak hayat, sürekli ilerleyen, ilerlemek zorunda olan ve bu nedenle de verili normlara sığmayan, durmadan yeniden yaratılan doğası gereği kendine uygun norm-ları da sürekli yaratan bir faaliyettir. Normal, normalleşme terimleri 19.yüzyıl öncesi pek kullanılmayan sözcükler olarak hayatımıza dâhil olduklarında rasyonelleşme ihtiyacını, standardizasyonu, normatif sınırlar içinde kalmayı işaret eden anlamsal bir çerçeve içinde işlevsellik kazandı.

İrlandalı, 29 yaşındaki Sally Rooney’in “Normal İnsanlar” adlı romanı piyasaya çıktığında, romanlara ilişkin tartışma ve yorumlardaki tüm enerjiyi emerek kendi serüvenine kattı. İlk romanıyla birlikte kısa süre içinde Sally Rooney kültü oluştu ve onu okumak bir çeşit statü haline geldi. Bir önceki romanı Conversations With Friends de yine en çok konuşulan ve okunan romanlar arasındaydı. Öyle ki Normal İnsanlar (Normal People) ABD’de e-kitaplar hariç dört ayda ciltli olarak 64.000 satışa ulaşarak kısa sürede çok satılan kitaplar arasına girdi. Normal İnsanlar 2018’de İngiltere’de çıktığında, Man Booker Ödülü‘nün popülist alternatifi olan İngiltere’nin Costa Kitap Ödülü’nü kazandı. Ardından Brıtısh Book Awards Yılın Kitabı ve Yılın Romanı Ödülünü, An Post Irısh Yılın Romanı Ödülünü, 2018 Costa En İyi Roman Ödülünü kazandı ve 2018 Booker Ödülü Adayı, 2019 Women’s Prıze For Fıctıon Adayı olmayı da başararak kendi türünde ender rastlanan bir başarı yakaladı. Normal İnsanlar (Normal People) romanı; içeriği, üslubu ve mimari yapısıyla ilgili yoğun tartışmaların yanında “normal nedir, normal kime, neye denir. Normalleşme vs. neye denir?” sorularının da tartışılmasına, gündeme taşınmasına katkı sağladı. Bu kavramın ne’liği, romanın içeriğiyle birlikte sürdürüldüğünde, üretilen çözümleme ve yorumların artı değeri de romanın değerine eklenmiş oldu. Öyleyse ilgimizi romandan önce normal sözcüğüne çevirmekte yarar var.

Normatif olan, hep bir toplumsal tutum ve sosyal ilişki ağları içinde doğar. Dolayısıyla normatif olan da norm-al olan da sosyal değer alanına aittir ve bu normlar, toplumsal ilişki halindeki davranışlar, yargılar, tutum, fikir ve inançlarla ilgilidir. Bu anlamda bir normun pratik işlevi de olayları, herhangi bir grubun bakış açısından arzu edilirliğine göre ayırt etmektir. Normatif standartlar da zamana, bireylere ve daha genel olarak toplumlara göre sırası geldikçe değişir. Ancak standartların işleyişi, verili değerlerin içselleştirilmesini/içselleştirildiğini varsayar. Bir genel uzlaşıya dayalı olarak ortaya çıkan normlar, normalin de ölçüsünü belirler. Bu genel uzlaşıya rağmen bazen, bir grup, bir birey veya topluluk mevcut normun tartışılır olmasını ister ve bunların normal olmadığını ve değiştirilmesi veya büsbütün ortadan kaldırılması gerektiğini hisseder, düşünür, iddia eder, savunur. Normalin karşısına dikilen yıkıcı güç, eğer ciddi ve kararlı ise ortalık karışır ve tarih, normal’in bu çeşit muhalif örnekleri bakımından zengin bir seyir sunar. Bu muhalifler; kâfirlerdir, devrimcilerdir, bozgunculardır, bölücülerdir, anarşistlerdir vs. Ancak ne yazık ki mevcut normların güçlü temsilcilerinin hapishaneleri, akıl hastaneleri, işkence haneleri, sürgün yerleri bu her türden muhalifle dolmuştur/doludur/ dolacaktır. Çünkü normal olan, hep bir toplumsal muhafazakârlığa, kurucu statükoya, müesses nizamın tahkimine ait değerler olarak bizzat devlet denilen güçlü mekanizma tarafından korunur, kollanır, savunulur.

İnsanlık tarihi boyunca güç ve iktidar odaklarınca korunmuş olan normale karşı gelmek bazen yaygın bir bilgi yanlışını, kanaati düzeltmeye çalışmak anlamına da gelebilir. Örneğin bir fani çıkıp da dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyerek bir dogmayı yerinden etmek istediğinde veya Sokrates adında biri, yerleşik inançlara pek de uymayan lakırdılar ettiğinde normalin dışına çıkar ve bunun bedeli olarak ondan bu dünyadaki tek varlığı olan canı, rahatlıkla istenebilir. Bu durumda, ancak, toplum ve iktidarlarca sınırları çizilmiş olan “normal”in kapısından başı dışarı çıkmayan kişinin ” normal bir hayat sürdüğü, normal ve makul bir kişi olduğu” söylenecektir. Fakat bütün bunlara karşın, son yüz yıla gelinceye kadar, eski kuşakların pek de kendilerine ve birbirlerine “Sen, normal misin/ Ben normal miyim?” türünde sorular sorduklarıyla da karşılaşmayız. Onlar için sınırları pek de birbirine karışmayacak daha basit bir hayat vardı. İnsanlar ya iyi ahlak sahibiydi ya da sapkın davranışlar içindeydi. Normal olmak, mevcudun içinde belirli bir konfora sahip olmaya; normalin dışına taşmak da isyana ve kötücül sonuçlara delaletti.

Ancak 19.yüzyılla birlikte kapitalist sistemin hızla yükselmesi, yerleşmesi ve derinleşmesiyle “normal”e dair tartışmalar da çeşitlendi, içerik değişimine uğradı. Yaşamın giderek karmaşıklaşması, sınıf çelişkilerinin keskinleşmesi, çok sayıda yeni meslek alanının doğması, yoğun çalışma temposu, her alana ait aydınlanma, farkındalıkların çoğalması, cinsel özgürlük, bireysel özgürlük talepleri ve bütün bunların karşısında kontrolü hiçbir zaman kaybetmek istemeyen kapitalist sistemin söz konusu olduğu yeni dünyada “normal” de artık farklı biçimlerde tartışılır oldu. En önce, normale ilişkin nesnel olarak kabul edilebilecek bir tanımdan, normalliğin öznel tanımlarına geçildi. Zamana ve yere göre değişen sosyal normların ve normalin sınırlarını çizmek, belirlemek geçmişte daha kolay olabilirken, modernizmle birlikte bu alan da hayatın tümü gibi karmaşıklaştı, flulaştı ve çeşitlendi. Geçmişte, normali kuran gücün nerede olduğu, meşru olup olmadığı pek merak edilmezken, modern toplumda artık bu kurucu güçlerin de çok parçalı, çok odaklı, çok merkezli olmalarıyla birlikte çoğu kez meşruiyetleri de sorgulama konusu edildi. Tek tek insanlar veya çeşitli sosyal gruplar, tarihsel bir sürece kaydedilmiş ve sorgulanmaya mahkûm olduklarını bildikleri bu normların nereden ve kimden geldiğini; neyin normal, neyin anormal veya sapkın olduğuna karar veren zamanın baskın güçlerinin nerde ve kim olduklarını merak eder ve sorgular oldular?

Sally Rooney’in “Normal İnsanlar’ı, Coonnel ve Marianne ise bir taraftan normale ait değerlerin dıştan-dış hayattan dayatılan biçimlerini ve güçlerini sorgularken bir taraftan da içsel bir baskıya dönüşmüş olan kendi beden, ruh ve istençleri ile kişisel değer yargıları arasındaki uyumun-uyumsuzluğun normalini bulma çabasının baskısıyla karşılaşırlar. Normalin dıştan dayatılan baskısı, toplumsal ve sosyal davranış kalıplarının, grup davranışlarına uyma zorunluluğunun, sosyal ve ekonomik statünün, daha genel anlamda güce dayalı dünya düzeninin ve tabi kapitalist sistemin yarattığı olumsuzluklar biçiminde tezahür ederken; normalin bireyin ruhundan, kişiliğinden kaynaklanan iç baskısı ise esasında birinciye bağlı olarak bireyde meydana gelen arızaların karakter üzerindeki olumsuz edimleri olarak belirmiştir. Marianne, “ Ben neden normal insanlar gibi olamıyorum!” derken dış hayatın normalini bir ölçü olarak kendi varlığı üzerinde bir baskıya dönüştürmenin sancılarını yaşar. Çünkü Marianne, özünde zekidir, duyarlıdır, akıllıdır ve hayatın zorluklarıyla başa çıkacak yetenek ve donanıma sahiptir. Ancak uyum sağlamak için harcadığı zaman, emek; herkes gibi olma çabası; statükonun standartlarını karşılama telaşı ve kendini buna göre şekillendirme/me kaygısı kendisine içsel baskı olarak yansır. Bu öylesine yoğun bir çabadır ki yarattığı baskı, Marianne ve Connel’in dengesini, dünyaya uyumunu, yaşantılarını içselleştirmeyi bozguna uğratmıştır. Bunun için fikirlerini azaltmayı, kişiliklerini köreltmeyi, ihtiyaçlarını ve duygularını gömmeyi, saklamayı; kahkahalarını bastırmayı; görünüşlerini değiştirmeyi düşünmüş ve denemişleridir de. Aslında “normal” denen ve ne olduğu tam bilinmeyen, belki de var olmayan bir fikre ayak uydurabilmek için özlerini değiştirmeye çalışmış, bazen tümüyle kimliksiz ve kişiliksiz birer gölge varlığa dönüşmüşlerdir.

Romanda özellikle Marianne’in kişiliği ve yaşantısı bağlamında belirginleşen “normal”lik sancısını, “normal olan nedir, neyin normal olduğuna kim karar veriyor, neden birisi için normal olan diğeri için anormal oluyor, normallik standartları kültürel açıdan uygun mu, normalin kurulu düzenle ilişkisi nedir? “ türünde sorularla birlikte düşünmek gerekiyor. Bu soruların cevaplarını, ilk önce istatiksel ve normatif alanı ayırt ederek bulmak gerekir, sanıyorum. Normalin, normatif alanda çerçevelendirilmesi, ahlaki kuralların, temayüllerin, akli davranışlarımızın ölçüldüğü bir standartı gösterirken; bir veri kümesinin ortalaması veya medyanı ise normalin istatiksel olarak değerini göstermektedir. Bu bağlamda istatiksel olarak normal fiil ve tutumların, toplumu oluşturan bireylerin çoğunluğunun yaygın olarak ve sıkça yapageldiği ve aynı zamanda yapmaya devam etmeleri gereken davranışlar olarak da kayda geçen ve öyle değer kazanan davranışlar olduğunu söyleyebiliriz. Toplum denen kümenin istatiksel ortalaması, aynı zamanda bir sosyal norm olarak da karşımıza çıkmış olur. İstisna olarak da toplum yapısı içinde bir şekilde sıyrılmış, başarılı olmuş, lidere dönüşmüş ve uca yerleşmiş kişilerin davranış ve tutumlarının da zamanla norma dönüştüğünü, söyleyebiliriz. Normalliğin bireye yansıyan olumlu değeri nedir, diye sorulduğunda; romanın sonuna doğru Marianne’in normalleşerek huzuru buluşunda olduğu gibi, sosyal tutarlılık çizelgesine ve organizasyonuna eklenmeyi başaran kişinin artık kendine güveni olan, kabul gören ve huzura kavuşan birine dönüşmesi; olumsuz değer olarak da verili normlara-normalliğe uymayanların dışlanması, marjinalleşmesi, fiziki ve psikolojik cebre maruz kalmasıdır, diye cevap verebiliriz. Ancak her toplumda insanların geneline uymayan, daha zeki, akıllı, yetenekli bireyler olur ve bu bireyler sanatsal, düşünsel, bilimsel yaratıcılıklarıyla öne çıkar. Bu bireylerin ürettiği yaratıcı gerilim ise toplumları ilerletir, sosyal normların dönüşüm ihtiyacını ortaya çıkarır. Toplumsal değişim ihtiyacı, bu anormal bireylerin ürettikleri ve varlıkları üzerinden görülür olur ki toplumsal değişim de normal standartların otoritesinden sapan veya bu yetkiyi kesintiye uğratan davranış seçenekleri sunulduğunda ortaya çıkar. Aslında bir yönüyle, tarihsel ilerlemeler de normal ve anormalin gerilimli ilişkisinden doğar diyebiliriz.

Normal İnsanlar romanındaki olayların çoğu Dublin yakınlarında bir kasabada ve sonrasında da kahramanların Dublin’de aynı okula, Trinity College’e gitmeleriyle Dublin’de geçer. Hikâyenin ana karakterlerinden bir olan Marianne zengin bir aileden gelmesine rağmen ortaokulda/lisede pek çekici görülmeyen, kendisi ile ve arkadaşlarıyla da bağlantısı kesilmiş, dışlanmış ve sevilmeyen biridir. Bir ara aynada kendisini izlerken hatlarını belirsiz, yüzünü teknolojik bir cihaz, gözlerini ise kırpışan iki imleç gibi tanımlar. Romanın başlarında yer alan bu betimleme, hikâye kahramanının ruhunun özünü ele verir. Belirsiz, hiçbir şey ifade etmeyen bir yüz ve yanıp sönen imleç gibi gözler, Marianne’in bir taraftan bir türlü şekil almayan, hiperlucid kişiliğini, dünyayı boş bir tahta olarak gören ve dünyadan geçip giderken dikkatlice gördüğü her şeyi yazan bir beyni simgeliyor. Bu beyin, gördüklerini, uygun gördüğü şekilde yeniden icat ediyor, siliyor ve düzenliyor, sonunda bir çıktı alıp onu buruşturup atıyor ve yeniden boş bir sayfa açıyor. Öte yandan diğer ana kahraman Connell, işçi sınıfına mensup, iyi kalpli ve Marianne’lerin hizmetini gören Lorraine’in oğlu olarak sınıfsal farklılığı temsil eder. Connel, iyi kalplidir ancak yüzü serttir ve bir suçlunun görünüşüne sahiptir. Marianne’in tersine, okulda çok sevilir, popülerdir, okul futbol takımının oyuncusu olarak kızlar tarafından tercih edilen biridir. Connel, okulda Marianne’den uzak dursa, herkes gibi onu sevimsiz ve itici bulsa da girdikleri bir sohbetten sonra gizlice de olsa onunla buluşmaya devam eder. İlişkileri, roman boyunca karşılıklı nefret-bağımlılık, kaçış-yeniden kavuşma sarmalının sarsıcı bir sismografı olarak ilerler. İtme ve çekmeden oluşan ilişkilerinin doğası, ortaya hem olumlu hem de olumsuz etkiler yaratan bir enerji çıkarır. Rooney, Normal İnsanlar’da şeffaf ve hiperlucid büyüyen Y kuşağının sorunlarını, ekonomik ve ilişkisel zorluklarını, hayatları üzerindeki iktidarsızlıklarını, sorumsuzca savruluşlarını, işlevsiz ailelerini, ham duygularını, toksik aşk ilişkilerini ve ayrıca anlam arayışı ve siyasi tatminsizliklerini anlatmaktadır. Aynı zamanda yazar, bu Y kuşağı kahramanların olaylar karşısında, fırsatçı açıklığı dönüşen kaçış biçimindeki tutumlarını, karakterlerinin kayıtsızlığa neden olan nihilist özlerini, tarafsız bir mizahi üslupla anlatıyor.

Ancak bu ilişkide ve kahramanların karakterlerinin seriminde Connel fazlasıyla pürüzsüz, Marianne ise fazlasıyla pütürlüdür. Bir kadın yazar olarak Ronney, kadın kahramanı Marianne’in travmatik, kusurlu yapısını ve normal olmaya çalışırken kendi üzerinde gerçekleşecek olan bir gücün arayışı içinde oluşunu tarif eder. Bu arayış, normalin de arayışını temsil eder. Marianne’in hikâye boyunca Connel’in gücünün boyunduruğu altına girme arayışları son bulmaz ve bu yüzden de bir türlü huzur bulamaz. Ta ki hikâyenin sonunda bu amacına ulaşana dek. Ronney, bunu yaparak belki de bize, kadın türünün hem özgür olma, toplumsal normların, normalin dışına çıkma arzusu taşımasını hem de bunun zıttı olarak üzerinde bir erkeğin gücünü hissetmek istemesindeki çelişkiyi göstermek istemiştir diyebiliriz. Hikâye boyunca çok önemli kararların alınmadığı, dönüşüm ve kırılma anlarının olmadığı bir seyir izleriz. Temel gerilim Connel’in sosyal statüsünü düşünerek Marianne ile ilişkisini sonuna kadar gizli sürdürmek istemesinden doğar. Oysa zengin ve kapitalist sınıfa mensup olan Marianne’dir. Kendisini bir Marksist olarak tanımlayan Sally Rooney, Prekaryayı temsil için Connel ve annesi Loren’i seçse de roman boyunca ezilen ve sömürülen kapitalist sınıftan gelen Marianne’dir. Her iki karakter de söylem düzeyinde sol görüşlü olsalar da bu ideoloji, karakterlerin dünyalarını, siyasetlerini, birbirleriyle ve farklı kişilerle etkileşimlerini tanımlamıyor. Örneğin, Connell bir kafede Marianne ile buluşmak için otobüsle gelirken, bir protesto gösterisine rastla ama bunun ne için olduğunu dahi fark etmez. Neyle ilgiliydi sorusuna “Ev vergisi falan,” diye muğlak bir cevap verir. Marianne de buna karşılık “Onlara iyi şanslar. Devrim hızlı ve acımasız olsun. ” der. Bu sözün varlıklı, konforlu bir ortamda kahve içerken söylendiğini, oradakilerin sadece bu söylemin kendisinden keyif aldığını, siyasi tutumlarındaki yüzeyselliği hayal edebilirsiniz. Zaten sol ideoloji bir tek Filistin meselesi gibi klişe ve simgesel bir konudan söz edildiğinde gündeme getirilir. Genel olarak hayatın meritokrasi hâkimiyetinde akıp gitmesinden şikâyet edilmez.

Sally Rooney’in normali konu edişi ideolojik, felsefi veya kültürel bir boyutta olmaz, o çoğunlukla kendi başına bırakılan bir neslin temsilini sunar ve bu noktada karakterlerinin, mesleki hayatta, aile ilişkilerinde ve aşklarının istikrarsız doğası içindeki mücadelelerini gündeme taşır. Rooney, belirli bir kariyer aramayan, evlilik, statü ve paranın hayatlarının merkezinde olmadığı; arkadaş ortamlarındaki kabullerden, onaylanmalardan, aşk ve seksin titreşimli geriliminden oluşan dünyalarının normalini yakalamaya çalışan gençlerin sesi olmaya çalışır.

Rooney’in karakterlerini ilginç, romanını da akıcı, ayartıcı ve önemli kılan nitelik, kahramanların duygularını işleme biçimidir. Rooney, kadim roman geleneğinde rastladığımız türde, kahramanlarının iç ve dış dünyalarını bütünüyle bilen, onları her yönüyle kavramış, hareketlerinin seyrini çözmüş ve bunları ustalıkla betimleyen yazar tipinden kurtularak baştan sona bir tür kendini koruma biçimi olarak kendi duygularını analiz etmeye çalışan, ne istediklerini, nasıl davranacaklarını bilmeyen kahramanlar yaratarak okur ile kahramanlar arasında yaratılan yapay duvarı oradan kaldıran özgün bir yazar olarak ortaya çıkıyor. Rooney, bu durumla ilgili olarak bu yılın başlarındaki bir mülakatında, kahramanlarının ne düşündükleri ve hissettikleri konusunda kabaca bir şeyler yazma eğiliminde olduğunu ve bu nedenle kahramanlarının bazen anlayışlı olabilen, ancak daha sıklıkla hayatlarında neler olup bittiğini tarif edemeyen veya açıklayamaya tipler olduğunu söyler.

Marianne ve Connel karakterleri, çok zeki ve kendilerini analiz edebilen insanlardır ancak günümüz Y kuşağı için, normallik arayışları, hiçbir referansa dayanamayacağı için oksimoron ve paradoksaldir. Çünkü normallik arayışı, belli normların ön kabulüne dayanır fakat her ikisi de hiçbir norma bağlı yaşamadığı için bu arayışları en baştan çelişkilerle örülüdür. Karakterleri belli normlar içinde büyüyerek normal olana alışkın bir yapıda değillerdir. Hiçbir norma dayanmadan kendi kendilerini büyütüyor gibidirler. Aileleri belki de bu yüzden tümüyle işlevsiz ve etkisizidir. Ancak yer yer, ailesinin Marianne üzerinde olumsuz etkilerine rastlarız. Ronney bu karakter seçimini elbette bilinçli olarak yapar. Zira bu yılın başlarında verdiği mülakatta “Birey fikrine gerçekten inanmıyorum. Kendimi sürekli olarak samimiyet ve birbirimizi inşa etme şeklimiz hakkında yazmaya çekilmiş olarak buluyorum.” der. Bu yüzden de belli ve statik yapılar içinde tamamlanmış biçimde birbirlerinin karşısına çıkan, ilişkiler kuran insanları değil de yakınlaşma-uzaklaşma halinde samimi ilişkiler geliştirmeye çalışan, kendilerini her an yeni bir pozisyon alarak şekillendiren, yapılandıran ve dolayısıyla da bir normale dayanmadan ya da normali sürekli bozarak yaşayan insanları işler. Ancak hem Rooney hem de karakterleri, insan türünün bu çağda artık bir norma ve de makul ve meşru bir normale bağlı yaşamadığının; dünyanın devasa krizlerle karşı karşıya kaldığının, doğanın geri dönülemez biçimde tahrip edildiğinin, demokrasinin tehlikede ve çeşitli kılıklar içinde beliren faşizmin yükselişte olduğunun tamamen farkındalar. Ancak bununlar için ideolojik bir zemine dayanan belli normlar/normaller geliştirme çabası içinde de olmazlar. Rooney, romanda görünür biçimde güç ilişkilerindeki dinamiklerin dalgalı seyrini serimliyor olsa da ekonomik ve sosyal sınıf farkını, bireysel ilişkilerdeki pasiflik, boyun eğme, duygusal ve fiziksel acı eğilimini, bunlara bağlı olarak ortaya çıkan depresif ruh hallerini de verir. Ancak anlatının odağına küresel çaptaki iklim değişikliğini, siyasi kargaşaları, gelir ve gelişmişlik düzeyindeki eşitsizliği, kapitalizmin yarattığı ahlaki düşkünlüğü de yerleştirmeyi başarır. Rooney’nin karakterlerinin akademik olarak yetenekli olmaları, onların bütün bu sorunlar karşısında sakatlayıcı bir değersizlik duygusu yaşamalarına ve entelektüel üstünlük duygularının zarar görmesine engel olmaz. Sol ideolojileri de bu durumlar için bir projeksiyon sunmaz, daha çok vicdani bir tutum düzeyinde asılı kalır. Bu boşluk, yönsüzlük, zeminsizlik ve savrulma düzlemine yerleştirilen Sally Rooney’in Normal İnsanları, normal midir, bilmiyorum.

 

TEILEN
Önceki İçerikEleştirel Çizgi
Sonraki İçerikAra (Şiir)