Ana Sayfa Kritik SAMİR AMİN’DEN BİZE NE KALDI?

SAMİR AMİN’DEN BİZE NE KALDI?

SAMİR AMİN’DEN BİZE NE KALDI?

Türkiye’de “eşitsiz gelişim”, “Avrupamerkezcilik eleştirisi” gibi kavramlarıyla büyük ilgi görmüş olan Samir Amin (1931-2018) yaşamını yitirdi. Aslen Mısırlı olan Samir Amin, Bağımlılık Okulu olarak bilinen, “bağımlı ülkelerin büyüme kapasitesinin bağımsız olamayacağı”nı savunan ekolün neo-Marksist düşünürlerinden biriydi. Türkiye solunun farklı kesimlerince izlenen Samir Amin, “emperyalizm”, “sömürgecilik”, “siyasal İslamcılık”, “Avrupamerkezcilik”, “eşitsiz gelişim” alanlarından dikkate değer tartışmalarda yer almış bir isimdir. Onlarca kitabı çevrilen Samir Amin’in belki de en değerli çalışması sayılabilecek kitabı, Accumulation on a World Scale (1970), emperyalizm odaklı siyasal ilgi dolayısıyla göz ardı edilmiştir.

Samir Amin’in de içinde olduğu Bağımlılık Okulu, Marksist yazında Marx’tan sonra gelişen analizlerin ana hattı sayılabilecek kapitalizm-emperyalizm ayrımında, çubuğu emperyalizmden yana büken bir anlayışa sahiptir. Bugünkü Türkiye’de bile bu anlayışın izlerini sürmek mümkündür. Emperyalizm, tanımı gereği, ülkeleri, devletleri yani siyasal düzlemi öne çeker. Her ne kadar siyaset, ekonomiden ayrışık olmasa da, Marksizmde ekonomi daha asli bir yerde durmaktadır. Emperyalizm perspektifli analizler, çoğunlukla üretim süreçlerini ihmal edip dolaşım süreci üzerinden analizlerle yetinmektedir. Elbette Samir Amin’in düşüncelerinin anlaşılması, öncelikle bağlamının bilinmesini gerektirir; bunun için de biraz gerilere göz atmak gerekiyor.

Kapitalizmin Dünya Ölçeğinde Genişlemesi

Marx, İngiltere merkezli olarak gözlediği kapitalizmin hem küresel ölçekte genişleyeceğini hem de pençe attığı yerde derinleşeceğini görmüş ve analiz etmişti. Bu analizlerde kapitalizm, girdiği her coğrafyanın geleneksel bütün yapılarını kökten yıkıma uğratarak üretici güçleri geliştiriyor, kendi ifadeleriyle söylersek “Katı olan her şeyi buharlaştırıyordu.” Marx’ın bu konudaki inancı tamdı. Kapitalizm yerleştiği yerde, üretici güçlerin gelişimini sağlayarak iç dinamiklerin durağan ve sünepe halini yıkacak ve üretici güçleri geliştirecekti. Üretici güçlerin gelişiminin vardığı yer ise sanayileşmeydi. Elbette ki bu geçiş büyük sancılar ve insani trajediler de yaratacaktı. Avrupa kapitalizminin dünyanın uzak diyarlarına doğru yayılması, bir anlamda tarihsel zorunluluk olarak da görülmüş oluyordu. Marx ve Engels’in erken dönem yazılarında, Avrupa kapitalizminin Hindistan, Meksika hatta İrlanda’daki sömürgeciliği karşısındaki, “yeni toplumun maddi koşullarını yaratacağı” yönündeki soğuk görüşleri sıkça eleştirilmiştir. Marx’ın kapitalist üretim tarzının “çevre” ülkelerde, tarihsel olarak ilerici bir rol üstlendiği tezi, konusundaki tartışmalar hâlâ da sürmektedir.

20. yüzyılın başında ise kapitalizmin yeni bir evreye ulaştığı tezi kabul gördü. Bu yeni evre, emperyalizmdi. Başta Rosa Luxemburg ve Buharin gibi Marksistler, emperyalizme Avrupa kapitalizmi açısından baktı. Hem Avrupa’nın sıcak siyasal gündemi, hem dönemin bütünlüklü bilgiye ulaşma sıkıntıları dahası mevcut teorinin yeni bakma biçimine evrilmesinin güçlüğü, onların sömürge ülkelerle kapitalizm ilişkisini görmelerine engel olmuştur. Onlar kapitalist Avrupa’nın kendisinin sanayileştiği ama bunu başkalarına kaptırmayacağı, kendi dışındaki bölgelerin sanayileşmesini engelleyeceği düşüncesindeydiler. Henüz kapitalistleşmeyen ülkeler, eğer sanayileşmek istiyorlarsa yapacakları en iyi şey, geleneksel yönetim biçimlerinden kurtulup emperyalizmle de bağları koparmalıydı onlara göre. Lenin ise bu konuya farkı bir bakış eklemiştir.

Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi (1899) adlı çalışmasında, kapitalist üretim tarzının yayılmasını incelerken çevre ülke denen bölgelerde hem kapitalist üretim tarzının gelişmesini hem de kapitalizm öncesi üretim tarzlarının kapitalist üretime eklemlenmesini, Rusya’daki somut verilerden yararlanarak incelemiştir. Lenin bu çalışmasında kapitalizmin, hem üretici güçleri geliştirdiğini hem de emeğin toplumsallaşmasını sağladığını göstermiştir. Çevre ülkelerde de kapitalist sanayinin gelişebileceğini gösteren Lenin, her ne kadar belirleyici olanın Avrupa kapitalizmi olsa da hem Rus burjuvazisinin zayıf durumu hem de geleneksel üretim tarzlarının varlığını sürdürmesinin dikkate alınması gerektiği iddiasındadır.

Rusya’da devrim oldu, Avrupa’da olmadı ama Ortodoks Marksist görüşler, kapitalizmin çevre ülkelerde de sanayileşmeyi hâlâ sağlayacağı düşüncesini koruyordu. Bu yüzden kapitalizmin birçok bölgede kapitalizm öncesi üretim ilişkileri, feodal olarak değerlendirilip kapitalizmin yıkıcılığı mazur görülmüştür. O dönemin Türkiye temsilcisi TKP gibi siyasi yapılar, geleneksel üretim biçimlerinin sürdüğü bölgelere egemenlerin saldırılarını ağalığa, aşiretçiliğe, feodaliteye karşı “kapitalizmin ilerici rolü” olarak görmeyi seçmiştir. Bu ilgiyle Marksizmin anti-emperyalist vurgusu yanında her daim bir anti-feodal vurgu 1970’lere gelindiğinde bile sürmekteydi.

Bağımlılık Okulu ve Eleştirisi

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle Batı’da ana akım iktisat anlayışında bir gelişme ve modernleşme ilgisi gündem olarak belirdi. Bu gündem, daha çok “gelişme” ve “modenleşme” odaklı olarak ele alınıyordu. Ancak Latin Amerika odağında gözlenen gelişmeler, farklı itirazların ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi. Modernleşme Okulu’nun Asya ve Afrika ülkelerine önerileri aslında Latin Amerika’da zaten uzun yıllardır uygulanıyordu ama bir gelişme söz konusu olmamıştı. Bu çerçevede ilk önemli yapıt Paul Baran’ın Büyümenin Politik İktisadı (1957) adlı kitabıdır. Bu kitabın iddiası, çevre ülkelerin kapitalist yoldan gelişemeyeceği ve ekonomik bağımsızlığa kavuşamayacağıydı; kapitalist üretim tarzının çevre ülkelerde ilerici bir rolü olduğu söylenemezdi. Bu görüşler, Bağımlılık Okulu’nun temel çerçevesini çizer. Bağımlılık Okulu’nun neo-Marksist kanadında Dos Santos, Andre G. Frank, Samir Amin, Paul Baran ve G. Arrighi yer alıyordu. Onlar, (1) işçi-köylü dayanışmasının önderliğinde bir sınıf mücadelesinin bağımlılığı kırmanın yegane yolu olduğu, (2) Batı sermayesine göbekten bağımlı olan Üçüncü Dünya burjuvazisinden devrim beklemenin gereksiz olduğu, (3) devletin sınıf karakteri dolayısıyla kalkınmanın motoru olarak gösterilmesinin yanlış olduğunu iddia ediyordu.

Elbette Bağımlılık Okulu da çeşitli eleştirilerle karşılaştı. Bağımlılık Okulu’nun Modernleşme Okulu’na karşı yeterli bir eleştiri sunarak alternatif oluşturamadığı ileri sürülmüş ya da yeterince Marksist olmayan analizlerin, sadece dolaşım alanıyla sınırlı kalan kavram ve kategoriler olduğu söylenmiştir. Modernleşmeci tez, kendisini eleştiren Bağımlılık Okulu’nun önerileri doğrultusunda hareket edildiği zaman, uluslararası ilişkilerden kopmuş otonom ulus devlet modelinin ortaya çıkacağını, ekonomik olarak da ancak ithal ikameci bir stratejinin uygulanışının söz konusu olacağını, bunun da azgelişmişliği aşmak için yeterli olmayacağı itirazını getirmiştir.

Bağımlılık Okulu, üretim ilişkilerinden çok mübadele sürecine önem vermiştir oysa Marx, bir üretim tarzının belirleyicisi olarak dolaşım sürecini değil, üretim sürecini görmektedir. Daha doğrusu, üretim, mübadele, bölüşüm diyalektik bir işleyim içerisindedir. Analizler daha çok sosyolojinin kullandığı gelir, statü, iş güvencesi gibi kavramların sınırında kalmıştır. Dolaşım süreci üzerinden yapılan kapitalizm analizleri, üretim sürecinin göz ardı edilmesi, sınıfsal çatışmayı ve mücadelenin önemini azaltacaktır. Samir Amin’in üzerinde durduğu “çarpık kapitalizm” kavramının kullanımı bu yüzden sorunludur. Çünkü kapitalist üretim tarzının kendine özgü eğilimleri ve işleyiş mantığı söz konusudur. Kapitalizmin merkez ülkelerinde farklı, çevre ülkelerinde farklı nitelikleri olduğu iddiaları, kapitalizmin temel eğilimleri ve mantığını kavramada sorunlar ortaya çıkaracaktır. “Çarpık kapitalizm” ifadesi, örtük olarak ideal bir kapitalizmi varsaydığı gerekçesiyle eleştirilir. Kapitalizmin merkezi, “normal” kabul edilmiş, ancak çevrede gelişmesi olanaksız sayılmış olmaktadır. Oysa böyle bir durum söz konusu olamaz. Dolayısıyla kullanılan kavramlar, yeterince temelli eleştirellik sağlamamaktadır. Öte yandan Bağımlılık Okulu, ulusal düzeyde yaptığı analizler nedeniyle iç dinamikleri ve ilişkileri göz ardı etmek durumunda kalmış, analizlerini daha çok uluslararası düzeyde tutmuştur. Bu da iç meseleleri, daha çok uluslararası dinamiklerin tali boyutu olarak görmeye neden olmuştur.

Avrupamerkezcilik Eleştirisi

Samir Amin, özellikle de Avrupamerkezcilik (1988) kitabıyla, Edward Said gibi, Avrupa kültürünün, perspektifinin merkeze alınmasına itiraz eder, kapitalizmle ilişki içinde gelişen “kültürel fark” politikalarının yeni oryantalizm anlayışını desteklendiği eleştirisini yapar. Samir Amin, Avrupamerkezciliği çözümlerken dil, edebiyat, kültür ve tarih alanlarından veriler kullanır ve Avrupa’nın kapitalizmin zaferini ilan etmesinden bu yana, kendi konumunu tanımlamak üzere inşa etti bir “bilinçlenme şekli” olarak görür. Bu bilinç, hem kapitalizmin gerçek yapısını gözden saklar hem de kapitalizmin ortaya çıkış şeklini gizleyerek Batı’ya özgü bir olgu olarak anlaşılmasına varmaktadır. Ayrıca bu ikili coğrafi bakış, merkez olan Avrupa’nın çevre üzerindeki baskısını görünmezleştirmektedir (Amin, 1993: 88).

Avrupamerkezcilik, modern kapitalizmden ayrı düşünülemez ve onun yayılmasının ideolojik araçlarından biridir. Ayrıca çoğu kez, açık biçimde fark edilmeyecek şekilde Avrupa düşünüşünde gömülü olarak yer etmiş durumdadır. Sosyal bilimlerin kendine has bağımsız alanlar olarak ortaya çıkması ile kapitalist Avrupa’nın geniş dünya coğrafyasına yayılması ile örtüşmesi söz konusudur. Sosyal bilimler beş farklı biçimde Avrupamerkezcilik yapmaktadır. Bunlar (1) tarih yazımı, (2) evrenselcilik, (3) Batı medeniyeti, (4) oryantalizm, (5) ilerlemeci fikirler. Amin, böylece modernleşme ile bir hesaplaşmaya da girmiş olur. Kapitalizmin “dünya sistemi” kuruldukça, toplumlar ve bölgeler arasındaki eşitsizlikler git gide arttı ve aşılması olanaksız bir kutuplaşma ortaya çıktı. Avrupamerkezcilik söz konusu uçurumun meşrulaşmasını sağlamak niyetli bir uydurma ideolojidir Samir Amin’e göre. O, bu ideolojinin en başta, kapitalist üretim tarzının özündeki adaletsizliği, eşitsizliği gizlemek amaçlı olarak işlediğini iddia eder.

Samir Amin’in ve Siyasal İslamcılık

Samir Amin, özellikle de Suudlar tarafından finanse edilen dünya siyasal İslamcılığının kapitalist Batı ile işbirliği içinde olduğu iddiasındadır. Örneğin Mısır’daki Müslüman Kardeşler, tamamen dışa bağımlı, piyasaya dayanan bir ekonomik sisteme bağlılık göstermektedir. Her ne kadar sisteme muhalif görünüyorlarsa da komprador burjuvazinin bir bileşeni olmaktan ötede değillerdir. İşçi sınıfının önemli grevleri karşısında, yoksul köylülerin toprak mücadeleleri karşısında her zaman egemen sisteme eklemlenmişlerdir. Müslüman Kardeşler, neoliberal politikaları sorgusuz sualsiz kabul etmiş, ABD denetiminin karşısında boyun eğmiş, “ılımlı” olarak nitelenen “gerici” bir harekettir onun gözünde.

Emperyalist güçlerle siyasal İslamcılar arasındaki ilişki elbette çok yeni bir şey değildir ve sadece Mısır’a özgü de değildir. Afganistan (Taliban), Türkiye (AKP), Tunus (Nahda), Suudi Arabistan ve civar bölge ülkelerinde her zaman emperyalizmin yerel gerici bir müttefiki bulunmuştur. Emperyalizmin bu yerel müttefikleri her zaman demokratikleşme çabalarının karşısında düşmanlık yapmışlar, ABD ve NATO ortaklarının yanında yer almışlardır. Bu yerel İslamcılar, çoğu kez silahlandırılmış ve finanse edilmiştir.

Samir Amin’in Türkiye Hakkında Görüşleri

Samir Amin’e göre Türkiye, Tanzimat döneminden beri devletin yeniden düzenleme girişimleriyle “Avrupalı” bir devlet haline gelmeye çalışmaktadır. Osmanlı/Türk toplumunun böyle bir istikamette ilerleyip ilerlemediği belli değilse de Türk devleti bu konuda tereddütsüzdür. 19. Yüzyılın sonunda imparatorluğun çökmekte olduğunu gören Genç Türkler, Avrupa’nın milliyetçi ideolojisini taklit ederek kendilerine Osmanlılar demek yerine Türkler demeyi seçmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı, Genç Türkler’in çizdiği programın daha sonra Mustafa Kemal, önderliğinde eksiksiz bir biçimde hayata geçirilmesinin koşulları yaratılmıştır. Arap bölgesi elden çıkmış, halifelik ilga edilmiş, yeni bir Türk Cumhuriyeti inşa edilerek Avrupalılaşma istikametinde yürünmüştür. Bu aynı zamanda bir kalkınma projesi olup toplumun kapitalist dönüşümünü de hayata geçirmeye çalışmıştır. Hiçbir zaman küresel kapitalizm mantığının, merkez kapitalizmin kendisine eklemlenmiş işbirlikçilerinin kalkınmasına izin vermeyeceği akıllarına bile gelmemiştir (Amin, 2014: 297).

Türk ve Müslüman kimliğini ideolojik olarak bütünleştirip daha çok müsamahasız milliyetçi bir anlayışla aydın despotizmine dayalı bir kapitalist kalkınma modeli tercih edilmiştir. Bu modelin hayata geçirilmesi, daha çok çocukların eğitimi aracılığıyla toplumsal hiyerarşide yukarılara tırmanma ve yaşam kalitesine kavuşma imkanına bağlı olarak mümkün olacak hem kırda hem kentte halk kitlelerine faydalı olmaya dayalıydı. Aydın despotizmi hem halkın gözünde bir meşruiyet sağlamış olup hem de anti-emperyal mücadelelerle ilişkili olduğu düşüncesini çelişkili de olsa bir arada sürdürebilmiştir.

Samir Amin, özellikle de Suudlar tarafından finanse edilen dünya siyasal İslamcılığının kapitalist Batı ile işbirliği içinde olduğu iddiasındadır. Örneğin Mısır’daki Müslüman Kardeşler, tamamen dışa bağımlı, piyasaya dayanan bir ekonomik sisteme bağlılık göstermektedir.

Ancak 1945 sonrası, Stalin’in Kars, Ardahan ve Boğazlar konusundaki taleplerinin de çekincesiyle Sovyet tehdidi karşısında Türkiye, Batı ittifakı içinde olmayı seçmiştir. Menderes döneminde de Kemalist/Rumelili milliyetçi güçler ile Anadolu köylülüğü buluşarak, Türk kalkınma planı yolunda çaba sarf etmiştir. NATO içindeki Türkiye’nin durumunu “Ortadoğu’nun Kolombiyası” olarak nitelemek yanlış olmaz. Samir Amin, bu iddiasını doğrulamak için de Türkiye’nin Suriye krizindeki müdahalesini, İsrail’in askeri müttefiki olmayı sürdürmesini örnek vermektedir. “Türkiye, Amerikan efendilerinin planını hayata geçiren bir madunun ötesine nadiren geçebilmektedir.” (Amin, 2014: 300) Samir Amin, 15 Temmuz 2016 sonrasındaki gerilimleri gördükten sonra mutlaka yeniden bir düşünürdü.

Mısır’da dünyaya gelen Samir Amin, daha sonra Fransa’ya yerleşmiş, Paris’te siyaset bilimi eğitimi almış, Mısır Ekonomik Yönetim Kurumu ve Mali Planlama Bakanlığı danışmanlığı yaparken çeşitli üniversitelerde de çalışmıştır. Türkçeye birçok eseri çevrilen Samir Amin, 12 Ağustos 2018’te Paris’te yaşamını yitirdi. Nesnel, bilimsel, düşünsel fukaralık çeken Ortadoğu bölgesi için geniş perspektifli görüleri ve analizleri her zaman önemli bir yerde durmuştur. Anısına saygıyla…

Kaynakça:

Amin, S. (1993). Avrupamerkezcilik, Çeviren: Mehmet Sert, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Amin, S. (2014). “Mısır, Türkiye ve İran’ın Makûs Tebarüzleri”, Modern Zamanlar Bir Varmış Bir Yokmuş içinde, (s. 292-311), Ankara: Nota Bene Yayınları.

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl