Ana Sayfa Kritik SANAT, SANATÇI VE ÖZGÜRLÜK

SANAT, SANATÇI VE ÖZGÜRLÜK

SANAT, SANATÇI VE ÖZGÜRLÜK

 

“İpekböceği niçin ipek üretirse Milton da  Kaybolmuş Cennet’i aynı nedenle üretmiştir.” 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                    Kral Marks

 

 

Sanat doğaya ait olanı gözlemlemekle sınırlı değildir. Böyle düşünenler saf doğalcılık yani natüralizmi kendilerine bir anlatım biçimi olarak benimsedi. Bir dönem böyle sanıldı ama 12. yüzyıla ait bu sanat anlayışı 17. yüzyılda gelişen romantizmle aşıldı. Burada hızla gelişen bilimin etkisi yadsınmamalıdır. Doğayla birlikte varolan insan kentleşme süreciyle doğa odaklı bakıştan in”an odaklı bakışa yönelmiştir.  İnsan yani öznenin varlığı sanatın en önemli konusu oldu. “Doğa”  ve “insan”dan, “toplum” ve “birey” , “özne” ve “nesne” ilişkisi hâkim kılındı. İnsana özgü duygu ve varoluşlar doğadan farklı olan olgular, yaşantılar olarak kabul edildi ve sanatın konusu, görünürlüğü oldu. Tam da bu nedenle sanatın, edebiyatın ve şiirin konusu “doğa” veya “doğa-insan” değil “insan-toplum” veya “birey-toplum” oldu. Sanat doğadan koptu, doğanın bize sunduğu estetiğin dışında bir estetik yaratma işi olarak görüldü. Bu anlamda Antikçağ “mimesis” anlayışını da tastamam terk etmek anlamına geliyordu.

Platon’dan tutun Rousseau’dan Saint Simon’a Victer Hugo’dan, Pisarev, Nekrasov, Tolstoy’a pek çok isim sanatı devrimin, toplumsal ilerlemenin karşısında küçümser. “Bir Rus Rafel’i olmaktansa bir Rus kunduracısı olmayı daha çok isterim.” sözü hala hepimizin kulağında çınlar. Buna benzer pek çok küçümseme yine çok ünlü sanat ve edebiyat insanı tarafından sarf edilmiştir.

Bütün bunlar sanatın “araçsal” bir etkinlik olduğunu dile getirirken, modernleşmeyle birlikte sanat ve sanatçıya bakış açısı değişmiştir. 18. Yüzyıla kadar sanat “taklit” ve “yansıtma” argümanıyla temellendirildi. Sanatçı daha çok duyguları temelinde eserini oluşturdu. Rasyonalizm (akılcılık) modern felsefesinin gelişimiyle birlikte “akılcılık” önce çıktı. Artık evrenin düzeninin akli ilkelere dayandığını kanıtlamış, “gerçeklik” bu akli yöntemle tarif edilmeye başlanmıştı. Dolayısıyla “duydugu”nun otoritesi toplum ve hayattaki konumunu nispeten yitirmiş oldu. Klasizm bu dönemin bir ürünü olarak karşımıza çıkar. Sanatçı bu nedenle artık “duylarıyla” değil, “gerçeklik” olarak tarif edilen “akılla/rasyonaliteyle” kendini ve toplumu anlatmaya başlar. Bir tür Apollonculuk.

Ancak bu akli yasalar büyük sanatçıda sorunlar yaratır. Akli yasaların toplumsala aktarılmasında ortaya çıkmış olan çelişkiler, toplumsal gerilimler sanatçının hayal kırıklığı yaşamasına yol açmıştır. Krala bağlı “uyumlu insan” artık kendi özgürlüğünü, ‘yurttaşlık bilinciyle’ yeni bir toplumsal sistem talebiyle harekete geçer. Fransız devrimi ile birlikte gelişen “özgürlük” ideali artık sanata da yansımıştır. “Akılcılık” yerini “insan merkezli/Antropomorfizm”*, öncelikle insan değişimiyle toplumun değişebileceği ve düzelebileceği inancı gelişir. Bir tür “hümanizm” de denilebilir. Rönesans hümanizmden farklı olarak neohümanist bir sürece tanık olunduğu söylenebilir. Romantizm bu sürecin sonunda gelişen bireyin bir “başkaldırışı”, “isyanı” veya tepkisi olarak tanımlanır. Romantizm bu nedenle sanatta ilk modern “başkaldırıyı” temsil eder. Modern sanatın ilk köşe taşıdır. Ancak bu süreç bilimlerin gelişimiyle birlikte sanat alanında farklı bir modern kalkışmalar da söz konusudur. Realizm, parnasizm, natüralizm bu eksende değerlendirilebilir. Sembolizm, romantizmin bıraktığı “başkaldırı-isyan-“eleştiri” silahıyla modernist bir çizginin ilk işaret fişeğini yakar.

Modern sanatın gelişiminde yaşanan kopuşlar veya yeni arayışların en büyük nedeni toplumsal, bilimsel algılar olduğuna az önce vurgulanmıştı. Yeni bir toplumun “rasyonel” ve “özgürlükçü” ideallerle oluşturulabileceği iddiası pozitivizm ile birlikte yaygınlaşır. Ulus devletler bu idealin çerçevesinde örgütlenirler. Bütün bu süreç bilimsel ve teknolojik gelişmelere paralel ilerler. Sanat “artık “duygu” ve “hayaller” yerine, toplum ve insani “gerçekliklerin” üzerinden ilerler. Konular “gerçektir” artık.

Ancak “rasyonellik” ve “ilerleme” ideali istendiği gibi toplumsal eşitlik ve özgürlük yaratamaz. Ulus devletler yeni bir eşitsizliği üretir. Uluslar içinde konumlanan toplumsal sınıf ve katmanlar modern söylemin büyüsünü bozar. İşçi sınıfı ve ezilen toplumsal azınlıklar modern algının sorgulanmasına neden olur. Sanatçı bu yenidünyanın bir yaratıcısı olarak kendini görse de bu niyet ve algıdan daha sonra vazgeçer. Modernin öne sürdüğü veya yarattığı “gerçekliğe” sadık olması istenir sanatçıdan. Bu “gerçeklik” beklentisi yalnız egemen sınıfların değil aynı zamanda egemen sınıf karşıtı siyasal arkaiklerin de bir beklentisi olarak şekillenir. Sanatçıdan bu beklenti ortaklaşır. Aydınlanma geleneğinde icat edilip günümüze taşınmaya çalışılan mottodur.

Modern hayatla birlikte “gerçeği” yaratmak sanatta yaratıcılığın temeli olarak görülmeye başlanmıştır. Diğer modern ve anadgard akımların bu iki temel algı üzerinden ilerlediğine tanık oluruz. Geliştirilen sanat, estetik teorileriyle bu anlayış pekiştirildi veya pekiştirilmeye çalışıldı. Bunun sonucunda sanatın varoluşu kaba bir maddeciliğe indirgendi. Bu estetik ölçütleri aşağı çektiği gibi sanatçıyı da sınırlamıştır. Bu anlayış estetik duyarlılığı aşağı çektiği gibi sanatçıyı da sınırlamıştır. Dönemi belirleyen büyük yapıtların olması bu “gerçeklik” algısıyla şekillenen eserler olarak görülmelidir. Dönemin yaratıcılık kaynağı olarak sunulan “gerçeklikle” sanatçının itiraz ettiği “gerçeklik” algısı arasında önemsenmesi gereken bir gerilim ortaya çıkar. Buna “gerçekliğin yadsınması” veya “dayatılan gerçekliğin yadsınması” diyebiliriz. Bir yandan egemen sınıfların diğer taraftan iktidar mücadelesi veren siyasi aksiyonların belirlediği “gerçeklik” algılarıyla sıkışmış sanatçı bu “iki” gerçeklik” algısına itiraz ederek yeni bir “gerçeklik” algısı yüklenir. Görüldüğü üzere sanatta “gerçeklik” temel bir unsur değil dolaylı bir unsurdur.

Modernleşme veya modernizm olarak bilinen dönemin argümanlarıyla bir “gerçeklik” tanımı olanaklı mı? Bir yandan ulus devlet algısı aşınırken diğer taraftan küreselleşme idealleri parlatılıyor. Toplumsal üretim aktörlerinin iktisadi ve kültürel ihtiyaçları değişiyor. Sınıflar arası geçirgenlik hızla sürmekte. Küresel savaşlar, konvansiyonel silahlar, ulusal üretim ve pazarlama, iş bölümü, göç dalgaları ve küresel dev ekolojik sorunlar modernizmin yarattığı “gerçekliğin” dışında bambaşka bir tabloyu önümüze koymakta.

Artık “gerçeklik” herkes için girift bir durum arz ediyor. “Gerçeklik” Baudrillard’ın “simülasyon çağı” ile Liyotard’ın “postmodern” durum tespiti, Foucault’nun modernist ve postmodernist dışı “genel-geçer doğruların” dışında farklı bir “gerçeklik” soruşturması içinde sıkışmış durumda.

Her şeyin yeniden tanımlandığı ve algı referanslarının değiştiği böyle kaygan bir zeminde sanatın, sanatçının yaratıcılık kaynağı nedir, ne olmalıdır?

Yirmi birinci yüzyılın başına dönersek Plehanov sanatın kaynağı olarak “oyunu”, Çernişevski “işi”, Fisher “büyüyü”, Richards “dili” (Berna Moran) işret etmiştir. Murat Belge Marksist Estetik kitabında bütün bu referanslardan sanatın doğayı, tanrıyı, insanları ve toplumu anlamak için bir deney alanı olduğunu göstermeye çalışır. Gerçekten sanat “oyun”, “iş”, “büyü” ve “dil” temelinden gelişmiş bir toplumsal “eylem” ve “yaratıcık” mı? Sanat, toplumun sosyal-ekonomik yapısıyla paralel mi gelişir? Sanatın yaratım kaynağı “gerçeği” dönüştürmek yeni bir “gerçeklik” yaratma esasına mı dayanır? Belge’nin vurgulamaya çalıştığı gibi sanat “deney” alanı mı?

Sanatın insana özgü en yaratıcı “eylem” olduğu konusunda hemen herkes ortak paydada buluşur. Sanırım buna kimse itiraz etmez. Ancak sanatın söylendiği gibi toplumla, toplumsal yaşantıyla doğrudan veya paralel ilişkisi sanıldığı kadar belirleyici değil. Belirleyici olmadığı için de toplumu anlamanın bir laboratuvarı da değil. Sanırım bu sanatın doğasıyla ilgili. Sanatın doğasında toplumsallık dolaylı bir etkidir. Toplumla açıklanacak veya toplumun durumunu anlatacak bir şey de değildir. Marks’ın yapmaya çalıştığı gibi toplumu ve insanın anlamanın yardımcı unsuru olarak görülebilir. Bu da sanata sosyolojik bir yaklaşımı içerir, kesinlikle estetik bir kuram oluşturma çabasını içermez. Sanatın kaynağı insandır “oyun” oynayan, “iş” yapan, “büyü” yapan ve iletişim sağlayan insan ve tüm bunları disipline eden “dil” dir. Bu edimler bir “araç” olarak değerlendirilebilir, ama tekil olarak sanatın direk kaynağı değiller. Bütün tekil işleri üstlenen insan ve dil sanatın kaynağıdır. S. Freund sanatın kaynağı “rüyadır”, “düştür”, “bilinçaltıdır”, derken haksız olarak yargılayamayız. S. Freund hiçbir etkinlik rüya kadar belirleyici olmadığına vurgu yapar. Freund’un vurgusu rüyanın esin kaynağı olabileceğine dönüktür.

Sanatta “gerçeklik” çok boyutlu ve soyut bir kavramdır. Sanatçının işi de “gerçeği” anlatmak değildir, “gerçeklik” karşısında kalan insanı anlatmaktır, onun “gerçekliğine” değmelidir. Sanatçı yaratmak zorundadır. Yarattığı şey illâ “akla” ve “gerçeğe” uygun olması gerekmez. Akılla kavrayamayacağımız bir hayal dünyasını da yaratabilir. Ancak bunu estetik değerlere sadık kalarak yapmalıdır. Sanatçının özgürlüğü “gerçekle” değil “gerçeklik” kaşsında edindiği tutumda saklıdır. Sanatçı/yaratıcı/özne/süje buradan beslenen estetikle sınırlıdır ancak bu estetik değer gün gelir sanatçının önünde engel hale de gelebilir, o zaman da sanatçı yaratıcılığını kullanarak yeni bir estetik değer yaratır. Çünkü hayat artık eskisinden farklıdır. Hayat-insan ilişkisi sanatçının estetikle yaşadığı gerilimi belirler. Estetik sanatçı için bir özgürlük alanı olduğu kadar bağlayıcılık alanıdır da. Nihayetinde hepimiz hayatın esiri değil miyiz?

 

 

 

*: Modern düşünce pozitivizmle beraber, katı bir ‘insan merkezli’(Antroposantrizm) bakışı kendine edinmişti. ‘İnsan merkezlilik/merkezcilik’ aslında insan dışı tüm canlı ve evrenin insana tabi olması anlamı taşımasa da sonraki süreçlerde bu düşünce çarpıtılmış ve içselleştirilmiştir. Modernist pek çok düşünür bu durumun farkına vararak tutum almıştır. Oysa ‘insan merkezlilik’ aklın merkeze alınmasıydı. Ortaçağ karanlığına karşı aklın bağımsızlığını, faydacılığını gözetirdi. Antropomorfizm” ‘insan merkezciliğine’(antroposantrizme) karşı bir tutumu içerir. “Antropomorfikin etimolojik kökeni Antikçağ’da yaygın olan insan niteliklerinin diğer varlıklara yansıtılmasıyla ortaya çıkmış metaforlardı yani ön  kavramlaştırmalardı. Homeros ve Hesiodos’un tanrıları insan gibi anlatması mitolojinin bir anlatım tarzı olarak görülmesinden kaynaklanır. Bir tür primitif soyutlama da diyebiliriz. Aklın varlığı eşitlemesi veya aklın doğaya ve bütün evrene eşit şekilde saçılması. Bu durum bende farklı bir çağrışım yarattı; çarpıtılmış “insan merkezciliğine”(Antroposantrizm) karşı “antropomorfizm” bir tutumu benimsemek ve kavramlaştırmak bana göre daha doğru gibi gelmekte. Antropomorfik bakışı sanırım tüm disiplinlerde merkezi unsur olarak kavramak yararlı olacaktır.

 

HİÇ BİR ADIMI KAÇIRMAYIN

EK Dergi Mail Bültenine Katıl